20 Mayıs 2005
2 Mayıs 2005
Saraybosna
Zındırzımba'dan...
Baktım da, Saraybosna gezisi ile ilgili bir yazı yazma teklifi
neredeyse 5 ay olmuş. Bugün seyrettiğim 2004 yapımı, Godard'ın
Müziğimiz (Notre Musique) filmi kafamda daha net bir Bosna imajı
oturtunca hadi tuşlayayım birşeyler dedim.
Bu gezi fikri nasıl çıktı derseniz açıklayayım. 2004 yazı başlarında,
yurtdışında bir yerlere yaz tatiline kaçma fikri belirdi. Tek başıma,
sırt çantamla rastgele bir gezi olsun diye planladım. Ve tabii ki vize
derdi olmayan bir yer nereler olabilir diye baktığımda en yakınlarda,
Bosna-Hersek, Hırvatistan, Makedonya ve Arnavutluk seçenekleri
belirdi. Hırvatistan'ın Bosna-Hersek'le komşu olması dolayısıyla bu
iki ülkeyi kapsayan küçük bir rota belirleyip, bileti alıp uçtum. İlk
defa yalnız başına seyahat etmenin tedirginliğiyle Saraybosna'ya
indim.
Şehrin tamamen turistik özellikleriyle ilgili halim tüm gezi boyunca
devam etti. Daha derinlerde birşeyler olduğu hissi ne yazık ki buraya
dönüp daha detaylı araştırıp, okuyunca belirginleşti. Bu şehrin en
önemli özelliği, umut bağlanan bir toplumsal proje olan "Avrupa
Birliği" rüyasının çökmeye mahkum olduğunu gösteren bir simgeye
dönüşmüş olmasıydı. Avrupa'nın ortasında farklı dinlere ve köklere
sahip insanların bir arada kaynaşmış bir şekilde yaşamalarının, kanlı
savaşlar ve vahşetlerle artık olanaksız hale gelmesi, çok kültürlü
toplumsal yaşam formlarına duyulan özlemin paramparça olmasına yol
açmıştı. Şehirde savaşın izleri ve insanların sessiz kinleri ve
kayıtsızlıkları, ülkesinde savaşı bire bir yaşamamış şanslı bir
yabancı için fazla birşey ifade etmiyordu. Kendilerine, meraklı
yabancılarca sorulan "siz, dinleri farklı, aynı kandan gelen, aynı
dili konuşan insanlarsınız. neden böyle oldunuz?"gibi sorulara oldukça
öfkelendiklerini fark etmemek olanaksızdı. Evet, "kardeş kardeşi
öldürmedikçe savaş savaş olmuyor". Ortada oldukça karmaşık bir
toplumsal sorunlar yığını durmaktaydı. Güney Slavlarının diğer Avrupa
etnik grupları gibi tek çatı altında birliğe dönüşmesi pek kolay
olmamıştı. Habsburg, Rus ve Osmanlı etkinlik bölgelerinin kesiştiği bu
coğrafya, kısa ama güzel bir düşü yaşayıp, travmatik acılarla
dağılmışlardı.
Tabii ki bu zenginliği ve onulmamış yaraları her köşede hissetmek
mümkündü. Çok kültürlü bir şehirde en hızlı yeşeren şeyin sanat
olduğunu fark ediyorsunuz. Eski Yugoslavya'dan tanınan nice
müzisyenin, sinemacının, edebiyatçının Saraybosna kökenli olmasının
nedeninin bundan kaynaklandığını anladım. 400.000 nüfuslu bir şehirde
rast geldiğim film festivali, yaşadığım 4 milyonluk şehrin değme
festivalinden daha kalabalık ve renkliydi. Ülkenin dili olan
Sırp-Hırvat dili, benim gibi bilgisi Simoviç, Veselinoviç ağzıyla
yapılan futbol yorumlarıyla sınırlı olan kişiler için başta bıyık
altından gülümseten bir detay olabiliyor. Bol sessiz harfler kullanan,
Rusça'ya yakın olan bu dilde bir kaç şey söylemenin pek de zevkli
olduğunu zamanla fark ediyorsunuz.
Tabii yemeklerden bahsetmemek olmaz. Özellikle "Cevapcici" denilen,
inegöl köftenin orjini olan köfteyi yerseniz daha önce yediklerinizi
her açıdan "azaltılmış numune" olarak rahatça niteleyebilirsiniz.
Spiral şekilde tavaya yerleştirilen ve kömür ateşinde pişirilen boşnak
böreği "Burek" 'te mutlaka tadılması gereken lezzetlerden. Bir süre
sonra her şeyin bizim topraklardan oraya gittiği inancınız zedeleniyor
ve Osmanlı kültürü çatısı altında nice şeylerin paylaşıldığı ve oradan
oraya taşındığı gerçeğini anlayabiliyorsunuz.
Biraz da erkek gözüyle izlenim paylaşayım meraklısına. Bosnalı kızları
nitelemek için en başta slav kökenli olduklarını belirtmek gerek.
Güney Slavları denilen kökene mensup bu bireyler tahmin edilebileceği
gibi çoklukla kuzey slavı akrabaları Ruslar ve Ukraynalıların endamına
sahipler ve bir ya da bir kaç ton daha koyular. Hatta türbanlı kızlar
bile insana nasıl bir dönüp dönüp bakma hissi yaratır, anlatılmaz
yaşanır. Bir çoğu için çember sakal bırakıp, haşemayla denize girmekte
tereddüt etmeyeceğimi de belirtmek isterim. Çok mu sıcakkanlılar,
yumuşak başlılar derseniz orada tereddüt ederim. Biraz çaçaron ve eli
maşalı halleri olduğunu hissettim.
Eh bu yazı fazla uzayıp gitti; bağlayayım artık sonunu. Neticede
güzel memleket, yeşil memleket. Fiyatlar ucuz, insanları eğitimli,
ahlaklı; Türklere ne kıllar ne de yalakalar. Yakın batımızda renkli
bir coğrafya keşfetmek isteyenlere tavsiye olunur.
Baktım da, Saraybosna gezisi ile ilgili bir yazı yazma teklifi
neredeyse 5 ay olmuş. Bugün seyrettiğim 2004 yapımı, Godard'ın
Müziğimiz (Notre Musique) filmi kafamda daha net bir Bosna imajı
oturtunca hadi tuşlayayım birşeyler dedim.
Bu gezi fikri nasıl çıktı derseniz açıklayayım. 2004 yazı başlarında,
yurtdışında bir yerlere yaz tatiline kaçma fikri belirdi. Tek başıma,
sırt çantamla rastgele bir gezi olsun diye planladım. Ve tabii ki vize
derdi olmayan bir yer nereler olabilir diye baktığımda en yakınlarda,
Bosna-Hersek, Hırvatistan, Makedonya ve Arnavutluk seçenekleri
belirdi. Hırvatistan'ın Bosna-Hersek'le komşu olması dolayısıyla bu
iki ülkeyi kapsayan küçük bir rota belirleyip, bileti alıp uçtum. İlk
defa yalnız başına seyahat etmenin tedirginliğiyle Saraybosna'ya
indim.
Şehrin tamamen turistik özellikleriyle ilgili halim tüm gezi boyunca
devam etti. Daha derinlerde birşeyler olduğu hissi ne yazık ki buraya
dönüp daha detaylı araştırıp, okuyunca belirginleşti. Bu şehrin en
önemli özelliği, umut bağlanan bir toplumsal proje olan "Avrupa
Birliği" rüyasının çökmeye mahkum olduğunu gösteren bir simgeye
dönüşmüş olmasıydı. Avrupa'nın ortasında farklı dinlere ve köklere
sahip insanların bir arada kaynaşmış bir şekilde yaşamalarının, kanlı
savaşlar ve vahşetlerle artık olanaksız hale gelmesi, çok kültürlü
toplumsal yaşam formlarına duyulan özlemin paramparça olmasına yol
açmıştı. Şehirde savaşın izleri ve insanların sessiz kinleri ve
kayıtsızlıkları, ülkesinde savaşı bire bir yaşamamış şanslı bir
yabancı için fazla birşey ifade etmiyordu. Kendilerine, meraklı
yabancılarca sorulan "siz, dinleri farklı, aynı kandan gelen, aynı
dili konuşan insanlarsınız. neden böyle oldunuz?"gibi sorulara oldukça
öfkelendiklerini fark etmemek olanaksızdı. Evet, "kardeş kardeşi
öldürmedikçe savaş savaş olmuyor". Ortada oldukça karmaşık bir
toplumsal sorunlar yığını durmaktaydı. Güney Slavlarının diğer Avrupa
etnik grupları gibi tek çatı altında birliğe dönüşmesi pek kolay
olmamıştı. Habsburg, Rus ve Osmanlı etkinlik bölgelerinin kesiştiği bu
coğrafya, kısa ama güzel bir düşü yaşayıp, travmatik acılarla
dağılmışlardı.
Tabii ki bu zenginliği ve onulmamış yaraları her köşede hissetmek
mümkündü. Çok kültürlü bir şehirde en hızlı yeşeren şeyin sanat
olduğunu fark ediyorsunuz. Eski Yugoslavya'dan tanınan nice
müzisyenin, sinemacının, edebiyatçının Saraybosna kökenli olmasının
nedeninin bundan kaynaklandığını anladım. 400.000 nüfuslu bir şehirde
rast geldiğim film festivali, yaşadığım 4 milyonluk şehrin değme
festivalinden daha kalabalık ve renkliydi. Ülkenin dili olan
Sırp-Hırvat dili, benim gibi bilgisi Simoviç, Veselinoviç ağzıyla
yapılan futbol yorumlarıyla sınırlı olan kişiler için başta bıyık
altından gülümseten bir detay olabiliyor. Bol sessiz harfler kullanan,
Rusça'ya yakın olan bu dilde bir kaç şey söylemenin pek de zevkli
olduğunu zamanla fark ediyorsunuz.
Tabii yemeklerden bahsetmemek olmaz. Özellikle "Cevapcici" denilen,
inegöl köftenin orjini olan köfteyi yerseniz daha önce yediklerinizi
her açıdan "azaltılmış numune" olarak rahatça niteleyebilirsiniz.
Spiral şekilde tavaya yerleştirilen ve kömür ateşinde pişirilen boşnak
böreği "Burek" 'te mutlaka tadılması gereken lezzetlerden. Bir süre
sonra her şeyin bizim topraklardan oraya gittiği inancınız zedeleniyor
ve Osmanlı kültürü çatısı altında nice şeylerin paylaşıldığı ve oradan
oraya taşındığı gerçeğini anlayabiliyorsunuz.
Biraz da erkek gözüyle izlenim paylaşayım meraklısına. Bosnalı kızları
nitelemek için en başta slav kökenli olduklarını belirtmek gerek.
Güney Slavları denilen kökene mensup bu bireyler tahmin edilebileceği
gibi çoklukla kuzey slavı akrabaları Ruslar ve Ukraynalıların endamına
sahipler ve bir ya da bir kaç ton daha koyular. Hatta türbanlı kızlar
bile insana nasıl bir dönüp dönüp bakma hissi yaratır, anlatılmaz
yaşanır. Bir çoğu için çember sakal bırakıp, haşemayla denize girmekte
tereddüt etmeyeceğimi de belirtmek isterim. Çok mu sıcakkanlılar,
yumuşak başlılar derseniz orada tereddüt ederim. Biraz çaçaron ve eli
maşalı halleri olduğunu hissettim.
Eh bu yazı fazla uzayıp gitti; bağlayayım artık sonunu. Neticede
güzel memleket, yeşil memleket. Fiyatlar ucuz, insanları eğitimli,
ahlaklı; Türklere ne kıllar ne de yalakalar. Yakın batımızda renkli
bir coğrafya keşfetmek isteyenlere tavsiye olunur.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)