“Hadi kalk..! Gidiyoruz…” diye seslendi aşağıdan, o anda uyuyor muydum yoksa uyanık mıydım tam hatırayamıyorum ama hani olur ya hayatta hiç ama hiçbir şeyden keyif alınamayan anlardan birisini yaşıyordum galiba… Çok keyifsizdim…
“Sana da olur mu..? Hayatta hiç ama hiçbir şeyden keyif alamadığın...?” dediğinde “Tamam..!” dedim kendi kendime “Kesinlikle rüya görüyorum…”
“Hadi bin de seni uyandırayım, kendine getireyim” dedi ve işte o zaman rüya görmediğimi fark ettim. Neredeyse hiç pedal çevirmeden bisikletim beni çoktan son hızla etrafı her tonda yeşil ağaçlar ve artık sararmaya başlamış otlarla çevrili toprak yolda bir yerlere doğru götürmeye başlamıştı. Kafam sürekli gökyüzüne çevrili gezdiğimden toprağın renginin de sarıya çaldığını daha önce fark etmemiştim, etrafta insan yapısı tek tük tek katlı evler dışında sarı-yeşil renk paletine uymayan hiçbir şey yok misafir gelmeden önce derli toplu görünsün diye temizlenip toparlanmış bir ev gibi…
Yokuş aşağı gidiyor olmamamıza rağmen pedal çevirmeden hızımız sürekli artıyordu, hava çok sıcak olduğu için yatarken giydiğim pamuklu tişört hala üzerimdeydi ve rüzgar belimden, boynumdan girip tişörtü şişiriyordu. İçimden bir türlü havalanmayan bir uçurtmaya benzediğimi düşünüyordum ki “Ne düşünüyorsun..?” diye sordu ama cevap vermedim. Ben sessiz kalınca o da uzatmadı ve sanki bensiz de –Oysa ki bensiz hiçbir yere gitmediğini/gidemediğini zannediyordum- defalarca geçtiği yollarda bir sağa bir sola sapıp vücuduma ve suratıma çarpan rüzgarla iyice ayılmamı sağladı.
“Burada biraz dinleneceğiz” dediğinde zaten epeyce yavaşlamıştık, bir süre yanımızdan uçan kelebeğin siyah –evet siyah- kanatları üzerinde kavuniçi tonlarında benekleri olduğunu son derece net görmüştüm çünkü…
Beni sırtından atıp, kendisi de tek ayağına dayanmış mahalle serserileri gibi sağına kaykılıp dinlenme pozisyonuna geçtiği yer ana yoldan geliş yönümüze göre sağda yıkık taş duvarın üzerinden yola tam çapraz içeri doğru giren bir patikanın başlangıcıydı. Buradan nereye gidilir ki diye gözlerimle patikayı takip edip kafamı kaldırdığımda sarı taşlardan yapılmış ama ne camları ne de çatısı artık kalmamış yıkık evi gördüm. Odaları, duvarların içerisine oyulmuş yüklükleri ve –hayret- çalınmamış pencere demirleriyle ev bir harabeden çok orada bir ağaç gibi kendi kendine büyüyen -kendi kendini inşa eden- bir canlıya benziyordu. Bir iki yıl sonra aynı yere tekrar gelsem evi kendi kendini tamamlamış bulacağım hissine kapıldım.
Yıkık evde bir zamanlar kimlerin yaşadığını hayal etmeme fırsat vermeden sabah beni uyandırdığı tonda “Dönelim..!” dedi. Sabahın köründe su içmek adetim değildir –karpuz yemeyi tercih ederim, bunu söylediğimde insanların suratındaki garip ifadeyi yorumlayamıyorum- ama bilinçsizce elimi su matarasına attığımda dışından bile hissedilebilecek şekilde buz gibi su dolu olduğunu anladığımda bana emir verir gibi konuşmasından dolayı sinirlendiğim için bu sefer de kendime kızdım.
Buz gibi su iyi gelmişti ama bana çaktırmadan matarayı niye doldurduğunu dönüş yolunda anladım; Eve dönebilmemiz için kilometrelerce pedal çevirmem gerekiyordu çünkü bisikletim “Hadi bakalım sıra sende” dercesine bütün işi bana bırakmış gelirken benim yaptığım gibi etrafı seyre dalmıştı ben ter içerisinde pedal çevirmekle uğraşırken.
“Biliyor musun..?” dedim “Arabayla giderken yolda böcek ya da karınca ezdiğimi hiç fark etmemiştim ama şimdi ön tekerleğinin altında bir sürü karınca eziliyor gözlerimin önünde…” Bir süre sessiz kaldı ama ne kadar uğraşsam da karıncalar ezilmeye devam ediyordu, ezmemek için yönümü değiştirdiğim karıncıların hayatlarının karşılığında başka karıncalar eziliyordu. “Karıncaları ezen ben değilim, sensin!” dedi birden. Uzatmadım… Zaten pedal çevirmek yeterince zorluyordu beni, bir de ona laf yetiştirmeye çalışsam iyice soluksuz kalacaktım…
Evden çıkalı bir hayli vakit geçmesine rağmen ortada hala bir allahın kulu yoktu, en azından sütçü geçerdi bu saatte ya da sabahları sarı-lacivert eşortmanları içerisinde yürüyüş yapan Süleyman Amca’ya rastlamayışım garip diye düşündüm bahçe merdivenlerinden içeriye doğru bisikleti taşırken…
Yine sağa kaykılıp dinlenme pozisyonuna geçtiğinde “Gidip geldiğimiz yolun göçmen kuşların güzergahı üzerinde olduğunu bilseydin bir de…” diye geçti aklından bisikletin ama bunu benimle paylaşmadı…
15 Ağustos 2005
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
1 yorum:
sen bana bir matara al..
ben kendime yıllar sonra yeni bir bisiklet..
düşelim yollara..
o eski demirleri sağlam kalmış çatısız eve gitmek istiyorum ben de..
fotoğraf makinelerimizi unutmadan :)
Yorum Gönder