30 Mart 2007

Ted Mosby, The Architect



Coupling mi How I Met Your Mother mı tartışması Coupling'in -tabi ki İngiliz versiyonunun- ilişkiler üzerine yapılmış en iyi dizi olduğu konusunda mutabakata varılması ve hakettiği klasik mertebesine yükseltilerek, How I Met Your Mother'ın da -özellikle sabaha kadar seyredilen 2.sezonunun- konu üzerinde artık söylenecek söz bırakmadığı ve ikinci en iyi olarak değerlendirilmesi konusunda uzlaşma ile sona erdi :)


Linkler:

- Barney's Blog (How I Met Your Mother)
- Quotes (Coupling)


Şarkılar:

Hey Beautiful, The Solids (Theme Song)


Here I Dreamt I Was an Architect, The Decemberists

Yeni Linkler

Camden Town'da çektikleri bir fotoğrafı kullanmak için izin istemem üzerine tanıştığımız Baran & Deniz'in gezi blogu link listesinde yerini aldı. "Ne güzel geziyorlar yahu!" diye düşünmekten kendimi alamadım...

Bir yazıma eklediği yorum üzerine tanıştığımız Ekrem'in zengin içerikli tematik blogu Inovasyon.com ise zaten link listesine bir süre önce eklenmişti.

Klikleyiniz, kliklettiriniz...

Yeni...

Yeni hayatımın detayları netleştikçe herşeyin beklediğimden daha da iyi olacağı :) hissine kapılıyorum. Galiba bana sadece öncesinde güzel bir tatil organize edip ardından yeni hayatıma başlamak kalacak. Bu arada tatil planlarım da bir yandan -kontrolüm dışında- renkleniyor :) zaten kontrolü ele almak isteyen kim ki :)

Canlı Müzik

Sabah eve gelirken "Ankara'da bu kadar keyifli caz dinlenebilen bi yer varmış da niye haberim olmamış şimdiye kadar" diye düşündüm. Ve hemen kendi kendimi düzelttim, aslında gittiğin yer filan hikaye, keyif veren şey hep yanındaki insan aslında :) -dün gece olduğu gibi.

29 Mart 2007

Niğde Gazozu



İkram edilen kahveyi içerken önümde duran gazete tomarındaki gazetelerin çoğunu zaten -genellikle olduğu gibi- sabah erkenden kalkıp internetten okumuştum. Geriye kalan bir iki renkli gazeteden Star gazetesini elime aldım ve kahvemi içerken ikinci sayfayı açtığımda gözlerime inanamadım. Haber aynen şöyleydi;

"Niğde’nin meşhur sade gazozu sosyeteye girdi. Firmanın bölge bayiliğine ortak olan Moris Kohen reklamlarda sevgilisi Güzide Duran’ı oynatacak.

NİĞDE ve İç Anadolu Bölgesi’nde ağızda bıraktığı tatla efsane olan Niğde Gazozu, İstanbul sosyetesinin de gözdesi oldu. Son zamanlarda Şamdan ve Reina gibi birçok ünlü mekanda insanlar artık Niğde Gazozu içiyor. Sosyetenin ünlü isimlerinden Niğdeli Gökhan Yüzbaşıoğlu bu gazozu İstanbul’a taşıdı.

YAKIN arkadaşı manken Güzide Duran’ın sevgilisi Moris Kohen ile birlikte gazozun Marmara Bölgesi dağıtımı hakkını aldı. Gazozun reklam filminde de Güzide rol alacak. Duran, bilboard reklamları için poz verecek. Daha önce Kenan Doğulu da iş hayatına atılıp gazozu satın almak istemiş."


Yıllardır eşe dosta Niğde'den her gelişimde beraberimde getirir ve hediye ederim. Hatta kitaplığımda bir şişe Niğde Gazozu uzun zamandır heykel gibi duruyor ama bu kadarını ben bile tahmin edemezdim :) Ankara ve Uludağ gazozlarını pas geçip direk olarak "sosyete"ye giren Niğde Gazozunu bakkal ve marketlerden ısrarla isteyiniz diyemeyeceğim zira nafile bir çaba olur. Niğde Gazozunu içmek için şimdilik üç seçeneğiniz var; Şamdan'da, Reina'da ya da Niğde'de içmek..!

Bir zamanlar -yaklaşık 50 yıl kadar önce- İstanbul meyhanelerini "Fertek Rakısı"nın ele geçirmiş olduğunu büyüklerden dinlemiştim. Fertek Rakısı'nın bıraktığı bayrağı şimdi Niğde Gazozu taşıyor İstanbul'da :)

Star Gazetesi'nin haberini bu linkten okuyabilirsiniz.

Duyuru ve Çağrı

"Sevgili arkadaşlar,

Bu bir işbirliği çağrısıdır!

Bilgi Üniversitesi Kültürel İncelemeler bölümünde yüksek lisans yapmaktayım. Aldığım derslerden biri olan Şehir Tecrübelerinin Temsilleri (Representations of Urban Experiences) adlı ders, final projesi için şehirle ilgili görsel bir proje istiyor. Aklımdaki projeyi yapabilmek için hepinizin yardımlarını bekliyorum çünkü dünya şehirlerini kurgulayacağım. Bu bir dünya projesi olsun istiyorum. Ulaşabildiğim kadar çok ülkeden ve şehirden fotoğraflara ihtiyacım var: Ankara, İzmir, Kars, Xiamen, Oslo, Enschede, Berlin, Nepal, Gazze, California, El Paso, Moskova, Üsküp, Londra... Nerde olursanız olun, ne iş yaparsanız yapın ya da kim olursanız olun her gün bir şehir içinde yaşıyoruz. Sizin şehir deneyimlerinizi görmem gerek. Sizin gördüğünüz şehri görmek istiyorum..."


Joycrimson'un bu keyifli projesi ile ilgili detayları okumak ve katkıda bulunmak için buraya klikleyin.

28 Mart 2007

Sırada "DisplayPort" Var

In Avate dergisinin Mart sayısında yayınlanan "A Standard to stand on" başlıklı yazıda DVI ve VGA portlarının yerini alacak "DisplayPort"tan bahsediliyor. 10.8 Gbps'a varan veri hızıyla yüksek çözünürlüklü görüntüleri daha fazla renk derinliği ve tarama hızıyla göstermek için tasarlanan ve kompakt bir konnektör olarak karşımıza çıkacak olan DisplayPort, 2007 sonundan itibaren ekran kartları, monitörler, projektörler ve bilgisayar sistemlerinde kendini göstermeye başlayacakmış.

HDMI'ın tüketici ve ProAV segmentlerinde kendi yerini sağlamlaştırdığından da bahseden yazı, HD (High Definition) yayınlara hazırlanan memleketimiz televizyonculuğu açısından bakılınca tüketicilerin seçim yaparken daha dikkatli davranmalarını gerektiğini düşündürüyor. 2007 yılı sonunda HD rüzgarı ile satın alacağımız yeni televizyonumuzda HDMI portunun yanı sıra DisplayPort olmasına da dikkat edeceğiz. Hatta gelişmeler, digital signage uygulamaları için geliştirilen ağ bağlantılı monitor sistemlerindeki teknolojinin, tüketici televizyonlarına da uygulanabileceğinin sinyallerini veriyor ki bu şekilde evimizdeki kablolu ya da kablosuz ağ bağlantılarını kullanarak salonun bir ucundaki dizüstü bilgisayarımızdan oynattığımız görüntüyü televizyondan izleyebilme, çektiğimiz fotoğrafları eşe dosta binbir eziyetle seyrettirebilme imkanımız doğabilir.

HD rüzgarı beklendiği gibi dalga dalga yayılıyor, dünyada son yıllarda satış hakları para kazandıran içeriğin büyük bir bölümü zaten HD ya da HD üzeri çözünürlüklerde hazırlanıyordu. HD teknolojisinin üç ayağını oluşturan Kuzey Amerika, Japonya ve Avrupa'da yayın pratikleri başarılı oldu/oluyor sıra tüketici tarafını biraz silkelemeye geldi ki en çok sürümün bu tarafta yapılacağı ortada ve üreticilere en çok para kazandıracak kısmın da bu olacağa benziyor.

Biz tüketiciler tarafından bakarsak, ihtiyacımızı çok net tanımlayıp pazarlama, "Techno geyik" ve "Yapay eskitme" dalgalarına kapılmadan en doğru ürün(ler)e yönelmemiz gerekiyor ki bu da başka ve keyifli bir yazının konusu olmayı hakediyor.

Son olarak nereden başımıza çıktı bu HD hikayesi filan diyenler için mevzuyu teknik gelişmelerin de ötesinde ve analog sistemlerden geçişten itibaren inceleyen bu kitabı önerebilirim ki kitabın kendisi de ayrıca bir yazı konusu olmayı hakediyor: Technology, Television, and Competition (The Politics of Digital TV), Jeffrey A. Hart

Acil Eylem Planı - ESC 2007

Radyoda şarkıyı duyunca aklıma geldi, malum 2008 için İsmail YK merkezinde kurgulanmış eylem planım hazır, bu sene için de hemen Eurovision adayı Kenan Doğulu'yu bu hanım kızımızla değiştirelim diyorum. Madem "gibi" olmaya çalışıyoruz o zaman tam olsun, alın size Atiye Deniz kızımız; Hem Türkçe hem İngilizce olarak hazırlanmış eserinin içerisinde tüm dünyadaki müzik kanallarında gördüğümüz herşeyin eklektik bir özeti var üzerine de kulaklarımız yabancılamasın diye bir miktar darbuka serpilmiş.

Fütüristler Derneği

"Fütüristler Derneği, öncelikle gelecekteki sosyal ve iş yaşamı ile sosyal ve pozitif bilimlerdeki bütün disiplinlerin ve teknolojinin insanlığı ne kadar etkileyeceği ve nasıl yön vereceği ile ilgili olarak görüşleri paylaşmak, yöntemlerin geliştirilmesini sağlamak ve geleceğe yönelik çalışmaların kamuoyu tarafından anlaşılmasını sağlamak amacı ile kurulmuştur. Geleceği inceleyen veya planlayan kurumlar ve kişiler ile Türkiye içinde ve dışında yabancı ülkeler ve uluslararası kurumlar arasında işbirliğine yönelik çabalarda bulunmak hedefini taşıyan derneğimiz aynı zamanda uluslararası bir kuruluş olan World Future Society- Dünya Fütüristler Birliği ile işbirliği içindedir."

http://www.futurizm.org


Sayın Gumush hanıma açtığı yeni ufuklar için teşekkürü bir borç bilir, daha daha yeni ufuklar açması için "heyecan"la beklediğimi ifade etmek isterim. Saygılarımı sunarım.

...



Yazısız :)

Kökler

Annem telefonu kapattıktan sonra bana dönüp "Pembe Teyzen sana baklava yapmış, gelip alsın diyor" dediğinde anlamsız anlamsız baktım önce suratına... Meğer Pembe Teyze hayatımdaki tuhaf ve zamansız değişikliği duymuş -belli ki annemden öğrenmiş- ve beni neşelendirmek için -sevdiğimi tahmin edip- bana kocaman bir tepsi baklava yapmış...

Tarif edilemez bir acının yıllar önce yollarını kesiştirdiği Pembe Teyze'nin ailesi ve bizim aile arasında sessiz ve uzaktan bir yakınlık vardır ama bunu tarif etmeye kelimeler yetmez -en azından benim kelimelerim yetmez...

Arabaya atladığım gibi şehrin -şirin mi şirin- gecekondu evleriyle kaplı tepelerin hemen ardında bittiği yerdeki evine gittim Pembe Teyze'nin. Kalın siyah kaşlı, yanık ve tombul suratlı, başında hep yazma ya da tülbent bağlı ve hep güler yüzlü bu Anadolu kadını, soğuk havada hiç üşenmemiş gelini ve torunu ile evin önüne çoktan çıkmış beni bekliyorlardı vardığımda... Arabadan inip elini öperken ne diyeceğimi bilemedim -zira çok tuhaftı hissettiklerim- "Pembe Teyze niye zahmet ettin, nasıl kıymetli bu yaptığın bilemezsin, ne kadar düşüncelisin" şeklinde birşeyler geveledim. Sırtıma yavaşça vurarak "Sen de benim oğlum sayılırsın, Ramazan Amca'nın da selamı var" dedi. Adını hala bilmiyorum, sormayı akıl edemedim- gelininin elindeki tepsiye bakınca inanamadım, kocaman bir tepsi içerisinde özenle geometrik bir çiçeğin yaparakları gibi kesilmiş ve nar gibi kızarmış baklavayı sadece beni keyiflendirmek, neşelendirmek için yapmıştı. Bir insan nasıl bu kadar içten olabilir, sevgisini nasıl bu kadar içten gösterebilir diye düşündüm. Düşünsenize birkaç ayda bir gördüğünüz, gelip sadece elinizi öpen ve hatırınızı soran bir aile dostunuzun oğluna sadece yüzü gülsün diye durup dururken en kıymetli hediyenizi, el emeğinizi sunuyorsunuz hiçbirşey beklemeden. Başka birinin yüzünün güldürmeyi kendinize vazife ediniyorsunuz, durup dururken...

Elini tekrar öpüp Pembe Teyze'nin yanından ayrılırken arabanın bagajına özenle yerleştirdiğim baklava tepsisini, Pembe Teyze'yi, ailemi, arkadaşlarımı, geçmişimi, ait olduğum dünyayı/dünyaları düşündüm. Kendimi kocaman ve kökleri uzaklara uzanan bir ağaç gibi hissettim, kendi kendime gülümsedim...

...

Bu sefer çalan telefondaki ses, her duyulduğunda enerjisiyle insanı mutlu eden en sevilen arkadaşlardan birisinin sesiydi, "İşin yoksa atla gel kahve yapayım sana" diyordu. Bu davetlerde kahvenin yanında keyifli vakit geçirmek garanti olduğundan birkaç saat sonra oradaydım. Gördüğüm güler yüzler, kendimi daha da iyi hissettirdi. Sıcak karşılamanın hemen ardından birdenbire ortaya çıkarıp verdiği hediyeyi görünce gözlerime inanamadım. "Çok istediğini biliyordum" dedi verirken, "Herşey bir yana buna çok üzülmüştüm" diye anlatmıştım laf arasında, en sevilen arkadaş dedim ya daha fazla söze gerek yok, ben anlatırken kaydetmiş ve haftasonu için gittiği o şehirde görünce beni hatırlamış, alıp getirmiş çok sevineceğimi bilerek...

Bir günde bu iki sürprizi haketmek için ne yaptım acaba diye düşündüm oradan ayrılırken, arabanın aynasında göz ucuyla yüzümdeki gülümsemeyi yakaladım yine. Kendimi yine kocaman ve uzaklara uzanan kökleri olan bir ağaç gibi hissettim, zaten gülümsüyordum...


26 Mart 2007

Git..! Tamam..!



Az önce bir kredi kartı reklamında Kate Winslet'in Camden Town'da keyifli keyifli gezdiğini görünce, Ogo'yla bugün "Never Been to Spain" aslı şarkı üzerine konuşmamızı ve Nonay'ın Mayıs'ta St.Petersburg'a yapacağı gezi planını hatırladım ve kendi kendime "Git..!" dedim ve ardından yine kendi kendime ama bu sefer yüksek sesle cevap verdim; Tamam..!

Plan yapmak bile çok keyifli olacak, şimdilik Ekim sonunu hedeflersem sanırım anlamlı olacak, Mayıs sonunda tarihleri ve rotayı kesinleştirmiş bile olurum. Geriye yaz boyunca detayları planlamak kalır zira bunun için bolca vaktim olacak :)

Bu güzel fotoğraf Baran&Deniz'in blogundan alınmıştır.

Efsane Geri Döndü



1998 yılı, Ankara'da bir işyeri... İşyeri dediysem gözünüzün önüne öyle klasik ofisler filan gelmesin, arkasında japon bahçesi olan içi aynı üniversitede -bir çoğu da aynı fakültede- okumuş aşağı yukarı hepsinin yaşı denk bir sürü genç insan ile dolu bir bina...

Kreatif üretim (!) yapılan bir şirket olduğu için çalışma saatleri esnek, neredeyse 24 saat boyunca binada çalışan, vakit geçiren ve hatta uyuyan (Tufi ve Doğa ne alemdeler acaba..?) birilerini bulmak mümkün. Binanın içerisinde hava iyi olduğu zaman hep açık olan kapılardan keyiflerine göre girip çıkan kedi ve köpekler ortalıkta dolanıyor...

Son model bilgisayarlara tabii ki en güncel oyunlar yüklü ama o dönem bir fırtına gibi "Command&Conquer Red Alert" çılgınlığı yaşanmaya başladı. Hava kararmaya başladı mı üyeleri nadiren değişen 6 kişilik bir grup bilgisayarlarının başına geçiyor ve ağ üzerinden ölümüne bir savaş başlıyor aralarında; Capture The Flag!

Ben hep Rus tarafını seçiyordum zira Mig'lerle yaptığım saldırılar ve askerlerimin "Comrade!" diye bağırmaları beni çok heyecanlandırıyordu. Ogo da yanlış hatırlamıyorsam hep Rus oluyordu ama Ömer Hoca'dan emin değilim. Yıllar sonra itiraf ediyorum ki karşı takımın hep bir şeklide hile yaptığından şüphe ettim, bizi yendiklerinden filan değil ama Can'ın oyunun en başında patır kütür kocaman ordularla ortaya çıkmasının altında bir bit yeniği olduğundan emindim. Bazen sabahlara kadar, evet sabahlara kadar süren oyun seanslarının tadının hepimizin damağında kaldığını çok iyi biliyorum çünkü geçen yıllar içerisinde bu ekipten kiminle karşılaşsak ilk hoşbeş cümlelerinden sonra konu hep Red Alert'e geldi :)

Şimdi nereden mi aklıma geldi; Aynen başlıkta yazdığı gibi efsane geri dönüyor ve Command&Conquer serisinin yeni oyunu "Command&Conquer Tiberium Wars 3" bugün Amerika'da satışa çıkıyor!

RTS (Real-time Strategy) akımının kurallarını belirleyen birkaç oyundan birisi olan Command&Conquer serisi, Red Alert sonrası çıkan oyunlarında -bence- biraz geçmişi aratmış ve genelde oynanabilirlik sorunları nedeniyle beni kendilerinden biraz uzak tutmuşladı. Ama bu sefer incelemeler durumun öyle olmadığını söylüyor, Tiberium Wars 3 sanırım 30'lu yaşlarımızın Red Alert'i olacak ve şimdi hepsi dünyanın bir yanında olan eski takımın kalanını toplayıp nette heyecanlı kapışmalar yapmamıza kapı açacak :)

25 Günde...



Hasan Pulur'u yıllardır düzenli okumadım ama çocukluğumda eve giren gazetelerdeki önemli yazarlardan birisi olarak aklıma kazınmış durumda, yazı tarzı eminim hala aynıdır. Son zamanlarda onun hakkında yapılan eleştiriler gözüme çarpmıştı, yeni dönem yazarları "dinozor" diyorlardı mesela...

Ayşe Arman'ı da hiç düzenli takip etmedim ama Pazar günleri gazetenin her köşe bucağı gibi onun da yazdıklarını okuyorum. Çocuğu doğduğundan beri tarzı değişti, -doğru tasvir mi bilemiyorum ama- daha insancıl yazmaya başladı gibi geliyor. En azından yıllardır sadece Pazar günleri ucundan gördüğüm Ayşe Arman bana değişti gibi geldi... Belki de değişen benim, o da olabilir tabi :) Ya da Ayşe Arman'dan bana ne...

Bu hafta yayınlanan Hürriyet Pazar ekinde Ayşe Arman'ın Hasan Pulur'la yaptığı "50 yıllık karımı 25 günde kaybettim" başlıklı bir yazısı vardı. Kimi yazılarda şen şakrak, kimi yerlerde kimseye selam vermeyen sert bir adam olarak tasvir edilen Hasan Pulur, 50 yıllık eşini kanserden kaybetmiş ve Ayşe Arman'ın eşi, evliliği, çektiği acı ve şu andaki durumuna yönelik sorularını yanıtlamış bu röportajda.

Yazıyı okuyunca Hasan Pulur'un anlattığı modele yakın ilişkisi olan tanıdıklarımı, dostlarımı düşündüm, hepsinin eşleri için en yakın dostlarından bahseder gibi aynı keyifli sözleri sarfettikleri geldi gözümün önüne ve -bana neyse- kendi kendime keyiflendim. Öte yandan ilişkileri özgürlüklerinin kısıtlanması ya da bir hapishane gibi gören "modern" kafalı arkadaşlarımı düşündüm, bir insana en yakın olmanın zorluğundan ve sorumluluğundan kaçan dostları... Galiba ben hala birinci modele inanıyorum, inanmak için yeterli sebebim var...

Ayşe Arman'ın Hasan Pulur'la röportajını bu linkten okuyabilirsiniz.

Havada 'Kar' Kokusu Var *

Türkiye genelinde hava sıcaklıkları bugünden itibaren azalmaya başlayacak. Bazı bölgelerde kar ve karla karışık yağmur olmak üzere yağış, perşembe ve cuma günü iç kesimlerde, cuma günü de doğu bölgelerde don ve buzlanma bekleniyor. Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü'nden alınan bilgiye göre, bugün tüm yurt parçalı ve çok bulutlu, Marmara'nın doğusu, Karadeniz, İç Anadolu, Doğu Akdeniz'in doğusu, Doğu Anadolu'nun kuzey ve doğusu ile Güneydoğu Anadolu'nun doğusu yağışlı geçecek. Yağışlar, doğuda karla karışık yağmur ve kar şeklinde olacak. Hava sıcaklığı, bugün kuzey bölgelerde, yarından itibaren iç ve doğu kesimlerde azalacak.

Bu sabah gazeteleri karıştırırken Milliyet'te okudum bu haberi* , e ne var diyeceksiniz sıradan bir hava durumu haberi değil mi? Şu an itibari ile değil çünkü haberin başlığını okurken Vega'nın "Ankara" adlı şarkısı vardı kulaklarımda. Hoş tesadüf oldu, bugün Vega dinleyeyim o zaman sadece...

Yağmur dönerken kara...
Şarkılar var falımda...
Hepsi sana bu gece Ankara...!

Yağmur dönerken kara...
Yine yol var falımda...

25 Mart 2007

InsanelyMac Satılıyor... Satılmış Bile...

InsanelyMac, özellikle Intel tabanlı Apple Macintosh bilgisayar sistemleri piyasaya sürüldükten bir süre sonra güvenlik donanımına bağımlılığı kırılarak internette paylaşıma açılan ve sürekli güncellenen OSX86 ya da MacOSX (Tiger ve artık Leopard) Universal işletim sistemi meraklıları tarafından sürekli takip edilen bir forum sitesiydi.



Üye olduğum e-mail hesabıma bugün gelen mailleri ancak bu akşam görebildim ve şaşırdım, zira mail InsanelyMac'in kurucusu ve sahibi Jason Swadley tarafından üyelere gönderilmişti ve özetle kazandığı "Political theory" master programına devam etmek için daha çok zamana ihtiyacı olduğu ve siteyi satışa çıkardığından bahsediyordu.

3 Temmuz 2005'de kurulan InsanelyMac kardeş siteleri OSx86Project wiki ve OnMac.net ile birlikte ayda 390.000 unique hit alıyor ve sahibine 2000 USD'den fazla gelir getiriyormuş. Maili okur okumaz InsanelyMac'in satışa çıktığı Sitepoint.com'u açtım ve bugün itibari ile sitenin 75.000 USD'ye satıldığını ve hatta Jason Swadley'in satışı tamamlamak adına alıcıdan depoziti bile aldığını öğrendim.

Hatırlıyorum, Microsoft Windows 95'in lansmanını Rolling Stones'un "Start Me Up" adlı şarkısı ile yapmıştı. Windows Rolling Stones ise MacOS Beatles'tır diyorum o zaman ben de, buyrun dinleyin...

Dizimania



- Gitmen gerekmez.
- ...

- Sadece küçük bir umuda ihtiyacın var.

- ...

- Kendi talihimizi kendimizi yaratırız, Hugo.

- ...

- Biliyor musun bence ne yapmalısın?

- Neymiş?

- Bence paranı dağıtmalısın. Hepsini, son kuruşuna kadar.

- ...

- Çok azını bırak. Sadece...

- ...

- ...bir karbüratöre yetecek kadar.




Dizinin akışı içerisinde bu diyalogdan birkaç dakika sonra birbirleri ile pek de anlaşamayan dört koca adam eski püskü bir Volkswagen minibüsü iterek (vurdurarak/jump start) çalıştırmayı başarırlar, Hugo şöyle bağırmaktadır; "Kendi talihini kendin yaratırsın. Lanet diye bir şey yok!". Fonda minibüs çalışmaya başlayınca kendi kendine çalmaya başlayan teypten -hatırlayan olur mu bilmiyorum ama kaset öncesi zamanlarda kartuşlu teypler vardı, onlardan işte- Three Dog Night'ın Shambala adlı şarkısı duyulmaya başlar.

Wash away my troubles, wash away my pain

With the rain in Shambala

Wash away my sorrows, wash away my shame

With the rain in Shambala


Everyone is helpful, everyone is kind

On the road to Shambala

Everyone is lucky, everyone is so kind

On the road to Shambala


How does your light shine

In the halls of Shambala

How does your light shine

In the halls of Shambala


I can tell my sister 'bout the flowers in her eyes

On the road to Shambala

I can tell my brother 'bout the flowers in his eyes

On the road to Shambala


Ve dört koca adam bir anda çocuklaşırlar, minibüse doluşup neredeyse bir futbol sahası büyüklüğündeki yemyeşil çayırda birbiri ardında daireler çizip kahkahalarla eğlenmeye başlarlar, yaşadıklarını, birbirleri ile olan sorunlarını unuttuklarını düşünürüz bu hallerini görünce...

Bütün gizem, macera, ada, diğerleri ve herşey bir yana bu sahne -bu koca adamların çocuklaşmaları- üç sezon boyunca Lost'ta izlediğim en keyifli sahnedir ... Eminim içindeki çocukla yaşayan herkes benzer şeyler düşünmüştür, en azından o minibüsün içerisinde olmak istemişlerdir amaçsızca aynı yerde daireler çizerken ve fonda "Shambala" çalarken...

Başlığından da anlaşılabileceği gibi bu yazı, ulaştığı yüksek kaliteli ve düzenli dizi arşivinden en nadide parçaları benimle paylaşan Sayın C.t.Y.'e bir güzelleme olarak düşünülmüştü ve şu gün itibari ile en son Lost geyikleriyle başlayıp How I Met Your Mother'ın 2.sezonunun tamamını her seyredene verdiği hazdan dem vurarak sonlanacaktı. Ve fakat gördüğünüz gibi Lost'un 3.sezon 10. bölümündeki pek keyifli bir sahne kontrolü ele geçirip yazının gidişatını değiştirdi.

Ziyanı yok, zaten mesele sadece yeni karbüratörü alıp yerine takmak ve hemen ardından da yola düşmektir :)

NASA (Niğde Aeronautics and Space Administration) tarafından astronotların dünya dışı görevlerindeki mesai dışı saatleri boyunca nette aylaklık yapıp blog okurken aynı zamanda da yazarın önerdiği şarkıları dinleyebilmesi için geliştirilen yeni teknoloji sayesinde artık yazılarıma şarkılar ekleyebileceğim. Shambala bunun için iyi bir başlangıç olacaktı ama maalesef Three Dog Night'ın buraya embed edebileceğimiz kayıtların içerisinde henüz bu şarkı mevcut değil. Onun yerine yazıyla hiç alakası olmamasına rağmen Three Dog Night neymiş diyenler için "Never Been to Spain" adlı şarkıyı ekliyorum. Play tuşuna basıp bilgisayarımızın sesini açıyoruz, beğenmezsek sonraki yazılardaki şarkıları bekliyoruz...

23 Mart 2007

Tam Macera

Tam Macera çizgi roman dergisi Nisan'da piyasada. Ankara'da Kamra Yayıncılık tarafından yayınlanacak olan dergi umarım uzun ömürlü olur.

http://www.tammacera.com/

Bu yazıyı yazdıktan sonra yayınevine bir mail gönderip derginin tanıtımı için blogumda kullanabileceğim bir banner var mı diye sormuştum. Dergiden Özgür Kurtuluş cevaben yazdığı mailde bannerlerın yakında hazır olacağını ve haberdar edeceklerini söylemiş. Bannerlar hazır olana kadar da ilk sayıdaki çizgi romanlardan Kamra'nın tanıtım videosunu izleyebiliriz:

İmkansızlık Üzerine

Oyunbozan alıntılamış.
Skoer link vermiş.
MartinMystere ise okuduktan sonra daha çok Osman Çakmakçı okuması gerektiğini düşünmüş...

Ansızın Gezinti - Franz Kafka *



Akşam evde kalmaya kesinlikle karar verilerek sırta robdöşambr geçirilir, yemeğin ardından aydınlık masada oturularak bitiminde âdet olduğu üzere kalkıp yatmaya gidilen bir iş ya da oyunla vakit geçirilir, dışarıda ise evde kalmayı pek doğal gösteren pis bir hava egemenliğini sürdürür, artık sokağa çıkmanın herkesi şaşırtacağı kadar uzun süre masa başında sessiz oyalanılır, bu arada merdivenlerde ışıklar söndürülerek cümle kapısı kilitlenmiş olur, öyleyken içteki sıkıntıya uyularak kalkılır da ceket değiştirilir, bir anda sokak kıyafetiyle ortada boy gösterilir, dışarı çıkmak gerektiği açıklanır, oradakilere kısaca allahaısmarladık denilip çıkılır, kapının hızlı ya da yavaş kapatılmasıyla az ya da çok bir öfke geride bırakılır, kendilerine bu geç vakit sağlanan beklenmedik özgürlüğü özel bir çeviklikle cevaplandıran kol ve bacaklarla sokakta soluk alınır, salt bu sokağa çıkma kararıyla karar verme gücünün içte varlığı sezilir, en hızlı değişimleri kolaycacık gerçekleştirmek ve bunlara katlanmak için gerekenden daha fazla bir gücün elde bulundurulduğunun her zamankinden büyük bir önemle bilincine varılır ve böylece uzun sokaklar boyu seğirtilip durulursa, o zaman bu akşam için aile çevresinden büsbütün dışarı duygusuna kapılır insan, aile bireyleri bir belirsizlikten içeri kayıp giderken, kendini kaya gibi sağlam, alabildiğine belirgin kenar çizgileriyle donatılmış hisseder, yürürken elleri kalçasına vurur, gerçek kişiliğine kavuştuğu duygusu uyanır içinde. Öte yandan, hal hatır sormak üzere akşamın bu geç vakti bir dostu dolaşmak, bu duyguyu pekiştirir.


* Franz Kafka, Hikayeler
Cem Yayınevi, 1991

İsmail YK - Eurovision Song Contest 2008

Bu yıl Finlandiya'da yapılacak Eurovision Şarkı Yarışmasına Türkiye'yi temsilen katılacak olan Kenan Doğulu'nun seslendireceği "Shake it up shekerim" adlı eserin video klibini az önce televizyonda izledim ve bu yazıyı yazma ihtiyacını hissettim.



Yahu nereden çıktı Eurovision Şarkı Yarışması filan demeyin, "TRT'nin tek kanal olduğu yıllarda mecburduk da seyrediyorduk ama hiç de önemli bir mevzu değilmiş dünyanın geri kalanında" laflarına kanmayın geçen sene Atina'da yapılan yarışmayı 102 milyon izleyici seyretmiş Avrupa'da ve dünyanın geri kalanında.

Çoğunluk tarafından silik pop şarkıları ve rengarenk ekranlarıyla biraz da küçümsenerek izlenen Eurovision Şarkı Yarışması, EBU (European Broadcasting Union - Avrupa Yayın Birliği) tarafından organize ediliyor ve müzik yarışması görüntüsünün altında aslında güncel televizyonculuk ve yayın tecrübesinin/bilgisinin (know-how) paylaşılarak her yıl farklı bir ülkenin yerel yayın kuruluşu tarafından pratiğe dökülmesini hedefliyor. Yani aslında özetle, Eurovision Şarkı Yarışması televizyonculuk tekniği açısından bakıldığında 15-20 arasında kamera ve tam yedekli teçhizatla yapılan ve en büyük televizyon istasyonları için bile üstesinden gelmesi çok zor bir canlı yayın operasyonu. Ve EBU, bu zor operasyonu gerçekleştirmek adına o yıl yarışmayı kazanan ülkeye bilgi ve tecrübe yardımı yaparak yayıncılık kalitelerinin artmasına ve bilginin yaygınlaşmasına ön ayak oluyor. Uzatmıyorum, özetle çocukluğumuzda heyecanla beklediğimiz ve tezahürat yaptığımız Eurovision Şarkı Yarışması'nın temelinde aslında televizyoncuların yenilikleri paylaşmak ve büyük bir operasyonu tecrübe etmek gibi bir amacı varmış. Geçen yıllar içerisinde, evinde televizyon seyreden insanlar için keyifli bir okasyon ve müzik sektörünü de hareketlendirecek şekilde büyümüş, genişlemiş bugüne gelmiş.

Şimdi gelelim konumuza; Biliyorsunuz son yıllarda yarışmada Türkiye'yi temsil edecek şarkıcı ve/veya besteci TRT tarafından seçiliyor ve ısmarlanan birkaç şarkıdan birisi seçilerek yarışamaya gönderiliyor. Daha önce hatırlarsınız bu seçim halk oylaması ile yapılıyordu, benzer yöntem hala bazı Avrupa ülkelerinde uygulanıyor. Mesela geçen yıl İsveç'te yapılan seçemeler bir Popstar yarışması kıvamında gerçekleşmiş ve yayının yapıldığı haftalarda 3 milyondan fazla kişi -ki ülke nüfusunun yaklaşık üçte biri- tarafından izlenmiş.

Bu yıl yapılacak yarışmada Türkiye'yi temsil edecek eserin video klibini izledikten sonra bu yazıyı yazmaya karar verdiğimi söylemiştim ya tekrar oraya döneyim; Kenan Doğulu'yu sevip sevmemek ayrı bir konu -ki benim de keyifle dinlediğim birkaç şarkısı vardır itiraf edeyim- ama amaç yarışmayı kazanmak, bu organizasyonu Türkiye'ye tekrar taşımaksa yapılan seçimin doğruluğu konusunda ciddi soru işaretlerim var. Ya da amaç yerel bir şarkıcıyı daha büyük pazarlara taşımak, yerel kıymetlere dünya çapında yol vermek ise o zaman soru işaretlerimin sayısı da artıyor. Nasıl mı;

Bir kere Kenan Doğulu ve ekibi maalesef yerel değerleri hakkında yeterli derinliğe sahip değiller. Modası geçmiş boy-band'ler artığı bir edayla söylediği şarkı son yıllarda radyolarda, müzik kanallarında teen-age kızlar için seri şekilde piyasaya sürülüp birkaç yılda ortadan kaybolan şarkıcıların şarkılarına benziyor. Bunu söyleme cesaretini nereden gösteriyorsun derseniz, 2004 yılından beri yakından izlediğim bu yarışmalarda Avrupa'nın karmaşık mozaiği nedeniyle yerel değerler (2004 Sırbistan gibi) ya da geçen yıl Finlandiya'nın yaptığı gibi radikal çıkışlar daha fazla dikkat çekiyor. -Dikkat edin birinci oluyorlar demedim, dikkat çekiyorlar dedim zira yarışmayı kazanacak bombayı aşağıda açıklıyorum- Oysa Kenan Doğulu'nun şarkısı maalesef aralarda kayboluyor, belli belirsiz darbuka tıkırtıları şarkıyı bizden yapmaya yetmiyor. Ekranda 90'lı yıllardaki İngiliz boy-band'lerinden fırlayıp gelmiş kostümlerle şarkı söyleyen bir adam ve atalarından gelen genlerle kendilerine yakıştırdıkları zenci figurlerini taklit etmeye çalışan dansçı kızları görüyorum. Ne olabilirdi derseniz, cevabım şu; "Bizden birşeyler" olsaydı keşke, uzun hava, türkü olsun demiyorum ama bakınca/dinleyince "gibi olmuş" demeseydik... Tıpkı Malt'ı dinlerken "gibi olmuş" demediğimiz, "çok iyi olmuş, Iron Maiden kadar iyi olmuş" dediğimiz gibi...

Televizyon programlarında Kenan Doğulu'nun "sahnesinin çok iyi olduğu" ve "insanlara elektriğini yayabildiği" şeklinde olumlu yorumlar duyuyorum. Mutlaka öyledir, iyi bir bar şarkıcısı olabilir, canlı söylerken çok etkileyici olabilir ama Eurovision Şarkı Yarışması daha fazla organize olmayı gerektiren bir yapım. Türkiye'deki televizyon yapımlarında alışık olmadığımız şekilde -yayını yapan yerel yayıncıya göre değişmekle beraber- son 20 gün boyunca tüm ekipler günde ikişer kere prova yapıyorlar ve yönetmen saniye saniye tüm ekiplerin şovlarına göre kamera hareketlerini ve reji ekibini organize ediyor. Bu organizasyon yarışmacıların şovlarına/danslarına, kıyafetlerinin renklerine -ki bazen yönetmen seçilen kıyafetlere bile müdahale edebiliyor- ve akustik uzmanlarına göre yapılıyor ve yayın saniye saniye planlanmış oluyor. Türkiye'de kullanıldığına hiç şahit olmadığım ve yayını küçük zaman aralıklarına bölen ve saniye saniye tüm kameramanların hareketlerinin planlandığı kamera kartları bu yayın sırasında mutlaka kullanılıyor. Ve sonuçta yayın gecelerinde tıpkı defalarca prova edilip, günlerce aynı şekilde oynanmış bir müzikal gibi bir canlı yayın ortaya çıkıyor. Bu doğrultuda şarkıcının pırıltısı, elektriğinden çok oyunculuğu, şarkıcılığı ile birlikte daha çok önem kazanıyor. Yani Kenan Doğulu konser ve barlarda sergilediği doğallığını bu yayında sergileme fırsatı bulamayacak, yayın sırasında salondaki seyircilerin çoşkusunu arttırmak için spontane atraksiyonlar yapamayacak.

Bu kadar lafı Kenan Doğulu'nun seçimi içime sinmediği için ettim anlaşılacağı gibi ama sadece konuşmakla kalmayıp memleketemizi 2008 yılında temsil etmesi için bir de bomba isim önereceğim; İsmail YK..!


Evet yanlış duymadınız İsmail YK... Şimdi nereden çıktı bu diyeceksiniz. Şuradan çıktı; Bu kadar lakırdı sonunda işin en can alıcı noktasına gelyorum. Artık Eurovision Şarkı Yarışması'nda oylama halk jurileri tarafından değil direk SMS oylama yöntemi ile yapılıyor. Son yıllarda Türkiye'nin üst sıralarda yer almasının altında, başarılı şarkıcıların yanı sıra Avrupa'da yaşayan Türklerin oylarının da büyük etkisi var. Aynı şekilde Kenan Doğulu bu sene Avrupadaki Türk oylarını da alarak "Fena değildi" diyeceğimiz bir sıraya yerleşecektir mutlaka. Ama "Fena değildi"yi kabullenmek yerine Avrupa'daki Türkleri daha fazla uyaracak isim olan İsmail YK'yı göndersek daha iyi olmaz mı..? Hem İsmail YK, Kenan Doğulu ile kıyaslandığında 80'li yıllarında sonundaki Michael Jackson görüntüsü ve post-arabasek geleneğinden beslenen eklektizmi ile aslında kendi içinde çok daha tutarlı değil mi?

Ben diyorum ki 2008'de İsmail YK katılsın yarışmaya zira maksat kazanmaksa Kenan Doğulu'dan daha çok puan alacağı kesindir. Nasılsa her ikisi de bu toprakların kültürüne, birikimine olunabilecek en uzak mesafe kadar uzak duruyorlar.

Çınlama

Canlı müzik gibisi yok ve fakat kulaklarım çınlıyor ve neredeyse sabaha karşı şu saatte kendi sesimi duyamıyorum ve çınlama yüzünden de uyuyamıyorum.

Şikayetçi miyim..? Değilim.

Şirin mi şirin gecekondu evleri
Samsun asfaltında otomobiller
Ne güzeldir yollarda olmak şimdi


Ve zaten "Resim" yetti, yıllar öncesine götürdü beni...

22 Mart 2007

Muzo Gerçek miydi?

Yeni Türkü de dinlerim Seinfeld de izlerim, öyle bir insanım :) Ama bunların ötesinde aklımdaki soru şu; Muzo ve maceraları gerçek miydi..?

Varmış...

Tüketici hakları diye birşey gerçekten de varmış... 30 iş günü önce ekranındaki bir arıza yüzünden teknik servise teslim ettiğim garanti kapsamındaki Motorola cep telefonumun arızası giderilemediği için güncel bir modelle değiştirileceği bildirildi bugün. Oysa ben sağdan soldan duyduğum ihmal hikayelerinin de gazıyla kendimi Tüketici Hakları Mahkemesi ve ilgili diğer yasal yollara başvurup olay çıkarmaya hazırlamıştım bile.

Teknik servisten arayıp "Bakın şu anda Türkiye'de satışı yapılan muadil ürün ve modeli bu ve şu tarihte size teslim edeceğiz, beklemek istemezseniz de şu modeli iki gün içerisinde teslim edebiliriz." dediklerinde biraz da burukluk (!) hissetmemin sebebi buydu sanırım :)

İstanbul'u Neden..?

Yeni blog arkadaşım Ahkam Kuşu, "İstanbul’u Neden Seviyorum? 5 Kişisel Sebep" başlıklı pek keyifli bir yazı yazmış;

"...Çünkü İstanbul tam da hayalimdeki kadın gibidir: Şımarıktır, kimi zaman kaprisli. Bir tarafıyla da hep karanlık ve düşüncelidir. Umudu çağırıştırır, fakat karamsarlığı bizzat yaşadıklarından kaynaklanır. Hayatı nerede ciddiye alacağını ve nerede onunla dalgasını geçeceğini çok iyi bilir. Çocukla çocuk olur oynar, dinlemeyi bilen büyükler içinse nasihatleri vardır tecrübelerle sabit.

Söz dinler görünürse de, aslında hep kendi bildiğini okur. Kırdığı potların haddi hesabı olmaz ama, iş gönül almaya gelince de kimse ondan becerikli olamaz. Güzel olduğunun pekala farkındadır ve bunu unutmanıza bir an bile izin vermez. Her ne kadar zaman zaman ona sahip olduğunuza inandırsa da sizi, bir gün elinizden kaçabileceğini de alttan alttan hissettirir. Sürekli kovalanmayı değil, her gün yeniden kazanılmayı ister. Güvenir size. Bu güven geçmişte defalarca örselenmiş de olsa başkalarınca, güvenden yana hep cömerttir."


Yazının tamamına bu linkten ulaşılabilir.

Baba Zula @ Ankara

En baştan söyleyeyim, inanılmazdı..! Çok eğlenceliydi..! Müzik süperdi, Baba Zula süperdi, arkadaşlar ve yeni arkadaşlar süperdi, insanlar süperdi ve dansözlerrrrrr :)...

Bir kere anlaşıldı ki saz ve bağlamanın vızıltılı sesi Anadolu insanının dna'sına işlemiştir ve darbuka ritmleriyle birleştiği anda ben sevmem, anlamam, dinlemem, oynamam dinlemez insanı ortaya düşürür göbek attırır!

Hele Baba Zula saat 10 gibi sahneye çıkıp hiç inmeden saatlerce -yanlış hatırlamıyorsam 2 saatten fazla- sahnede kaldıysa ve kendilerine 3 farklı dansöz inanılmaz güzellikteki dansları -ve sadece dansları değil şovlarıyla da- eşlik ettiyse, ve bu gösteri en önde fiyakalı bir pozisyondan izleniyorsa o zaman ritme uyup oynamaktan, dans etmekten, göbek atmaktan başka yapacak birşey kalmıyor.

Murat Ertel'in bahar bayramını provokatif mevzulara kibarca teğet geçtikten sonra paganik köklere bağlaması da çok anlamlıydı.

Bir sürü şey yazarım diye düşünmüştüm dün gece yatmadan önce ama kafam hala zonkluyor , telefonumdaki görüntüleri de bir ara bilgisayara aktarıp buraya ekleyeceğim.

Bir de 2005 yılının Nisan ayındaki bir Baba Zula konseri ile ilgili şu yazıyı yazmışım burada, onu hatırladım : "Baba Zula ve tam ortasında olmak"

Özetle hala dün geceyi düşününce keyifli keyifli gülüyorum kendi kendime, kesinlikle katıldığım en keyifli okasyonlardan birisiydi..!

Hala kulaklarımda "Sağ el havaya göğe doğru, sol el aşağı toprağa doğru..!"

Fakülte

Baba Zula ve Portecho ile ilgili Ekşisözlük'te birşeyler okurken "Odtü Mimarlık Fakültesi" başlığı altında şöyle bir entry'ye rastladım:

odtü'de içinde kola, çikolata, kahve vs veren aletlerden(nam-ı diğer vending machine) olmayan tek fakülte binası olduğunu biliyor muydunuz??... efendim bunun nedeni şudur: 90lı yıllarda bu tip makinalar odtü'de yaygınlaşırken bunlardan mimarlık binasına da koymuşlardır. hatta "yazık gariban bunlar habire sabahlıyorlardır, asıl bunlar kullanır" deyip ilk önce bu binaya konulmuş olması bile olasıdır. öte yandan geceleri sabahlarken kafayı yiyen mimarlık fakültesi öğrencileri, gece malum, binada karışacak kimse de olmadığından makineleri rahat bırakmıyorlarmış(ki beklenir elbet, 5 gün üstüste sabahlama psikolojilerini bilen biri olarak). benim duyduğum dahiyane teknikler arasında makineleri başaşağı edip içindeki çikolataları düşürmek, çikolatanın düştüğü hazneye fakültede bol miktarda zaten bulunan kedilerden birini atıp kapağı kapatmak ve sonra kediyi sinirlendirerek yukarılara zıplamasını sağlamak böylece çikolataları düşürmek vs vs türünde eylemler sebebiyle yine 90lar içinde bu makineler buradan kaldırılmış, sabahlayan zavallı öğrencilere de evden, yurttan kumanya hazırlamak kalmıştır.

2005 yılında girilmiş bu entry bir şehir efsanesinden bahseder tonda yazılmış aslında ama tarihin canlı tanıkları aramızda olabilir diye not düşeyim dedim. 90'lı yılların başında gece gündüz fakülte binasında yaşayan efsane isimler, onlar kendilerini bilirler :)

21 Mart 2007

My Country, My Country



23 Mart Cuma akşamı saat 20:00'da NTV'de Laura Poitras'ın "My Country, My Country (Ah Benim Güzel Ülkem)" adlı belgeseli yayınlanacak. Iraklı bir aile babası olan Dr. Riyadh'ı merkez alarak Irak İşgaline farklı bir bakış getiren belgeseli izlemek, burnumuzun dibinde, komşu bir ülkede neler olduğunu anlamak adına bir adım olabilir.

Bu arada bu belgesel benim için de haftanın en azından bir günü evde oturup sakin bir akşam geçirmeme vesile olacak...

Türk Mucit

NTV'de haberlerin hemen ardından "Türkiye icadını arıyor" sloganı ile yayınlanan yeni bir yarışma tanıtımı ilgimi çekti; Türk Mucit.

Web sitesini inceleyince ilgim şaşkınlığa döndü itiraf edeyim ki, yanlış mı anlıyorum diye en temelinden tekrar başlamak adına Türk Dil Kurumu sözlüğüne baktım "icat" kelimesinin anlamı "buluş"muş.



Şaşkınlığımın kaynağı şu; Avrupa Birliği, gelişmekte olan ülkeler ve diğerleri inovasyon peşinde koşarken, inovasyon politikaları, projeleri, ve uygulamaları geliştirmeye ve onları desteklemeye çalışırken memleketimize has bir tavır ve Popstar Alaturka hafifliği ile mucitler ve icatlarını arıyoruz televizyon programlarında. Yapılmasın, edilmesin deme cehaletini de göstermek istemiyorum ama fikir-proje geliştirme ve üretim konularında konuşan, düşünen bir avuç insanın,üniversitelerin görünmez hale geldiği, okur yazar adamlardan oluştuğu düşünülen siyasi partilerin bile herhangi bir üretim politikası ortaya koyamadığı bir ülkede yaşıyoruz hepimizce malum. Şimdi de hadi bir rüzgar çıksa da savrulsak, savrulurken de meşhur olup köşeyi dönsek diye televizyon programlarını kabeleri yapmış pek çok insan "mucit" olarak ekranda beliriverecekler ve bu sefer fikir, proje geliştirme, doğrulama ve analiz etme gerçekliklikleri görünmez hale gelmeye başlayacak. "Popmucit"ler sistematik yaratıcılık, tasarım, mühendislik, inovasyon tekniklerini çiğneyip geçecekler Türkiye'deki "esnek" televizyon etiği doğrultusunda, düşünme/yaratma yeteneği olan ham beyinleri de peşlerinden sürükleyip kaybedecekler...

Bunları nereden mi biliyorum..? Yarışmanın sayfasında yazanları dikkatlice okudum önce, sanırım "icat" kavramının büyüklüğü ile "mucit" etiketinin parlaklığı üzerine kurulmuş proje:

İcadına - projesine güvenenleri, hayallerini gerçekleştirmek için TV yarışmamıza davet ediyoruz.

Teknoloji harikaları peşinde değiliz.Hayatı kolaylaştıracak orijinal projeler, insanların satın alacağı işler arıyoruz...


Mucit adayları Nisan ayında belli başlı kentlerde jürimizin ön elemesinden geçecek.
Türkiye’nin dört bir yanından gelecek mucitler, jürimizin önünde buluşunu sergileyecek, yarattığı ürünü anlatacak.

UYARILAR

* İcatların içeriklerinde ilaç, tıbbı alet, bitki, yanıcı madde, kimyasal ürün, ulusal güvenliğe etki edebilecek ürünler olmamalıdır.

* Bilgisayar programları, bilişim yazılımları icat kapsamına girmemektedir.

* Kullanışlı bir iş planı da icat kapsamına girebilir. Mutlaka elle tutulur fiziki bir icat beklentisi yoktur.

* Yarışmacı istediği kadar icat ile katılabilir . Ancak bir süre kısıtlaması vardır ve icatlar bu kısıtlı süre içinde sunulmalıdır.

* Her yarışmacıya icadını tanıtması için kısıtlı bir süre tanınacaktır.

* İsteyen yarışmacılar icatlarını tanıtmak için görsel sunumlardan da yararlanabilir.

* 18 yaşın altında olan ve finale katılmaya hak kazanmış yarışmacıların ebeveynlerinden en az birisinin yarışma sırasında bulunması şarttır.

* Taşınması zor icatlar film, fotoğraf ya da sunumlarla temsil edilebilir.

Heyet-i umumiye azaları arasında bir arkadaşımızın da olması sevindirici -formasyonu gereği kendisine çok iş düşecek- ama diğer üyelere bakınca gözümün önünde "Popmucit Alaturka" modeli görüntüler canlanıyor, engel olamıyorum...

Umarım zaman -genellikle yaptığı gibi- beni yine haksız çıkarır...

"İcat", "inovasyon", "üretim" kavramları pek çok disiplin üzerinden okuma gerektiren derin kavramlar ve kütüphanemi karıştırıp tekrar okumalar yapmam gerektiğini hatırlattı bana. Bu yazı bir televizyon programının tanıtımında hareketle şimdilik kişisel bir giriş olsun sadece zira mevzu çok derin açılımlara sürükleyebilir kişiyi...

Portecho pek iyiymiş...

Portecho aktivitesi ile ilgili yorumları okuyunca gidemediğime daha da üzüldüm zira pek eğlenceliymiş. Ama yine de olsun varsın diyorum bir yandan, konsere gidilemeyen gece başka hoş bir tesadüfe gebeymiş :)

Istosh

Haftaya bir ya da iki günlük bir İstanbul seyahati olabilir, tez haber salına ilgililere! Hatta belki haftasonu için Ankara'ya gelen Nonay'la beraber güle oynaya İstanbul'a gidilebilir -ya da dönülebilir mi demek lazım :) - zira kendisi günlerce birlikte seyahat edilse bile hiç sıkmayacak ve kahkahası eksik olmayan bir insandır...

20 Mart 2007

Tesadüf

Güzel bir mekanda şahane bir yemek, şarap ve yabancı dilde kahkahalar bir yana bu gece mühim birşey oldu; Pek kıymetli bir insanın ortak arkadaşımız olduğunu öğrendikten sonra son birkaç haftadır "Yahu telefonunu bulup arasam, oturup iki laflasak" dediğim güler yüzlü güzel arkadaşla en olmadık yerde karşılaşıldı, telefonlar alınıp verildi, sözleşildi, pek keyifli bir tesadüf oldu...

Nassı Yani..?

- Nerde yiyoruz akşam..?
- Nassı yani..!?
- E yemeğe götürücez ya adamları..?
- ...
- Sorun mu var..?
- Sorun değil de, (Kısık sesle, ayıp birşeyler söyler tonda) Portecho konseri vardı da bu akşam...
- Portecho ne ki..?
- Hani var ya... Portecho işte... Electronica-Rock hadisesi... Vik vik vik...
- ...?
- Hani var ya... (Tempo tutarak) In this townnnn... We have no sympathyyyy...
- ...

Sessizlik ölümcül boyutlara ulaşır... Ufukta kaybolurken MartinMystere'nin aklında yarınki Baba Zula okasyonunun heyecanı vardır...

Işıltı...

"Işıltılı, etkileyici ve farklı"

İnsan daha fazla ne duymak ister ki şu hayatta :)

19 Mart 2007

Şanslı...

Şanslı gülüşüm ve ben kesinlikle iyi bir ikiliyiz :) Bugünü not edeyim de sonradan hatırlamam gerekebilir!

Yeni Türkü

Perşembe Yeni Türkü o zaman... "Resim"i de söylerler herhalde, lise yıllarımda sürekli dinlediğimi hatırladım, inanmak zor ama ipod'suz yıllardan bahsediyorum :P
O kadar sevdim ki resmini
İşte bugün konustu benle
Yorulmuştum çalışmaktan
Karda uzun yürüdük senle
Geceleri resmine baktım olanları anlattım
Seni bir görsem diye diye
Uyudum yağmurun sesiyle
O kadar sevdim ki resmini
Okuduğum her cümlede
Konuştuğum her insanda
Gördügüm her güzellikte
Sende varsın
Sen hep varsın
O kadar sevdim ki resmini

Hafta

Yine erkenden ve kendiliğimden uyandım bu sabah; Kahvenin kokusu keyifli bir haftanın başladığını haber veriyor. İş temposu yoğun olmasına yoğun ama keyifli programlar ve insanlar da beni bekliyor. Şanslı gülüşüm ise hep yanımda zaten :)

18 Mart 2007

Kadıköy Grubu Önde Gidiyor...

Farklı kimliklerle siber alemde karşımıza çıkmasıyla yeni çağın Tom Braks'ı olarak anılmayı hakeden Turgut'un yazdığı bir yorumdan alıntıyı aralarda kaybolmasın diye manşete çıkarıyorum. Kadıköy grubu önde gidiyor, Karşı grubundan bir atak bekliyoruz.

"...Simdi, istanbulda bisiklete binilir mi olm deme, her nekadar devasa bir sehir olsa da, burasi Ankara degil, obarak gubarak sesler cikararak kimse arabasini ustune surmez burda adamin. Dortbucuk yasindan beri ikiteker uzerinde dolanan biri olarak bu konuda gozlemlerime guveniyorum, ve diyorum ki, istanbulda bisiklet kullanimi yayginlasiyor. Avrupa yakasinin tepeli yapisi yuzunden maalesef bu istenilen duzeye cikamayacak, ne bileyim bir Munih gibi, Bir Milano gibi duz bi sehir degil burasi.. Orda herkes tingir mingir bisikletle ise gider, hanimlar icabinda etekli, oha meger g-string'li falan, gezer durur yollarda ama, istosh oyle kolay lokma degil, duz olmadigi icin tepeleri cikarken terlersin les gibi, eh sonra da ofiste oturamazsin haliyle.. Amma ve lakin, Kadikoy'de oturuyorsan eger, hayat baskadir. Istanbullularin Avrupa tarafinda oturan kismi, eskiden ben dahil, Kadikoylulerle dalga gecer hep, "Khalkedonia, korler diyari demektir.." gibi seyler soylerler bilmis bilmis. Ama burasi duzdur, bisiklet icin duzenlenmis sahil yollari vardir! Ve o sahil yolunda, gunesli bir gunde, adalar ufukta, arkada Yalova, acik mavi gok yukarda,koyu mavi deniz asagida, millet sahilde guneslenir, denizde yelkenliler gezer, sen de oole sallana sallana bisiklete binersin, neden anlamazsin ama mutlu olursun istemesen de. Sonra, canin isterse atlarsin vapura veya motora, gecersin o ufuktaki adalardan birine, cennet gibidir mubarekler hafta sonlari buyukada haric, ama yine de be! o da cennet gibi.. ne trafik vardir ne bisey, camlarin arasinda bisiklete binersin, sanki Fethiye'ye isinlanmissindir bir akbil basarak. Cigerin varsa, yetmez, bacak da lazim, cikarsin tepeye Ayayorgi'ye. Orda, benim sozlerim yetmez, gormek lazim manzarayi iste.. Google earth'ten bakma bosuna, alakasi yok! Sonra acikirsin, kofteleri, patates kizarmasini, adalar firininin nefis taze ekmegini, zeytinyagli salatayi lupletirsin, belki bir de bira? oooh boole serotonin serotonin tam olursun, temiz havasi da bedava! Yaaa kardesim.. iste bu korler diyari boyle bi diyardir, aman ses etme sen ben bilelim, bi de bilen bilir zaten! Biz burada iki bisikletciyiz, motosikletlerimizi sattik, bisikletlerle keyfimiz sahane! Bekliyoruz..."

Kadın: İmaj ve Gerçek



İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Atlas Dergisi işbirliğiyle hazırladığı, “Kadın: İmaj ve Gerçek” fotoğraf sergisi, dünyanın 100 farklı bölgesinden 100 farklı kadını İstiklal Caddesi’nde buluşturmuş. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın açılışını yaptığı Açık Hava Sergisi, 30 Mart’a kadar İstiklal Caddesi’ni ziyaret eden İstanbulluları karşılayacakmış...

Şimdi bundan banane ve sanane ki diyeceksiniz ama bir dakika! İstiklal Caddesi'nde kader arkadaşım Güneş Kocatepe'nin de iki adet fotoğrafı sergileniyor:






Güneş Kocatepe'yi -eğer varsa- blogumu takip edenler 2006 yılının Haziran ayında yazdığım bu yazıdaki Bush'u Beyaz Saray'ın önünde siyah don gösterirken ölümsüzleştiği fotoğrafına getirdiği şu açıklama ile hatırlayacaklardır;



"Abi simdi beyaz sarayda fotoraf cekiyorum. Zaten etraf polis-gisli servis kayniyor. Bir de benim objektifin kapagi tam Bush amcamiz konusurken bulundugumuz podyumdan ucuz plastik sesleri cikararak assagi dusmesin mi? Yanimdaki hatun bana gulerek 'objektif kapagini almayacakmisin' dedi. Ben de bi objektif kapagi icin bugun vurulmaya hic niyetim yok dedim. Zaten herifin konusmayi sabote ettik sakarligimizla bi de yerimizden oynarsak iyice kil olacaklar. Olan bize olacak, durbunlu tufekle vurulcaz filan... Sonra Bush amcamiz bu seksi su donunu gosterdi. Ben de bastim deklansore. Olayin ozu budur. Art niyet yoktur, kurgu vesayire de yoktur. Gazetecilik etikleri cercevesinde cekilmis bir fotograftir."

Güneş Kocatepe tabii ki bu kadarla yetinecek bir adam değildir, kendisi Hindistan seyahatlerinde Bollywood filmlerine de katkı yapmıştır : http://ogomogo.com/blog/2007/02/21/hintli-supermen/

Güneş Kocatepe'yi tanıyanlar bilir, anlatmakla bitmeyecek bir adamdır. Kendisinin 10.yıl mezuniyet madalyası hala bende olup, "Tamam abi ya valla göndericem" dememe rağmen göndermeyi unutacak kadar da tembelliklerimize hoşgörü gösterecek bir ilişkimiz vardır. Kendisinden alınan en son haber pilot eğitimi aldığı ve bende bıraktığı Mister No kıvamında bir modele doğru kaydığı izlenimidir.

İki hafta önce İstanbul'da Beşiktaş Balıkçılar Çarşısı'ndaki bir meyhanede yapılan "hakandincer v2.0'a doğru" başlıklı keyifli toplantıya katılan Türk, Fransız ve Alman milletinden insanlardan oluşan onbir kişi tarafından da eksikliği hissedilen birkaç kişiden birisidir. Bu etkinliğe Ogo ve Burçak telefonla canlı olarak katılarak kendilerinden beklenen sorumlu davranışları sergilemişlerdir.

Bu aşamada yapılacak olan şey son İstanbul seyahatine benzer bir etkinliği tez zamanda tekrar organize etmek, bu sefer Beyoğlu'nda bir yerlerde toplanarak Güneş Kocatepe'nin fotoğrafları önünde durup "Olm bunları bizim argadaş çekti layn!" diye nümayiş yaratmaktır.

Link : "Kadın : İmaj ve Gerçek" sergisindeki fotoğraflar
Link : İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin sergi ile ilgili basın duyurusu

17 Mart 2007

Düşünmekten Daha İyi...

"Huzursuzluktan kurtulmak için düşünmekten daha iyi birkaç yol vardır. Yaşadığımız sorunu kağıda dökerek ya da birilerine anlatarak onu daha bir net kavrarız. Kavradıktan sonra da, sorunun kendisini olmasa bile, bize sıkıntı veren yanlarını, bizde yarattığı kafa karışıklığını, şaşkınlığı ortadan kaldırabiliriz..." *

Plan yaparsın -düşünmemek için belki de- kaybolmak üzeresindir ki bir telefonla eve dönersin. Evde babayiğit bir adam, ailesini -eşi ve iki küçük çocuğunu- alıp başka bir şehirden çat kapı gelmiştir. "Oğlunuzu tanırdım bende büyük emeği var, 86 yılında yanındaydım yıllar sonra aldım haberini, hep gelmek istedim bugüne nasipmiş. Ailemi de getirdim, sizinle tanışsınlar istedim, yarın da mezarı başında dua edip döneceğiz." der annene babana.

Şaşırırsın, gerçekten bizi bulmak için nereleri aradığını, kimlere ulaştığını anlattıkça daha da çok şaşırırsın. Kalacak yer olarak da bir misafirhane ayarlamıştır ailesi için, samimiyetini koyar ortaya, hem ailesine hem bize gururla anlatır anıları...

Şaşırırsın ama şaşırmamam gerek aslında dersin, çevrendeki neredeyse bütün ilişkiler bu kadar maskesiz, bu kadar samimi, bu kadar içtendir aslında hep. Gelmiştir, acıyı paylaşmış ve hiçbirşey beklemeden, altyazı olmadan aklındakileri söylemiş ve çıkıp gitmiştir. "Helal süt emmiş bu çocuk!" payesini alır hakkıyla...

Kimseye anlatamazsın derdini, herkes özgürlükçüdür, özgürlüğüne düşkündür. Ziyanı yok yarını da atlatırsan kendine gelirsin artık. Bakalım aylar sonra bu yazdıklarını tekrar okuyunca ders çıkarabilmiş misin kendine..?


*Epikuros'a göre, mutlu olmak için edinilmesi gerekenlerin listesi,
Bölüm 3'den (Düşünmek) alıntı.
Felsefenin Tesellisi, Alain De Botton
Sel Yayıncılık, 2004

İki İyidir

Vücudumdaki alkolü ve kullanmadığım halde ciğerlerimdeki sigara dumanını atmak için bir yol ararken, bugün kafamı kaldırıp güneşe bakınca aklımda tek şey vardı; Bisikletim.

Vakit kaybetmeden eve gittim, kıyafetlerimi değiştirip bisikletimi arabaya yükledim. Arada beni geciktiren tek şey bağlama zincirinin şifresini hatırlayamam oldu, çeşitli olasılıkları denedim ama hiçbiri işe yaramadı maalesef. Hayır bisikletime güvenmediğimden değil, biliyorum ki o beni bırakıp bir yere gitmez de hani olur ya kötü niyetli birisi iki dakika bir yerde ben kahve içerken filan kapar diye...

Evet bisikletimi arabaya yükledim ama tabii ki lastiklerini kış için indirmiş olmam nedeniyle pompayı da yanıma aldım ve doğruca Odtü'ye gittim...

Arabayı kütüphaneye parkettikten sonra Mimarlık Fakültesi'nin önündeki çimlerde önce bisikletimin tekerlerini şişirdim, birkaç mekanik kontrol yaptım, fakültenin meşhur çeşmesinden su içtim, mataramı doldurdum, çimlerde bir süre miskinlik yaptım...

Ve ardından bisikletimle birlikte gezmeye başladık kampüste bir aşağı bir yukarı, sadece yürüme yolundan değil ağaç dalları kafamıza çarpmasın diye eğilerek aralardaki patikalardan, yokuşlardan zorlanarak çıktık, insanlara, çiftlere, yalnızlara, çocuklara baktık... Sadece su içmek için durduk, nerden baksan en az iki saat pedal çevirdik.

Yarından önce ve son zamanlardan sonra ter atmak, temiz ve güneşli havayı içime çekmek çok iyi geldi. Gösterdiğim performans da beni cesaretlendirdi aslında, bir iki gün daha pedal çevirsem Eymir'in çevresinde iki tur atabilecek duruma gelirim sanırım.

Ve sonuç olarak bu yazın aktivite planı belli oldu, bisiklet aksesuarları zenginleştirilecek -kask ve dizlikler alınacak- ve her ama her fırsatta pedal çevrilecek tıpkı bir sene önceki yaz ve ondan önceki yaz gibi...

Bu iki saatlik keyifli geziyle ilgili bir sürü ayrıntıyı not etmek istiyordum -mesela Fakültesin yan avlusundaki güvercinlerin benimle aynı seviyede bir süre uçmaları- ama hazırlanıp -yine ve uslanmadan alkollü- bir aktiviteye katılmak üzere bilgisayar başından kalkacağım. Bu arada bisiklet sevdamla ilgili 2005 yılının Ağustos ayında yazdığım bir yazıyı hatırladım, bir ara tekrar okuyayım;

Bir "Tekno-Fabl" Denemesi
MartinMystere, Ağustos, 2005

Bu Sabahlar...

Bir süredir sürekli geç saatlerde yatmama rağmen sabah saat 6 civarlarında ve hep aynı şekilde uyanıyorum.

Bir Anlamı Olmalı...

Acaba saat 10'daki "Bulutların Ötesi - Sözleştiğimiz Yer"e yetişebilir miyim -bu saatte insanlar ya çalışıyor ya uyuyor-, zira yarınki gösterime gitme şansım olmayacak..?

16 Mart 2007

Ada

Tam olarak bir ada gibi... Dışarıdan ulaşım sadece "diğerleri" izin verirse gerçekleşebiliyor. Diğerlerinin silahları var ve bazı bölümlere sadece onlar ulaşabiliyor. Asla adanın tamamını göremiyorsun, büyük resmi görmek için onlardan birisi olman lazım. Kendi kuralları var, herşey kocaman kontrollü bir deney ortamı gibi...

Ve adada gezinirken insanın aklını durduran tabelalar çıkıyor önüne : "Saçak altından yürüme!". Biraz daha ileriye gidebilsem gizli bir kapak bulacağıma eminim ama silahlı adamlar heryerdeler...

Tıpkı "Lost" gibi...

The Lost Room



Some doors are better left closed.


Son İstanbul seyahatimde dostların şiddetle tavsiye ettikleri The Lost Room adlı dizi Digiturk'un yeni kanalı Mymax'te yayınlanacakmış. E güzel.

Yalan Oldu

Pink Martini okasyonu şu an itibari ile yalan oldu, çok istenmesine rağmen insan gibi içki içmeyi bilmeyen insanlar bir önceki gecenin üzerinden geçen 16 saat sonra bile kendilerini aynı alkol düzeyinde hissettikleri için bu karara varıldı. Biletler için kendilerini en iyi değerlendireceği düşünülen yeni sahipler bulundu.

Tek teselli son konserlerinde kendilerini izlemiş olmamdı.

Çıkarılacak ders son nerece net; Alkol alınırken insani değerler zorlanmayacak bundan sonra. Bu sözüm tabii ki sadece kendime değil!

Selim Sesler



Hala kulaklarım çınlıyor; Pek keyifliydi müzik, müzisyenler, insanlar...

Gerçi anlaşıldı ki Sayın Güzel İnsan'la nereye gitsem orası en keyifli yer olacak bundan sonra :)

Kesinlikle şanslı gülüşün payı var :)

15 Mart 2007

5. Ankara Japon Filmleri Festivali

Şanslı ...

Telefonu "Şanslı gülüşün yüzünden eksik olmasın!" diyerek kapattı yine... Ve bunu ilk söylediği günden beri dikkat ediyorum, gerçekten de şanslı gülümsememi takındığım günler benim günlerim oluyor, etrafım güzelleşiyor :)

Sing! Never Mind The Words *



* Modern Times, Chaplin

Sessiz

Havalar iyi giderken birdenbire geri gelen soğuk ve dün aniden başlayan karın evin yaşlı beyi ve hanımının birdenbire hareketlenip sessiz bir koşuşturmacaya başlaması ile ilgili olduğunu anlamam önce biraz zaman aldı.

Kemik erimesi ve bel fıtığı gibi sağlık nedenleriyle doktorlarının kesinlikle ağırlık kaldırmalarını yasakladığı yaşlı çift, pvc doğramalar ve camlarla kapatıldığı için pek de soğuk sayılmayacak balkondaki küçüklü büyüklü çiçekleri saksılarından özenle tutup evin salonuna taşımaya başladılar.

Anladım ki aralarındaki bu sessiz uyum, çiçeklerin soğuktan zarar görmeleri endişesiyle sağlık sorunlarını ve doktor uyarılarını ihmal edip artık bakmakta zorlandıkları evin bu sessiz sakinlerini sıcacık salonda baş köşeye almaları için harekete geçirmişti onları.

...

14 Mart 2007

Çok Yaşa İrlanda..!

"Arkadaş"lar iyi ki var derken, her şeye, aradan geçen bunca zamana -bunca zamana- rağmen sorgusuz sualsiz seni kabul ediyorlarken, insan kendi kendine düşünmeden edemiyor etrafına bakınca; Kimdir arkadaş..?

Bir kere arkadaş kendiliğinden olandır, kendi kendine arkadaş olursun. Senin ona gitmen ya da onun sana gelmesine gerek kalmamıştır ki, herşey kendiliğinden olur. Nasıl başladığını hatırlamıyorsan ve aradan geçen yıllara rağmen tüm çocukluğunu tüm maskelerini bir yana atıp yanında gerçek "sen"i sergileyebiliyorsan gerçekten arkadaşsındır...



Her tarafı İrlanda bayraklarıyla dolu bir salonda -niye olduğunu düşünmeden- ağzın dolu dolu hep bir ağızdan İrlanda'ya küfür edebiliyorsan gerçekten arkadaşsındır...

Bilirsin ki arkadaşların seni hep düşünürler, konuşurlar... Ama bilirsin ki seni sana rağmen konuşmazlar. Senin olmadığın ortamlarda "Ama..." ile başlayan cümleler kurmazlar, çünkü onlar ne düşünüyorlarsa ve sen onlar hakkında ne düşünüyorsan herşeyi konuşabilirsin... Maske yoktur...

Arkadaşlar hep varsa arkadaştır, bazen senin kendi kendini düşürdüğün tuhaf -ve bazen acınası- durumu görürler ama seni incitmemek adına bunu söylemek için doğru zamanı beklerler... Çünkü onlar senin tarihindir...

Ve kesinlike anlaşılmıştır ki, gerçek arkadaşlar kendilerinin hep varolacaklarını bilirler, asla şüphe duymazlar, kendilerini sevgiliden, candan, canandan daha yakın bir yere koymazlar koymaya çalışmazlar... Onlar bilirler ki hep en kıymetlidirler, senin için en iyisi neyse seninle birlikte o hayale dalarlar, asla o hayalin yerini almaya çalışmazlar...

"Tarihi" olmayan insanların "gerçek" arkadaşları da olmuyor, olamıyor maalesef... Hadi deyince arkadaş olunamıyor, bir kere arkadaş olunca yıllar boyu sürüyor...

13 Mart 2007

Kozalaklar

İki kıymetli insanın telkiniyle dün geceyi içki içmeden geçirince artık böyle gider diye düşünmüştüm ama yanılmışım.

Daha 22 Şubat'ı atlatamamışken -ki 12 yıl geçmesine rağmen her yıl daha büyüyor acı- bugün gelen ve zarfının sol üst köşesinde Türk bayrağı ve altında dört yıldız bulunan zarfı açınca Pazar günü yapılacak törenle ilgili nazik ve güç veren mesajı okudum. Güçlü olmak lazım ama aradan geçen yıllar "Yahu olaylar farklı gelişseydi şimdi nasıl olurdu acaba?" diye düşünmek için daha çok şey getiriyor beraberinde ve çekilen tüm diğer kişisel sıkıntıları, acıları önemsizleştiriyor.

22 Şubat'tan bu yana daha da sık ziyaret ettiğim o bembeyaz mermerlerin doğal ışığı daha da aydınlatığı, yeşil çamlarla kaplı ve baharın yaklaşmasıyla türlü çeşit rengarenk çiçek için hazırlık yapan yere bu sefer de bu tören için gideceğim. Geçen Cumartesi orada kendi kendime saatler geçirirken -aslında kendimle şimdi hiç önemsememem gerektiğinin farkına vardığım bir konuda kavga ederken/hesaplaşırken- o sessizlikte havaların ısınmasıyla yavaş yavaş açılmaya başlayan kozalakların çıtırtılarını dinledim...

Sanırım bu Pazar kozalakların sesini dinlemek mümkün olmayacak...

Yeni Hayat

Birkaç yıl önce birisi "Hayatın benden daha yaratıcı olduğunu kabul ettim artık; Plan yapmayı, pişman olmayı bıraktım çünkü nasıl olsa o kendi bildiğini okuyacak hiç düşünmediğim şeyleri karşıma çıkaracak ve hep beni şaşırtacak çünkü hep öyle oluyor" demişti...

Bunun ne demek olduğunu bugün anladım, -fevkalade olumlu anlamda- şahaneymiş :)

Bu da kendi tarihime not düşüle..!

12 Mart 2007

Neşelendir Beni Ankara!

MartFest'te Portecho hemen ertesi gün Baba Zula Nefes Bar... Ankara beni neşelendirmek için elinden geleni yapıyor :)

http://www.babazula.com/
http://www.myspace.com/portecho

Day Break



Geçmesini bekleyemeyeceğiniz kadar kötü bir gününüz oldu mu hiç? Her şeyin ters gittiği... Peki bu günü 'gerçekten' ardınızda bırakamazsanız neler olur dersiniz?

Day Break daha önce sinema filmlerinde birkaç kez işlenmiş bir konuyu haftalık bölümler ve bol aksiyonla tekrar önümüze getiriyor; Her sabah aynı güne uyanıyorsanız ve bunu sadece siz biliyorsanız ne yapardınız? Marketten çıkan kadını otobüsün altında kalmaktan mı kurtarırdınız yoksa sizi cinayetle suçlayacakları kirli silahtan mı kurtulmaya çalışırdınız..?

İlk bölümü yeni fanatikler yaratacak bir dizi olacağı işaretlerini veriyor, hadi hayırlısı...

Day Break (Dizimax)

Day Break (ABC)

Spielberg’in temcit pilavı: Tenten

"Tenten de Beyazperdede" başlığı ile Habertürk'ün haberinden alıntıladığım yazıya Ogo'dan hiç gecikmeden provokatif bir yorum geldi;

Spielberg’in temcit pilavı: Tenten

Tenten de Beyazperdede *



Steven Spielberg, Belçikalı çizer Herge'nin 78 yıl önce çizdiği “Tenten”e yeniden hayat verecek

Çizgi roman dünyasının en gözde kahramanlarından Tenten'in maceraları ünlü yönetmen Steven Spielberg tarafından beyaz perdeye taşınacak. Belçikalı çizer Herge'nin 78 yıl önce çizdiği “Tenten”, 2009 yılında sinema perdesinde izleyiciyle buluşacak.İnternetteki “moviehole” ve “contact music” sitelerinin haberlerine göre, 1983 yılında Tenten'in film haklarını satın alan Spielberg, senelerdir üzerinde çalıştığı projesini nihayet hayata geçiriyor.

Filmi Dreamworks şirketinin çatısı altında yapacak olan Spielberg, gösterim tarihi olarak da 2009 yılını hedefliyor.

Henüz kadrosu kesinleşmeyen film için düşünülen oyuncular arasında, ”Everwood” ve “Vatansever” filmlerinde rol alan 26 yaşındaki genç aktör Gregory Smith, Tenten adayları arasında başı çekiyor.

“Harry Potter” serisinde “Ron Weasley” karakterini canlandıran 19 yaşındaki oyuncu Rupert Grint'in de rol için ismi geçiyor. Kızıl saçlı genç aktörün, benzer fiziksel özelliklere sahip Tenten için iyi bir seçim olabileceği belirtiliyor. Spielberg'in Tenten adayları arasında Kirsten Myburgh adlı oyuncunun da bulunduğu gelen haberler arasında.

Herge Stüdyolarının başında bulunan Nick Rodwell de şirketin film üzerinde çalıştığını doğruladı. Rodwell, 2009 tarihini uygun buldukları filmin ön prodüksiyon aşamasında olduğunu söyledi.

DÜNYANIN EN MEŞHUR GAZETECİSİ

Belçikalı çizer Herge tarafından 1929 yılında yaratılan Tenten'in orijinal adı Tintin.

“Tenten'in Maceraları-Les Aventures de Tintin” adıyla yaratılan çizgi roman dizisi, 20. yüzyıl Avrupa çizgi romanlarının en ünlülerindendi. Diziden 200 milyondan fazla kitap basıldı ve dizi 50'den fazla dile çevrildi.

Serinin kahramanı, genç bir gazeteci ve gezgin olan Tenten'in maceralarında her zaman köpeği Milu, arkadaşı Kaptan Haddock ve başka pek çok renkli karakter eşlik etti.

Sürükleyici öyküler, sonraki hikayelerdeki titiz araştırmalarla büyük takdir topladı. Öyküler, fantezi, polisiye ve bilim-kurgu gibi pek çok tarzı bir araya toplarken, tüm Tenten hikayeleri mizah da içerdi. Hatat bu öykülerde zeki bir hiciv anlayışı ve politik, kültürel eleştiriler de yer aldı.

Doğum günü 10 Ocak 1929 olan Tenten'in 75. yaşı 2004'te bütün tanındığı yerlerde kutlanmıştır. Tenten, büyük ölçüde Herge'in daha önceki karakteri olan ve Tenten ile büyük benzerlikler taşıyan “İzci Totor” esas alınarak yaratıldı. Dünyanın bu “en meşhur gazetecisi”, her macerasında harıl harıl çalışırken görülse de pek nadir haber teslim edebilmesiyle tanındı.

Tiyatro oyunu olarak da bir çok kez uyarlanan Tenten, dünyanın dört yanında hatıra pullarına, hediyelik eşyalara ve oyuncaklara konu oldu. Ocak 2004'te Tenten'in 75. yaş günü sebebiyle Belçika'da 50 bin limitli 10 avroluk hatıralık madeni para bastırdı.

Bunun yanında, Tenten, pek çok kişiye ilham kaynağı da oldu. 1980'lerin İngiliz tekno pop grubu The Thompson Twins'e, ünlü Tenten karakterlerinin İngilizce versiyonları isim babalığı yaptı. Avustralyalı rock grubu “Tin Tin” de sevimli çizgi kahramanın ilham alan bir başka topluluk oldu.

* http://www.haberturk.com/haber.asp?id=17185&cat=320&dt=2007/03/12

İdare Eden İnsan ile Anlayan İnsan Arasindaki Fark

Çok kıymetli ve sayın insan gumush'un ekşisözlük entry'lerine bakınırken cadi'nın aşağıdaki enrty'sini okudum ve kendi tarihime not düşeyim dedim;

idare eden dalkavuktur... idare ettikleri kisiye ve sahip olduklarina ihtiyaci vardir, anlamasi gerektigini dusunuyor ve kafayi emme basma tulumba gibi sallayarak ya da zeki bir kimse ise retoriden yardim alarak o insanin hayatinda bulunmayi, onu elinde tutmayi beceriyordur. kompleks sahibi insanlarin ego yastiklaridir bunlar...

anlayan insan ise; seviyordur, benzer yollardan gecmistir belki bu insanlar, belki ayni hatalari yapmislardir ordan geliyordur bu degirmenin suyu, belki herseyin bir nedeni oldugunu fakat bu nedene herzaman vakif olunamayacagini cozmuslerdir, belki de bunlarin hic biri onemli degildir de, basta soyledigim gibi, sevmistir ve bu yuzden onun butun nedenlerini anlamaya calisiyordur. candir bu insanlar. canandir.

11 Mart 2007

Hiçbir...

Hiçbir kent
vermez sevgisini
bir sevgiliyle dolaşmadan
içinde
öpüşmeden kuytularında

Sen daha bekle.


Güven Turan, Görülen Kentler

Tahirle Zühre Meselesi *

Bazı insanlar şiiri reddeder, gülüp geçerler tekerleme muamelesi yapıp... Ben ise şiirden biraz da korkarım aslında... Kütüphanelerce kitap okursun, romanlar, öyküler, makaleler, araştırmalar ama bir gün bir şiir okursun/dinlersin -ki bazen sadece şiirdir bazen bir şarkının notaları arasına saklanmıştır- bildiğin okuduğun herşeyi bir yana seni bir yana koyar bildiklerine uzaktan bakmana neden olur. Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık, yahut hiç sevmeseydi, Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.

Meselâ bir barikatta dövüşerek
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
meselâ denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.


* Nazım Hikmet

8 Mart 2007

Lemon Tree | Fool's Garden

I'm sitting here in the boring room
It's just another rainy Sunday afternoon
I'm wasting my time
I got nothing to do
I'm hanging around
I'm waiting for you
But nothing ever happens and I wonder

I'm driving around in my car
I'm driving too fast
I'm driving too far
I'd like to change my point of view
I feel so lonely
I'm waiting for you
But nothing ever happens and I wonder

I wonder how
I wonder why
Yesterday you told me 'bout the blue blue sky
And all that I can see is just a yellow lemon-tree
I'm turning my head up and down
I'm turning turning turning turning turning around
And all that I can see is just another lemon-tree

I'm sitting here
I miss the power
I'd like to go out taking a shower
But there's a heavy cloud inside my head
I feel so tired
Put myself into bed
Well, nothing ever happens and I wonder

Isolation is not good for me
Isolation I don't want to sit on the lemon-tree

I'm steppin' around in the desert of joy
Baby anyhow I'll get another toy
And everything will happen and you wonder

I wonder how
I wonder why
Yesterday you told me 'bout the blue blue sky
And all that I can see is just another lemon-tree
I'm turning my head up and down
I'm turning turning turning turning turning around
And all that I can see is just a yellow lemon-tree
And I wonder, wonder

I wonder how
I wonder why
Yesterday you told me 'bout the blue blue sky
And all that I can see, and all that I can see, and all that I can see
Is just a yellow lemon-tree

7 Mart 2007

Martfest - Odtü

Fedailerin Kalesi Alamut | Wladimir Bartol

Sayın Ejder hanımefendi bira masasında hayat ve hayatlarımız üzerine keyifle konuşurken konu "gerçeğe" gelince bu kitaptan alıntılar yaptı ve beni meraklandırdı...

Fedailerin Kalesi Alamut | Wladimir Bartol