31 Aralık 2004

Two facades - Barcelona

Ogo'nun "Two facades - Barcelona" başlığı altında yeni eklediği iki yeni fotoğrafı mutlaka görmek lazım...

http://ogomogo.blogspot.com/

29 Aralık 2004

Yoksa bu Marduk'un işi mi? *

Burak Eldem'in "2012: Marduk'la Randevu" kitabını okuduktan sonra bir süre Pembe Panter'in kendisiyle birlikte başının üzerinde gezen küçük yağmur bulutu gibi ben de kafamın üzerinde kocaman soru işaretleri ile gezmiştim... Hatta kitapla ilgili bir yazı da yazmayı da planlıyordum ama sonradan -geçici olarak- vazgeçtim. Şimdilik sadece Serdar Turgut ve Engin Ardıç'ı gözetlemekle yetiniyorum, ne zaman ki Kuzey Kutbu'na taşınırlar o zaman ben de anlayacağım ki Marduk yaklaştı ve birşeyler altüst olacak. Şimdiden Kutup'da bir kooperatife girdim, 2011'de teslim edecek müteahhit...



Her neyse, Güney Asya depremi ve hakkındaki tartışmalar birçok kişi gibi benim de tekrar Marduk'la ilgili şeyler düşünmeme sebep oldu. Burak Eldem http://2012.burakeldem.com adlı sitesinde bu konuda birşeyler yazıyor. Kitaptan hareketle Burak Eldem'in değerlendirmelerine dikkatli yaklaşıyorum ama Serdar Turgut ve Engin Ardıç üzerine bu kadar düştüğüne göre dikkatlice okumakta fayda var...

* Yoksa bu Marduk'un işi mi? / Burak Eldem

28 Aralık 2004

Kuşların Dilinden Konuşmak...

Bu aralar bilim-kurgu yaratılarına (bilim-kurgu sineması, edebiyatı, çizgi-romanlar ve yansımaları...) kafa yoruyorum ve pek çoğunda karşıma çıkan insan-makina/robot ilişkisindeki kurgunun aslında işin "kurgu" tarafından çok "bilim" tarafından beslendiğini daha da net görüyorum.

Şöyle açıklamaya çalışayım; İnsan, kendi üretimi olan çocuklarına kendi dilini öğretip onlarla iletişim içerisinde onları büyütüyor ve hayatın bağımsız bir parçası haline geldiğinde toplum içerisine karıştırıyor.



Ama yine insan, yine kendi üretimi olan makinelerle/bilgisayarla konuşmak için tabiri caizse aciz kalıyor ve kendi dilini öğretemediği gibi onlarla iletişime geçip -şimdilik sadece- iş yaptırabilmek için onların dilini öğrenmeye çalışıyor. Hatta makinelerin dilinden konuşmak için en parlak, en zeki bireylerini seçiyor onları makinelerle konuşmak için eğitiyor. Ama makineler henüz öğrenemediği için hep insanlar onlar gibi düşünüp, onlarla konuşmaya çalışıyor, onların dilini öğrenenlerin sayısı her geçen gün artıyor...



Örnek verirsem sanırım daha açıklayıcı olacak; Etrafınızda farklı disiplinlerden bilgisayar programları ile uğraşanlara bakın bir, sadece sıfırlar ve birlerden anlayan "makine"lerle konuşabilmek için onların dillerini evet aynen kuralları, grameri olan yabancı bir dili öğrenmek gibi öğrenip onlara iş yaptırmaya çalışıyorlar... İşte kurguyu besleyen bilim bu, kuşların dilinden konuşup onlarla bir ordu kuran Hz.Süleyman'ın hikayesinden hareketle makinelerin dilinden konuşup onlara istediğini yaptıran bir kahramanın hikayesinin "Matrix"den ne farkı var..?

*** Computers in fiction (Wikipedia'dan)

20 Aralık 2004

Kilimi Küçük Türkiye

Nonay 17 Aralık zirvesi, AB ve Türkiye'nin rolü üzerine süper bir yazı yazdı. Küçüksu Kasrı'yla başlayarak İstanbul müzeleri serisi de yakında gelecek... Buradan buyrun:

Doğduğum ve çocukluğumun geçtiği Pazartekke’de evimizin tam karşısında çayır çimen bir arazi vardı ki saklambaç, körebe ve evcilik oyunlarımız için bulunmaz nimetti. Bir gün, hergün oynadığım mahalle çocuklarını görünce çayır çimende, kilimimi, bebeğimi alıp gittim yanlarına... Hergün benimle oynayan insanlar, o gün kilimin küçük deyip almadılar beni oyunlarına. Ağlayarak gittim eve, annemden piknikte kullandığı büyük kilimi istedim, annem de “Sokağa veremem” deyip reddedince beni, oyunsuz kalakaldım. Yılmadım, tekrar gittim çayıra; baktılar önce elimdeki yine küçük kilimime, sonra gözlerime; annemin kilimi vermediğini ama benim onlarla oynamak istediğimi söyledim. Aldılar beni oyuna ama ne anneydim, ne baba, ne çocuktum ne de öğretmen, öyle küçük ve silik bir rolüm vardı ki inanın hala hafızamı zorluyorum o gün ben ne oldum diye. O günden sonra da ben onları hayatımda çok silik bir yere koydum. Kimsenin silik rolü olmadığı kendi oyunlarımı yarattım, isteyen herkesi davet ettim, kimse yoksa da kendim oynadım.



Geçen Perşembe gününü aldığım gribal bir virüs nedeniyle evde geçirmek zorunda kaldım. Tarihi 17 Aralık zirvesini enine boyuna izlerken birden yaşadığım bu olay geldi aklıma. Çayırda oynayan çocuklar... Kilimi küçük Türkiye... Ağlayıp annesine şikayet etmesin, annesi de “Gelip niçin çocuğumu almıyorsunuz oyuna” deyip bağırmasın kendilerine diye çocukların verdiği silik bir rol... Sorarlarsa “Oynatmadık” demesinler...

Türkiye çocukluk döneminde bir yol ayrımında... Çayırda oynamak istiyor; ya kilimi büyütmeli ya da hırslanıp kendi başına öyle oyunlar kurmalı ki kendi oyununda davetkar olmalı. Silik bir role gelmez Türkiye...

20 Aralık ’04
İstanbul

18 Aralık 2004

Aynı Tenten'den mi Bahsediyoruz?

Çizgi romanlara ne kadar meraklı olduğumu beni tanıyanlar bilir, okumayı öğrendiğim andan itibaren o yıllarda renksiz basılan ve "Teksas-Tommiks" denilince akla gelen her türlü çizgi romanı ders kitaplarıma bile göstermediğim bir özen ve konstantrasyonla okumaya başladım :) ve hala da okumaya devam ediyorum.



Tenten'i ilk ne zaman okuduğum hatırlayamıyorum ama çocukluğumdan beri bende hep ayrı yeri olan bir kahraman olduğunu söyleyebilirim. Fakat 17 Aralık Cuma günü yayınlanan Radikal Kitap'da Hikmet Temel Akarsu'nun yazdığı ve Tenten'den hareketle "Yaşlı Kıta Avrupa"nın ruh halini sorgulayan "Bir Teselli Ver Tenten!" başlıklı yazıyı okuyunca şaşırmadım ve kendimi biraz da "saf" hissetmedim dersem yalan olur. Yazıyı okumak için bu linki kullanabilirsiniz.

James Bond mu Red Kit mi?

Yazısına kendisinin de bir Tenten okuru olduğunu belirterek başlayan Hikmet Temel Akarsu Tenten'i "...tıpkı İngiliz James Bond ve Amerikalı Indiana Jones gibi bir Soğuk Savaş figürüdür." diye tanımlayıp yazının ilerleyen bölümlerinde bu karakterlerle başka benzerlikler de kuruyor ve "...ideolojik olarak Katolik düşünsel algısını çizgi romanlaştırdığını" söylüyor. Gerçekten de bunca yıldır Tenten okumama rağmen Hikmet Temel Akarsu'nun yazısında Tenten'in hiç bilmediğim ve beni çok şaşırtan yüzüyle karşılaştım.

Yazıdaki detaylara girmeyeceğim, yazıyı okuduktan sonra ilk iş olarak kütüphanemde hala duran -ve sanırım satın aldığım son iki- Tenten macerasını (Altın Kıskaçlı Yengeç ve Kızıl Korsan'ın Hazinesi - 1994 YKY) bu sabah tekrar okudum ve Tenten'in benim için yazıda anıldığı gibi James Bond ve Indiana Jones'a benzeyen değil tam tersine Red Kit'in saflık ve yalnızlığına sahip ve Jules Verne romanlarının geçtiği bilinmeyen coğrafyalarda maceralar peşinde koşan "steril ve naif" bir kahraman olduğunu düşündüm.

Fındık Aslında Milou'ymuş..!

Çocukluğumdan beri okuyor olmama rağmen Tenten'in köpeğinin adının "Fındık" değil de "Milou" olduğunu 1994 yılında Yapı Kredi Yayınları Tenten'in maceralarını büyük ve renkli olarak yeniden yayınlamaya başlayınca öğrenmiştim. Bu yüzden burada daha ileri gitmeden Ogo'nun görüşlerine de başvurmak ihtiyacı duyuyorum ki bu konuda birşeyler yazarsa anlayacaksınız kendisi gerçek bir Tenten uzmanıdır :) Hatta yanılmıyorsam, öğrenciyken (sanırım 1994 yılıydı..?) ilk e-mail adreslerimizde kullanacağımız adlarımızı Tenten karakterlerinden seçmek istemiş ve Hikmet Temel Akarsu'nun yazısında da "...kutsal bakireyi alegorize eden özellikler taşır. Tenten aseksüeldir. Aşık olmaz, Dahası çizgi romanda kadınlar yok gibidir." şeklinde vurguladığı Tenten maceralarında kahramanlar anlamındaki "kadınsızlık" üzerine konuşmuştuk.

Son olarak Hikmet Temel Akarsu'nun yazısında Tenten'in yaratıcısı Hergé'den hiç bahsetmemiş olmasını da ilginç bulduğumu söylemeden geçemeyeceğim. Tenten ve Hergé hakkında daha fazla bilgi edimek isteyenler bu linki kullanabilirler.

'Pisuar'ı Nereye Koymalı | Hasan Bülent Kahraman

Hasan Bülent Kahraman'ın 16 Aralık Perşembe günü Radikal'in Kültür/Sanat sayfasında yayınlanan yazısı Marcel Duchamp'ın Pisuar'ından hareketle tabiri caizse kısa bir modern sanat'a giriş dersi içeriyor.



"...meseleyi 'resim'den çıkararak 'iş'e taşıyan sanat yapıtını gerçek anlamda özgürlüğüne kavuşturan ana çıkışın sahibi Duchamp ve onun büyülü yapıtı pisuardır."

Vakit bulduğunuzda mutlaka okumanızı öneririm. Buradan buyrun: 'Pisuar'ı Nereye Koymalı | Hasan Bülent Kahraman

17 Aralık 2004

Düşey Yolculuk

İki arada bir derede asansörde üç kat inerken Asimov'un yeni yayınlanmaya başlayan Vakıf dizisinden heyecanla bahsetmesi ve beş on saniyelik bu kısa düşey yolculukta sadece Vakıf dizisinden bahsetmekle kalmayıp ilgilendiğimi görünce neredeyse bir Asimov kulliyatı özeti vermesi ve bu kadar işi, peşinden koştuğu yeni projeler, özel hayatı arasında hala her fırsatta mutlaka birşeyler okuyor olmasını müthiş buluyorum... Geceyarısına kadar süren yorucu çalışmadan sonra ben yorgun bitkin eve giderken çantasına attığı Asimov kitabından yatmadan önce birkaç sayfa okumak için hala heyecanlanması beni de motive etti doğrusu...

14 Aralık 2004

Onaltı...

Bir albümü piyasaya çıktıktan onaltı yıl sonra, bir seyahat esnasında yolun yarısını kendi kafanızın içinde kendi kendinize hesap vererek geçirdikten sonra öylesine girdiğiniz bir mağazada rafta gördüğünüzde yine ilk satın aldığınız gün yaşadığınız heyecanla tekrar alıyorsanız o albüm en az bir onaltı yıl daha aynı heyecanla dinlenmeyi hakeder diye düşünüyorum...

Sezen Aksu'nun "Sezen Aksu '88" albümü piyasaya ilk çıktığında lisedeydim ve satın alıp ilk dinlediğimde sanırım yazın ilk günleriydi. O güzel yaz bir yana, albümün kapağına tekrar bakınca sonrasında gelen sonbahar ve boydan boya kocaman çınar ağaçlarıyla kaplı Yahya Kemal Caddesi'nin o geniş kaldırımlarında sürüklenen sarı-yeşil çınar yapraklarını hatırlıyorum. Upuzun ve geniş kaldırımları olan bir cadde düşünün ki sağlı sollu en az kırkar yıllık kocaman çınar ağaçlarıyla kaplı olsun ve birbirine benzeyen evlerde cadde boyunca bütün arkadaşlarınız, ahbaplarınız yaşasın ve bir tanıdık görmek için ilkokul, ortaokul ve liseyi okuduğunuz okulun önünden aşağıya doğru yürümek yetsin... Yıllar sonra bir vesile ile Münih'e gittiğimde aynı çınar dokusu ve kısa saçaklı çatıları olan binalar -ama daha çok camlı- görünce yine Yahya Kemal Caddesi'ni hatırlamış, sonrada dönüp de bir büyüğüme bundan bahsettiğimde gerçekten de şehrin 1950'lerin sonunda inşa edilen bölümlerinde Alman mimar ve şehir plancılarının etkisi olduğundan bahsetmişti...Doğrulamak için kısa bir araştırma ve bir iki çabuk okuma bile yeter ama şimdilik sadece yapılacaklar listeme ekliyorum...

1988'den ve tabi o albümü kaybettikten yıllar sonra ve sanırım dört yıl kadar önce bir arkadaşımdan ödünç aldığım "Sezen Aksu '88" yine çok güzel anlarda ve yeni bir şehirde bana uzun süre arkadaşlık etti ve geri verilmek üzere ödünç alınmış olmasına aldırmadan (!) o da ortadan kayboldu...

Ne bir ses ne de haber gelmiyor artık senden
Öylece kalakaldım da deli hasretinle ben
Bir yabancı selamın ile hüzünlere daldım
Kendi ellerimle ben beni kederlere saldım
Sonunda bir oyuncak kara sevda aldım senden
Yani değişmedim hala öyle biraz çocuk kaldım

*El Gibi. Söz-Müzik: Sezen Aksu

Ve belki de bu kadar sıkıntının arasında, düşüncelere dalmış ve saatlerce yol gitmişken tekrar karşıma çıkması "Ben buradayım, beni yine al" demesi hala bana yaşatacağı keyifli anları olduğu ve yaşayacağım yeni anılara arkadaşlık etmek istediği içindir...

13 Aralık 2004

Akıllı Tartışmalar - 1 | "Hata Neredeydi" ve "Ön-Türk Tarihi"

Akıllı insan Mr.Watson'la -genelde online olarak- geçmişi, yaşananları, dünyayı anlamak için* yaptığımız heyecanlı tartışmalardan bahsetmeyi zaten düşünüyordum ama şu anda okumakta olduğum Oğlak Bilimsel Kitaplar Serisi'nden çıkan Bernard Lewis'in "300 Yıldır Sorulan Soru : Hata Neredeydi?" adlı kitabı bitirip argümanlarıma bilimsel destek arıyordum açıkçası.
Kitabı neredeyse yarılamışken Mr.Watson sürpriz bir şekilde kendisine de aldığını ve heyecanla okuduğunu bildiğim Töre Yayın Grubu'ndan çıkan Halûk Tarcan'ın "Tarihin Başladığı Ön-Türk Uygarlığı, Resmi Tarihin Çöküşü" kitabından bir tane de bana aldığını söyledi. Bu öğlen birlikte yediğimiz keyifli yemek ve kitaptan bir ucu bildiğimiz/öğretilen tarihi tartışmaya açan Marduk'a, bir ucu Irak ve Avrupa karşısındaki Türkiye'ye kadar ulaşan konularda yaptığı alıntılar ve kurduğu ilişkiler itiraf edeyim beni hayretlere düşürdü.

Haluk Tarcan'la ilgili olarak şimdiden birkaç satır enteresan bilgiye ulaştım. Okuduktan sonra bahsettiğim bu iki kitapla ilgili düşüncelerimi burada yazacağım...

* Düzeltme için blog ihtiyarlar heyeti adına Vucko'ya teşekkür ederiz. Yaz sonunda yaptığı Bosna-Hersek gezisi hakkında iki satır yazsa da yayınlasak ne iyi olur hatta...

Ogo Bombalamaya Devam Ediyor!

PhotoBlog açtı demiştim ya, Ogo şimdi de süper bir blog açmış son zamanlarda kafa yorduğu benim de ucundan takılmaya çalıştığım konularla ilgili keyifli şeyler yazıyor. Buradan buyurun : http://ogomogo.blogspot.com/

29 Kasım 2004

Pure Coincidence...

Ogo'ya bir süredir yazarlık taslayıp, ben blog açtım birşeyler yazıyorum sen de yazsana diyordum ama boşa konuştuğumu bugün anladım... Kendisi bir adım ileride "Photoblog" alemine hızlı bir giriş yapmakla meşgulmuş :)



Fotoğraf çekmeye ve fotoğraf sanatına ilgi duymama sebep olan, aklına, fikirlerine ve üretimleri bana hep ilham vermiş olan birkaç yakın arkadaşımdan biri olan Ogo'nun photoblogu "Pure Coincidence..."de her biri dönüp dönüp bakılmayı hakeden çok güzel fotoğraflar var.

Pure Coincidence'a bu linkten ulaşabilirsiniz.

Örgütlü Toplum | Kürşar Başar

Kürşat Başar'ın bugün yayınlanan Akşam gazetesindeki yazısını paylaşmak istedim.



Örgütlü olmak, organize olmak deyince hepimizin aklına 'organize suç' geliyor. Çünkü gerçekten de memlekette bir tek yasadışı işler yapanlar organize olabiliyor... Hakkını vermek lazım onlar da sahiden iyi organize olmuş. Akla gelecek her yerde adamları var, teknolojinin bütün imkanlarından yararlanıyorlar, yasaların en küçük açıklarını bile kaçırmıyorlar, adamlarını mahkemede, cezaevinde bile kolluyorlar, akılalmaz paralarla oynuyorlar. Futbolu, siyaseti, iş dünyasını belirleyecek kadar güçlü olabiliyorlar. Elleri banka kasalarından uluslararası faaliyetlere kadar uzanıyor.

En basit çetelerin yapısını görünce insan hayretler içinde kalıyor. Demek canımız istedi mi gayet güzel 'organize olabiliyor'muşuz.

Ama geri kalan sivil toplum ne yazık ki kesinlikle biraraya gelip bir iş yapamıyor.


Devamı için : http://www.aksam.com.tr/arsiv/aksam/2004/11/29/yazarlar/yazarlar261.html

28 Kasım 2004

Usability | Belki de problem sizde değil...



"Usability" için isteyerek ya da farketmeden kullandığımız teknolojiler ve uygulamalarıyla gitgide karmaşıklaşan günlük hayatımızı kolaylaştırmak için formül arayışı diyebiliriz.

Çok enteresan bir konu, özellikle bu konunun gurusu Jakob Nielsen'in http://www.useit.com/ adresindeki sitesinde yer alan bilgiler günlük raporlarımızı yazarken bile işe yarayabilir.

Bu konu üzerinde biraz daha okuyup düşünmek üzere şimdilik kısa kesiyorum...

Usability is a generic term that refers to design features that enable something to be user-friendly.*

Usability is the measure of the quality of a user's experience when interacting with a product or system — whether a Web site, a software application, mobile technology, or any user-operated device.**


* http://www.congressonlineproject.org/usability.html
** http://www.usability.gov/basics/index.html#definition
*** http://www.useit.com/

Shangri-la, shangri-la la-la-la-la-la-la-la-la



Kendimi bildim bileli kulağımda onun ve gitarının sesi var. Neler yazacağımı düşünürken gözümün önünde beliren görüntüler ise Money for Nothing'in klibi, albümünün kapağındaki resmi ve 12-13 yıl öncesinden yaşanmış bir an : Odtü kapalı havuzunun önündeki merdivenlerde ne kadar hafızamı zorlasam da adını hatırlayamadığım ingilizce hazırlık dönemimden keyifli dostlar, güzel insanlar... 7-8 kişiyiz, belki daha da kalabalık. Konu Dire Straits... Hararetli konuşmanın bir yerinde "Düşünün ki adamlar bu müziği 70'lerin sonunda yapmışlar" diyor, hak veriyoruz hep birlikte sanki otomobil üretiminden bahseder gibi... Düşünmüyoruz ki müzik aslında zamandan bağımsız bir üretim, Mark Knopler onsekizinci yüzyılda da yaşasa belki yine burada onun hakkında yazıyor olacaktım...

Evet, konu Mark Knopfler'in yeni çıkan solo albümü Shangri-La... Satın aldığım ikinci audio-CD Dire Straits'in Money for Nothing adlı derleme albümüydü ve sanırım 1990 yılında büyük bir heyecanla edindiğim CD player'im şerefine satın aldığım ilk albüm olan Fleetwood Mac'in Behind the Mask'inin yanında yıllarca eskiden evlerin baş köşelerini süsleyen ansiklopediler gibi durdu.



Yanılmıyorsam son Dire Straits albümü On Every Street, 1991 yılında yayınladı ve o günden bu yana açıkçası eski kafalılıkla suçlanmak pahasına ben Dire Straits'in yerine hiç bir şey koyamadım.

Mark Knopfler'in solo albümlerini de hep "Acaba bu sefer Dire Straits günlerine geri döndü mü?" heyecanlıyla dinledim ama nafile. Shangri-La'yı da aynı beklentiyle dinlemeye başladığımı söylemeye bile gerek yok ama yine "No money in our jackets and our jeans are torn / Your hands are cold but your lips are warm *" diyen Mark Knopfler'ı bulamadım.

Haksızlık etmek istemiyorum yine enteresan sözler, yine dinlemeye doyamadığım gitar ama eksik birşeyler var..? Biraz daha dinledikten sonra yazmak istiyordum ama dayanamadım açıkçası, acana diğer Dire Straits hayranları da benimle aynı şeyi mi düşünüyor..?

* "Money for Nothing" albümünde dinlediğim "Down to the Waterline" adlı şarkıdan.

** Shangri-La : A fictional land of peace and perpetual youth; the setting for the 1933 novel Lost Horizon by the English author James Hilton, but probably best known from the movie versions. Shangri-La is supposedly in the mountains of Tibet. /

*** Albümden Shangri-La'nın sözlerine buradan erişebilirisiniz.


27 Kasım 2004

http://ozgurcosar.blogspot.com/

Yazmayalı neredeyse bir ay zaman geçmiş... Tekrar yazmak için Özgür'ün yeni açtığı "blog" ve sohbeti kadar keyifli yazdığı yazılar beni de tekrar motive etti.

Seyrettiği oyunlar, filmler, okuduğu kitaplar ve gezdiği yerler hakkında yazdığı fikirleri için http://ozgurcosar.blogspot.com/ adresine mutlaka göz atın, okuduktan sonra fikirlerinizi Özgür'e yazın...

30 Ekim 2004

Hypercomics | Çizgi romanlarla etkileşme vakti geldi...

Çizgi romanlara çok meraklı olmamam rağmen "Hypercomics" kavramı ile ilgili şimdiye kadar hiç birşey duymamıştım ama bir çizgi roman hakkında bilgi ararken rastladığım hypercomics örnekleri beni şaşkına çevirdi.

Hypercomic(s), en kısa şekilde çizgi roman ve hyperfiction'ın karışımı olarak tarif edilebilir. Cümledeki herşey bir ucundan bu yazıyı okuyan herkese tanıdık gelecektir ama sanırım en önemli vurgunun "hyper" lafında olduğunu hatırlatmakta fayda var. Hypercomic eserlerdeki kurgu belirli bir sırayla gelişmiyor, tıpkı web sitelerindeki sayfalar gibi yazarın/çizerin olaylar/karakterler üzerinden verdiği linklerle aslında okuyucunun çizgiromanın kurgusuyla etkileşmesini ve olayın/kurgunun gidişatını yönlendirmesine olanak tanıyor.



Bilgisayar oyunlarını, internette artık kanıksadığımız hypertext dökümanları düşününce hypercomics kavramı kulağa çok enteresan gelmese de biraz araştırınca aslında örneklerinin yeni yeni ortaya çıktığını öğrendim.

Fotoğraf'la sinemanın arasındaki ilişkinin bir benzerinin çizgi-romanla adventure bilgisayar oyunları arasında olduğunu düşünüyorum. Hypercomics kavramı da bu iki tarzın daha da yakınlaştığını düşündürttü.

İlk okuduğum hypercomic "Sixgun"... İlk yüklendiğinde diğer flash animasyonlarına benzer görünse de navigasyon ve non-linear kurgu oldukça ilginç...

13 Ekim 2004

Nick Cave, Pedro Almodovar, Bob Dylan ve Marduk'u Beklerken



Nick Cave, Pedro Almodovar, Bob Dylan ve diğerleri ile ilgili yazılarda, şarkılarında ve filmlerinde bir şekilde dinden nasıl etkilendikleri ve bunları üretimlerine nasıl yansıttıklarına dair şeyler okuyorum. Nedir bu adamları bu kadar besleyen, etkileyen dinî figürler?

Acaba Marduk'tan haberleri var mı..?

3 Ekim 2004

Bant | Müzik, sinema, sanat, vesaire...

Son zamanlarda daha da sık gittiğim kitapçıda rutin turumu (Yeni çıkanlar, çok satanlar, Türkçe yayınlar, Dünya edebiyatı, bilim-kurgu, Tubitak kitapları, bilgisayar kitapları, çizgi romanlar ve son olarak da dergiler...) tamamlayıp son olarak dergilerin olduğu bölüme geldiğimde gözüme çarptı aylık müzik, sinema, sanat, vesaire dergisi "Bant"...

Şeffaf poşet içerisinde satıldığı için içeriğine bakamadan sadece kapaktaki konuları ilginç bulduğum için satın aldım ve şu anda açıkçası son zamanlarda okuduğum en keyifli dergilerden birisi olduğunu düşündüğüm için hakkında yazmaya karar verdim.

Grafik tasarım açısından fanzinleri çağrıştıran dergi başlığından da anlaşılacağı gibi müzik, sinema ve sanat hakkında yazılar içeriyor ama dergiyi -örneğin- sinema dergilerinden farklı kılan, sinemaya farklı bir disiplinle -mimarlık- olan ilişkisinden yaklaşması ve değerlendirmesi olmuş. Yazılar bence oldukça ilgi çekici noktalara temas etmesine rağmen dergide kendilerine biraz "kısa" yer bulmuşlar ama yine de daha derin okumalar için güzel başlangıç noktalarını işaret ediyorlar.



Nereden çıktı bu dergi, kimin aklına geldi de hazırladı, yayınladı diye künyeye bakınca -sanırım cep telefonları ile ilgili popüler bir derginin yayıncısı olan- "Mobi Medya Yayıncılık" diye bir şirketin yayını olduğunu öğrendim. Derginin içeriğini hazırlayan genç ekibin fotoğrafları -"Şahir Ruhlu Sinema Provakatörü Pedro Almodovar" adlı yazıyı yazan Sevin Okyay da dahil- da derginin ilk sayfalarında yer alıyor.

Ekim ayında ikinci sayısı yayınlanan Bant'ın kapağında -dergiyi almama sebep olan- iki başlık ve derginin içerisindeki ilişkili yazılar gerçekten de özellikle sinema ve sinemayı besleyen farklı alanlarla kurulan ilişkiler ve sunulan bilgiler açısından oldukça ilginç.

Başlıklardan birincisi ve bu sayının ana teması olan "Robot Çizgilerde, sinemada, müzikte, sanatta ve hayatımızda robotlar", "Çizgibotlar", "Robot Şarkıları" ve sinema filmlerinden tanıdığımız pek çok robotun eğlenceli bir şekilde karşılaştırıldığı "Arkadaş Arıyorum Arkadaş!" gibi kolay ve keyifle okunan yazılarla birlikte "Yapay Zeka","Robot ve Ben" gibi daha ayrıntılı yazılar da içeriyor.



En çok ilgimi çeken ise Ali Ersina'nın yazdığı "Karamsar Gelecek Tasarımları Distopya Kavramı Üzerinden Bilimkurgu Sineması ve Mimarlık" başlıklı yazı oldu açıkçası... "Sinema"ya bu farklı bakış ve yazının devamında incelenen "Gattaca" ve "Le Corbiseur" ilişkisini okuyunca beni en çok etkileyen filmlerden birisi olan Gattaca ile ilgili olarak kafamdaki eksik parçalar da tamamlandı. Yine Ali Ersina'nın "Karanlık Gelecek Yaratma Üstadı Alex Proyas" başlıklı yazısı ise merakla beklediğim "I, Robot" un vizyona girmesi öncesi okumalara başlamak için güzel ipuçları veriyor.

Beni çok meraklandıran "Kabusların En Güzeli Jojo in The Stars" başlıklı Ekin Sanaç'ın yazısında anlatılan "Jojo in The Stars" adlı 12 dakikalık animasyon filmi ve filmin prodüktörü ve yönetmeni ile yapılan röportaj oldu. "Jojo in The Stars"'ın daha detaylı ilgiyi hakettiğini düşünüyorum, ama bu konuda önce Ogo'nun uzmanlığına başvurmam lazım sanırım...

23 Eylül 2004

I'd Rather Dance With You

Bir iki haftadır akşam üstü aşağı yukarı aynı saatlerde eve giderken radyoda -tam olarak Radyo Eksen'de- çalan şarkıların hepsi değişiyor ama biri hep aynı kalıyor -ya da sadece o şarkı aklımda kalıyor..? Tek ipucu olan şarkının nakaratı olan "I'd Rather Dance With You" ile internette Google'a buyurayım arasın derken şeytan dürttü önce Radyo Eksen'in web sitesinde baktım, şarkı en iyi 40 listesinde son sırada ve söyleyen grubun adı "Kings Of Convenience", albümün adı da "Riot On An Empty Street" imiş.



Grubun "sound"u için web sitesinde "Quiet guitar harmonies and substantial lyrics" diye bahsedilmiş... Aynı albümden "Misread" adlı şarkı da enteresan... Dinliyorum...

Şarkının klibini de http://www.video-c.co.uk/microshow.asp?vidref=king001&FileType=56prog adresinde düşük çözünürlüklü olarak izlemek mümkün.

I'd rather dance with you than talk with you
So why don't we just move into the other room
There's space for us to shake, and hey, I like this tune

Even if I could hear what you said
I doubt my reply would be interesting for you to hear
Because I haven't read a single book all year
And the only film I saw, I didn't like it at all

I'd rather dance, I'd rather dance than talk with you
I'd rather dance, I'd rather dance than talk with you
I'd rather dance, I'd rather dance than talk with you

The music's too loud and the noise from the crowd
Increases the chance of misinterpretation
So let your hips do the talking
I'll make you laugh by acting like the guy who sings
And you'll make me smile by really getting into the swing

Getting into the swing, getting into the swing
Getting into the swing, getting into the swing
Getting into the swing, getting into the swing
Getting into the swing, getting into the swing...
(Getting into the swing...)
I'd rather dance, I'd rather dance than talk with you
I'd rather dance, I'd rather dance than talk with you
I'd rather dance, I'd rather dance than talk with you
I'd rather dance, I'd rather dance than talk with you
I'd rather dance with you
I'd rather dance with you


Grubun hikayesi de tarzı kadar ilginç (http://www.kingsofconvenience.com), benim de lisede bütün ülkelerin başkentlerini bilen bir arkadaşım vardı ve Erlend'in taktığına benzer bir gözlüğü vardı :)


Ünsüzler de Çiftliğe!

ATV'de yayınlanan "Ünlüler Çiftliği" programının "formatı -ki format lafı artık big-brother tarzı yarışmalarda daha çok form-of-life anlamdında kullanılıyor" ile ilgili bir önerim var: Yarışmada iki çiftlik evi olsun, birinde ünlüler diğerinde ünsüzler yaşamaya başlasın ve bu iki ekip ürettiklerini bir pazar yerinde karşı karşıya gelip takas ederek hayatların devam etsinler ve her hafta kazanan grup karşı ekipten birini elesin.



Ve tabi en heyecanlı yeri; Şiddet kullanmak, hırsızlık yapmak, toprak ve ekipmanları ele geçirmek de mümkün olsun! Hatta, ekranda bu yarışma canlı yayınlanırken sağda real-time-strategy oyunlarında görmeye alışık olduğumuz skor grafikleri de olsun!


Kaynaklar
http://www.microsoft.com/games/ageofmythology (Resim)

22 Eylül 2004

Ben Mehmet Siyah Kalem / İnsanlar ve Cinlerin Ustası



Bir süre önce uluslararası gösteriler yapmak üzere oluşturulan bir dans/gösteri organizasyonunun proje koordinatörü olan ve çok saygı duyduğum bir büyüğüm, koreografiler, dekorlar ve kostümlerin tasarımında Mehmet Siyah Kalem'in eserlerinden esinlendikleri söylemiş ve kim olduğunu bilmediğimi söylediğimde de çok şaşırmıştı. Bunun üzerine gelişen merakım, Mehmet Siyah Kalem ile ilgili birkaç parça yazı okumamla kalmıştı ancak güncel sanat aktivitelerinden bahseden bir televizyon programında Yapı Kredi Kazım Taşkent Sanat Galerisi'nde açılan "Ben Mehmet Siyah Kalem / İnsanlar ve Cinlerin Ustası" adlı sergiyi duyunca konuyla tekrar ilgilenmeye başladım.

Mehmet Siyah Kalem, enterersandır, aslında kim olduğu, ne zaman ve nerede yaşadığı hakkında net bilgilere sahip olunmayan ancak diğer kültürlere göre din başta olmak üzere farklı kriterlerle şekillenmiş Türk-İslam resmi için çok önemli bir isim... Yapı Kredi'nin sergisi ile ilgili bilgilerde* Mehmet Siyah Kalem'den "...Orta Asya kökenli bir ressam. Yaşadığı dönem hakkında araştırmacılar arasında tam bir düşünce birliği bulunmuyor. 15. yüzyıl öncesini temel alanlar olduğu gibi, 16. yüzyılda etkinlik gösterdiğini öne süren tarihçiler de var. Resimlerinin ana konusu Orta Asya Şamanizmi ile İslami dönemin birbiriyle kaynaştığı gündelik hayat sahnelerini kuşatmakta. Pazar yerleri, kervancılar, dervişler, zanaatkâr loncalarının etkinlikleri, hayvanlar ve doğaüstü yaratıkların fantastik dünyası bu resimlerde geçmişi günümüze taşıyor..." şeklinde bahsediliyor ama Nurhan Atasoy'un "Geleneksel Türk Sanatları"** başlıklı yazısında resimlerden "Mehmet Siyah Kalem" diye bahsedildiği şeklinde bir ifade yer alıyor. Sözkonusu yazıdaki bilgilere göre Orta Asya'da Türkistan'da yapılan bu resimlerde "Çin Sanatı etkisi" varmış ve -sanırım- minyatür tekniğinden de farklı olarak çizimlerde hacim değerlerine de sahipmiş.

Henüz sergiye gitmedim ama, internette ulaşabildiğim ve görebildikerim doğrultusunda Mehmet Siyah Kalem'in -ya da eserlerinin- geçmişinin belirsizliği/esrarengizliği bir yana içeriğindeki figürler ve tasvir edilen "an"ların çok dikkat çekici olduğunu düşünüyorum. Sergi notlarında yazıldığı kadarıyla "Orta Asya Şamanizmi ile İslami dönemin birbiriyle kaynaştığı gündelik hayat sahneleri" karmaşık rüyaları ya da gerçek-üstü korku filmlerini andırdan cinler perilerle dolu...

Sergiyi gezdikten sonra bu konuda da tekrar yazacağım, baskın kültürlerin etkisiyle kendimize özgü kreatif üretimler yapmak ya da üretimleri doğru değerlendirebilmek için galiba önce burnumuzun dibindekileri özümsemek lazım...

Kaynaklar
*http://www.ykb.com/ykb/kultur_sanat/etkinlikler/kt_etkinlik.html
**http://www.istanbul.edu.tr/Bolumler/guzelsanat/minyatur.htm

21 Eylül 2004

Şeytan Ayrıntıda Gizlidir

Geçen sezon polisiye yazarı Ahmet Ümit'in "Şeytan Ayrıntıda Gizlidir" adlı romanından uyarlanan ve TRT'de yayınlanan "Karanlıkta Koşanlar" adlı televizyon dizisinden övgüyle bahsedildiğini duyuyordum ancak izleme şansı bulamamıştım.

Geçen hafta Salı akşamı televizyon kanalları arasında elimde kumanda kılıcı bir oraya bir buraya savurup gezinirken -zaplarken- ("Zaplamak" lafı çizgi roman kahramanı Flash Gordon'un ışın tabancasından çıkan "Zap" sesinden geliyormuş..!) TRT'de yine Ahmet Ümit'in aynı adlı kitabı üzerine kurulu olduğunu sonradan öğrendiğim "Şeytan Ayrıntıda Gizlidir" adlı dizinin ilk bölümüne rastladım. Çetin Tekindor'un ana karakter Başkomiser Nevzat'ı oynadığı dizi bir şekilde beni içine çekti ve hem o akşam hem de sonraki günlerde yayınlanan tekrarını keyifle seyrettim.



Ahmet Ümit'in henüz hiçbir kitabını okumadım ama bir süre önce seyrettiğim -hangi kanal ya da program olduğunu hatırlayamadğıım- televizyon röportajındaki öfkeli, enerjik ve akıllı görüntüsü beni yazdıkları hakkında meraklandırmıştı. Aklına, bilgisine güvendiğim ve kitabını okuyan arkadaşlarımın söylediği pozitif şeyleri de düşününce dizinin sağlam bir "yazı" üzerine kurulduğu belli oluyor ama kanallar arasında gezinirken beni çeken şey ne dizinin adı ne de senaryosuydu... Sanırım ben bir kaç saniyeliğine gözucuyla gördüğüm ekrandaki doğallığa takıldım, dizi bir şekilde "iyi" sinema filmlerinde görmeye alışık olduğum bir havaya sahipti, umarım bu devam eder.




Yönetmeni kimdir, prodüksiyonunu kim yapmış, nedir, ne değildir sorularının cevabını bulana kadar Ahmet Ümit'in "Şeytan Ayrıntıda Gizlidir" adlı kitabı hakkındaki bir tanıtım yazısını* buraya ekliyorum:

Şeytan Ayrıntıda Gizlidir, günümüz Türkiyesi'ndeki suç manzaralarını içeriyor. Eski İstanbullulardan yeni göçenlere, yalılardan gecekondulara, batakhanelerden edebiyat çevrelerine kadar geniş bir sosyal yelpaze içinde anlatılan öyküler, ürkütücü olanı absürd olanla, komik olanı trajik olanla birleştiriyor. İnsanı suça yönlendiren para, ihanet, aşk, kıskançlık, hırs, öfke gibi olguların yaşamımızda giderek vazgeçilmez bir hal alışını ironik bir üslupla bir kez daha anımsatıyor. Kitaptaki öyküler sadece çarpıcı polisiye denklemler sunmuyor; gündelik yaşamda işlenen cinayetlerden yola çıkarak insan gerçeğine ilişkin sorular da soruyor.

Öykülerin iki kahramanı Başkomiser Nevzat ile yardımcısı Ali, bir çizgi romana konu oldu. Ayrıca bu karakterlerden yola çıkılarak başrollerini Uğur Yücel ile Haluk Bilginer'in paylaştığı 'Karanlıkta Koşanlar' adlı bir televizyon dizisi yapıldı.

Kaynaklar:
Bu alıntı sanırım kitabın kapağında yer alan açıklama ancak ben ilk okuduğum linke yer veriyorum şimdilik.
* http://www.antoloji.com/kitap/kitap.asp?kitap=30930

20 Eylül 2004

Olmadık Yerde Mercan Dede

Birkaç gün önce olmadık bir yerde bir iki dakikalığına Mercan Dede dinledim... Açıkçası dinlediğim müziğin Mercan Dede'nin albümünden olduğunu sonlara doğru anladım...



Bu yazıyı iki defa baştan yazıp sildim... Birincisinde Mercan Dede'ye, ikincisinde de kendime haksızlık ettiğimi farkettim.

Kendi kendime bir takım ödevler verdim, belki bu yazıya daha sonra devam ederim...

Atlantis - Martin Mystere



Martin Mystere*

Alfredo Castelli tarafından* 1982'de yaratılıp Giancarlo Alessandrini çizimleriyle -sanırım hepimizin hayatında yer etmiş- İtalyan yayıncı Bonelli Comics tarafından yayınlanan Martin Mystere ile yıllar önce "Atlantis" adı ile yayınlanırken tanışmıştım.



Serinin kahramanı Martin Jacques Mystere -ki Türkiye'de yayınlanan maceralarında "İmkansızlıklar detektifi" olarak da adlandırılmaktadır- Amerikan orijinli ancak kültürel birikimini İtalya'da kazanmış bir arkeolog, antropolog, sanat uzmanı ve doğal olarak da her kahraman gibi aynı zamanda bir aksiyon adamıdır.



Maceralara temel hazırlayan olay ise 1965'de ailesini esrarengiz bir uçak kazasında kaybetmesidir ve hikayeler büyük ihtimalle bu kazanın gerçekleşmesine sebep olan "Kara Adamlar/Men in Black" ve çözülmemiş -ve belki de çözülemeyecek- resmi bilimin mantıklı bir çözüm bulamadığı arkeolojik, tarihi, bilimsel, -para-bilimsel, ezotik ve sınırları bazen UFO'lar ve hatta büyülere ulaşan "Büyük Sır(lar)/Great Enigma(s)"ı anlama çabası etrafında gelişir.

X-Files ve Martin Mystere

Martin Mystere'nin çizgi roman dünyasının X-Files'ı olduğunu söylemek bence haksızlık olmaz, hatta ortaya çıkış tarihlerine bakarak belki de X-Files'ın televizyon-sinema dünyasının Martin Mystere'si olduğunu söylemek daha bile doğru olabilir.

Bu benzerlikler ne kadar dökümante edilmiş henüz bilmiyorum ama X-Files'ın baş kahramanı ajan Fox Mulder'ın kız kardeşinin uzaylılarca kaçırılması/öldürülmesi, kara adamlar ve çözülemeyen ve sahip olduğumuz dünya-bilgisi-ötesi olaylar Martin'in ailesinin ölümü ve hikaylerdeki olaylarla çok açık benzerlikler taşıyor.

İki seri arasındaki temel fark ise Martin Mystere ile Fox Mulder'ın kültürel ve profesyonel geçmişlerinde yatıyor. Martin, ne olursa olsun sanat eğitimi almış bir bilim adamıdır ve hikayelerinin temelini sanat eserleri, modern çağa kadar sanatın tetikleyicisi olan dinler, ilkel dinler ve ötesi (...belki de Atlantis!!!) oluşturur... Belki de beni Martin Mystere okumaya iten şey budur..?

Yazdıkça farkına vardım ki, Martin Mystere ile X-Files bağlantısı/benzerliği ayrıca bir yazıyı hak ediyor ve eminim bu konuda söylenmiş kelamlar vardır. Kendime bu konuyu araştırmak için biraz zaman tanıyorum.


Kaynaklar
* http://www-en.sergiobonellieditore.it/martin/servizi/il_mio_nome.html

Hayırlısı olsun...

Bu blog olaylarını bir süredir takip ediyorum, boş kaldıkça rastgele birşeyler okuyorum ve hoşuma gidiyor. Söylemesi ayıp hem yazı hem çizi anlamında birşeyler karalamayı da seviyorum, ben bu olaya gireyim dedim sonunda...