29 Eylül 2005

"New version of me"

Erken saatlerde evde olursam bir yerlere çıkana kadar seyrettiğim ya da abuk sabuk saatlerde tekrar bölümlerine rastladığım bir dizi var... Dizinin kendisinden bahsetmeyeceğim, sadece boş vaktiniz varsa izleyeceğiniz sıradan bir yapım; "Üniversitede okuyan bir grup gencin günlük hayatlarında cereyan eden hadiseler" diyebiliriz konusu için.

Ve fakat aslında dizi değil ilgimi çeken, açılış jeneriğinin şarkısı... Şarkının sözleri şöyle;

Can you become
Can you become
A new version of you

New wallpaper
New shoe leather
A new way home
I don't remember

New version of you
I need a new version of me

New version of you
I need a new version of me


Bu aralar izlediğim filmlerin, dizilerin müziklerini daha dikkatli dinlediğimi farkettim...

26 Eylül 2005

Motorola Homesight | Home Monitoring & Control System



Teknolojik ıvır zıvıra oldum olası bayılırım zaten, Motorola'nın "Ev izleme ve kontrol sistemi" Homesight'ın Türkiye'ye gelmesinden ümidi kesince bari bir yazı yazayım da içimde kalmasın dedim.

Güvenlik sistemleri pek çok kişinin kulağına sevimsiz gelecektir şüphesiz ama eminim -özellikle yalnız yaşayanlar- bir çok kez keşke ben evde yokken evimi izleyebilsem diye düşünmüştür. Olayı yalnız yaşayanlardan ve güvenlikten çıkaralım, farzedelim ki evde yaşlılar, küçük çocuklar ya da kedimiz, köpeğimiz var bunları biz evde olmadığımız zamanlarda izlemek, ne yaptıklarından haberdar olmak istiyoruz.

Bu durumda etrafımızda bu işlerden anlayanlara sorarsak hemen bir webcam önereceklerdir, artık çok ucuza satılan bu kameralardan bir ya da birkaç tane alıp hele bir de broadband (ADSL, Kablo...) internet bağlantımız varsa evimizi internet bağlantısı olan herhangi bir bilgisayardan izleyebiliriz.

Buraya kadar sorun yok, bir iki webcam, biraz kablo, bir bilgisayar ve/veya hub/switch ile işi hallettik. Ama iş kamera ile izlemekten öte uzaktan evin sıcaklığını, herhangi bir su baskını olup olmadığını, herhangi bir kapının açılıp açılmadığını ya da biz yokken sessiz sakin olması gereken köşelerde bir hareket olduğunda anlamak istersek..? Biliyorum bu söylediğim şeyler zaten sıradan bir güvenlik şirketine giderseniz hemen çözüm bulabileceğiniz şeyler ama ya bu işi en ekonomik ve güvenilir şekilde üstelik evi kablolar çekmek için delik deşik etmeden ve tek başımıza yapmak istiyorsak..?

İşte bu yazıyı yazmamın sebebi bu; Motorola, Homesight ürün serisi ile tüm bu ihtiyaçlarımıza cevap veriyor! Homesight serisinde ADSL ya da Kablo modemimize bağlanan bir kablosuz ulaşım noktası (Access point) üzerinden çalışan tümü kablosuz gece/gündüz kameraları, hareket ve kapı/pencere algılayıcıları, priz kontrol aparatları (Evet evet priz kontrol aparatı, yani ofisten çıkmadan çamaşır makinenizi çalıştırıp tam eve geldiğinizde yıkamamanın sona ermesini sağlayabilirsiniz!) ve alarmlar bulunuyor!

Tekrar ediyorum; Amerika'yı tekrar keşfetmiyor Motorola, son kullanıcıya giriş seviyesinde ekonomik ve teknolojik bir ev izleme ve kontrol sistemi sunuyor ve kendin-kur modeli ile aradaki güvenlik şirketi katmanını ortadan kaldırıp kablosuz ağ teknolojilerini kullanarak en kolay ve hasarsız kurulumu vaadediyor.

Bu kadar dil dökmemin sonucunda Motorola yetkililerinin blogumu ve bu yazıyı keşfedip kendilerine sağladığım bedava reklam karşılığında bana bir adet "Homesight Easy Start Kit" hediye etmesi için kendilerine 3 tam gün süre veriyorum, bu süre içerisinde onlardan ses çıkmazsa ben arayıp "Arkadaşım bu mamüller ne zaman gelecek memleketimize?" demeyi düşünüyorum. Hadi Motorola, süren başladı..!

Linkler:
* Motorola Homesight Site
* Experience Motorola Homesight
* See How People Are Using The Motorola Homesight
Bu yazıyı sonuna kadar okuduysanız bu linki mutlaka ziyaret edin, çeşitli kullanıcı senaryoları ve ev planlarında sistemin nasıl kullanıldığı çok güzel anlatılmış. Hatta mevcut kurulumlara yeni modüller eklenerek kaça malolacağı bile öğrenilebiliyor..! Bu arada benim favorim "Frank, The Traveling Salesman"

24 Eylül 2005

Ravallama, Moritz ve ...



New Orleans'dan Ankara'ya, Barcelona'dan Paris'e geniş bir harita üzerinde çeşitli kültürleri özümsemiş olmasıyla gerçek bir "Dünya İnsanı" olmaya hak kazanmış Ogo, atmasyonspekulatif.blogspot.com adresindeki blogunda yine müthiş keyifli fotoğraf ve yazılarıyla bizi değişik dünyalara sürüklüyor..! Özellikle Ravallama, Moritz ve Centre Georges Pompidou başlıklı/konulu son yazılarına göz atmayı sakın ihmal etmeyin..!

Bu arada fabrikasında kaynağından bira içmiş ve bir anlamda şerbetlenmiş olan ekibin içerisinde ben de vardım tabii ki! Kanaatimce söz konusu ekibin dünyanın dört bir yanına dağılmış olmasında bu şerbetin de etkisi vardır..!

The Wild Thornberrys Movie



"The Wild Thornberrys" Nickelodeon'da dizi olarak yayınlanıyormuş ama ben hiç seyretmemiştim. Uzun metrajlı animasyon filmi "The Wild Thornberrys Movie" son zamanlarda seyrettiğim en keyifli filmlerden birisi oldu.

Uzun metrajlı animasyon filmler denildiğinde Disney Stüdyoları'nın etkisini görmezden gelmek mümkün değil ama bende her yeni filmde hep aynı oyuncuları izlermiş gibi bir his yaratan Disney karakterleri/çizgilerine alternatif bir çok yapım olduğunu unutmuşum. The Wild Thornberrys Movie'de bunlardan birisi; Afrika'da bir şaman tarafından kimseye söylememesi şartıyla hayvanlarla konuşma yeteneği verilen Eliza Thornberry, maymunu Darwin -Evet Darwin :), ailesi ve vahşi hayvan avcıları etrafında gelişen olaylar çok da orijinal bir senaryoya dayanmasa da her karakterin kendine has keyifli ve komik özellikleri müthiş çizimler ve teknikle birleşince geriye sadece keyifle geçirelecek bir bir buçuk saate hazırlanmak kalıyor.



Filmi seyretmeden önce müzikleri ile Oscar ödüllerine aday olduğunu okumuştum ama kapanış jeneriğinde Paul Simon'ın "Father & Daughter" adlı şarkısını dinleyince martinmystere.blogspot.com Oscar ödüllerinin hepsini kendi umumî arzum doğrultusunda Paul Simon'a ve filme verdim.

Linkler:
* The Wild Thornberrys Movie, IMDB
* The Wild Thornberrys Movie, Soundtrack Previews, Amazon.com

22 Eylül 2005

Prag'a...

Spiral şeklinde merkezden dışa doğru bölgelere ayrılmış bir şehir... Kimi zaman sadece bir kişinin geçebileceği kadar daralan sokaklarında kaybolmanı tavsiye ediyorlar, çünkü diyorlar ki "Bu şehir en iyi böyle öğrenilir..."



Aylardır görmemiştim... Dün ziyaret ettiğimde aklımda sadece iş konuşmak vardı ama konuşmada kontrolü aldığından ben ayrılana kadar -Neredeyse birbuçuk saat geçmiş olmalı- kendisi kadar keyifli ve cana yakın bir insan olan eşiyle beraber gittiği Prag gezisinden bahsetti. Diyordu ki "Beraber gittiğimiz o keyifli geceleri ve gezmeleri ile ünlü şehir bile hiç kalır, mutlaka Prag'a gitmelisin hayatımın tatilini yaşadım"... Alkollü içkiler konusundaki uzmanlığını bildiğimden -Ve nazik davetlerine rağmen bir türlü evindeki zengin koleksiyonundan tatma şansına erişemediğimden- parmaklarıyla kapattığı hortumlardan sınırsızca beyaz ve kırmızı şarap ikram eden garsonların olduğu keyifli geceleri ve şimdi adını hatırlayamadığım -Ama içerisinde tarçın olan- içkiyi uzun uzun anlatmasını keyifle dinledim... Cevabını biliyordum ama yine de sordum ; "Kafka'nın evine de gittin mi?". "Evet" dedi... "Yılbaşında da Budapeşte ya da St.Petersburg'a gitmeyiz düşünüyoruz!"

Bu konuşmadanın üzerinden tam bir gün ve daha fazlası geçmişti. Televizyonda hedefsizce kanallar arasında zaplarken Cnbc-e'de yıllar önce önce kitabını okuyup daha sonra da tekrar tekrar filmini izlediğim "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği"ne rastladım ve Teresa'nın tam da Sovyet işgali öncesinin Prag'ındaki fotoğraf çekme sahnelerini izleyince şöyle dedim kendime;

"Prag'a gitmeliyim... Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim... Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim... Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim... Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim..."

Prag'a gitmeliyim...


Linkler:
* Prague Information Service
* Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, Milan Kundera
* Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, Philip Kaufman (Yönetmen)
* The Unbearable Lightness of Being (Wikipedia)
* Prague Spring (Wikipedia'dan)
* The Unbearable Lightness of Being, The Movie
* The Unbearable Lightness of Being, Analysis of Major Characters

20 Eylül 2005

Birinci yıl...

martinmystere.blogspot.com'un birinci yılı tüm yurtta, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve dış temsilcilikler ile Red Light District'de çoşkuyla kutlandı. Kutlama komitesi stadyumlarda gösteri yapacak kız öğrencilerin etek boylarını "Bir nebze" olarak belirledi.

Bugün bu bloga yazmaya başlayışımın tam olarak birinci yılı, "Hayırlısı Olsun" başlıklı ilk yazımı yazarken içinde bulunduğum ruh halim, heyecanım ve mutsuzluğum dün gibi aklımda hala... Zaman zaman geriye dönüp yazdıklarımı okumak, aklımdakileri nasıl yazıya dökerim diye düşünmek çok hoşuma gidiyor. Bakalım sonu nereye varacak...

19 Eylül 2005

Kedi ve Sanat



Hayvanlarda ters giden
bir şey vardı:
Kuyrukları fazla uzun
ve bir talihsizlikti kafaları.
Sonra toplanmaya başladılar
yavaş yavaş
parçaları uydurarak birbirine,
hoş bir görünüm yaratmak için,
doğum lekeleri, zerafet, heybet.

Ama kedi,
yalnızca kedi oldu tamamlanabilen,
gururluydu:
Doğuştan her şeyi yerli yerindedir ne olsa,
kendinden hoşnut
ve tam olarak emindir ne istediğinden.

İnsan balık ya da kuş olmak ister,
kanatlarımız olsa der yılanlar,
köpekler müstakbel aslan,
mühendisler ozan olmaya can atar,
sinekler kırlangıçlara özenir,
inatla sinekler gibi davranır ozanlar.

Ama kedi
kedi olmaktan başka bir şey istemez,
her kedi katıksız kedidir,
bıyıklarından kuyruğuna kadar,
altıncı duyudan kıvranan saçına kadar,
gece vaktinden, altın gözlerine kadar.*



Kütüphanemde halihazırda iki tane P dergisi var ama sanırım satın alarak sahip olduğum ilk sayısı "Kedi ve Sanat" başlıklı Bahar 2005 sayısı oldu. Tahmin edileceği gibi kütüphanemdeki sayıları geri-verilmemek-üzere-ödünç-alma yöntemi ile elde etmiştim ama hiç vicdan azabı duymuyorum çünkü benden önceki sahibi bir toplantı odasındaki sehpanın üzerindeki dekor olarak kullanıyordu onları...

Pırıl pırıl baskısı, ilgi çekici tematik sayılarındaki yazıları ile büyük boy olarak yayınlanan "P Dünya Sanatı Dergisi"ni gittiğim kitapçılarda dergilerin olduğu raflara değil de sanat kitaplarının durduğu yerlere yakıştırıyorum aslında, belki de içeriği ve formatı ile kitaplar gibi uzun süre saklama hissi uyandırdığı için bende...

Bahar 2005 sayısında "Kedi ve Sanat" temasının işlendiğini görünce dergiyi hemen aldım ve zamana yayarak yaptığım keyif-okumalarım listesinin hemen ilk sırasına yerleştirdim. İtiraf edeyim keyif-okumalarım aslında en çok keyif aldığım okumalar oluyor, bu kitaplar, dergiler her zaman çalışma masamda, seyahate gidiyorsam arabamın koltuğunda bir yerlerde hep gözümün önünde oluyor ve onlara ayrılmış bir okuma zamanı yaratmamı beklemeden işten-güçten sıkıldığımda, konsantrasyonum dağıldığımda hemen beni tekrar hayata döndürecek yeni okumalar, yeni rüyalar, yeni dünyalar sunuyorlar bana...

P'yi aldığımda daha paketini açmadan o güzel baskılı sayfalarında bir sürü güzel fotoğraf ve resim göreceğime emindim. Eee bu sayının teması da "Kedi ve Sanat" olduğuna göre yazı içeriğinden şüphe etmeye zaten gerek yoktu...

Gerçekten de Gerald Hausman'ın "Kedilerin Masalsı Tarihi" ve Gökhan Akçura'nın "Türk Edebiyatında Kedi, Kuyruklu Yazılar" başlıklı yazılarını çok büyük bir keyifle okumakla kalmadım Gökhan Akçura'nın yazısındaki "Karasu'nun kedi sevmek üzerine yaptığı tarif"i okuduktan sonra Bilge Karasu'nun "Göçmüş Kediler Bahçesi" adlı masallar kitabını alınacak-kitaplar listeme ekledim ve sanırım bu kitabı okuduktan sonra kendime de dersler çıkaracağım...



Dergideki keyifli yazılar bir yana özellikle Orhan Peker ve Avni Arbaş'ın özel kolleksiyonlarından alınan resimlerle Selçuk Demirel'in iki sayfalık çalışmasını derginin sayfaları kadar evimin duvarlarında da görmekten büyük keyif alırdım açıkçası.

Tabi ki Franz Marc'ın "Oyun Oynayan Kediler"ini, Paul Klee'nin "Kedi ve Kuş"unu ve dergideki diğer yazıları ihmal etmiyorum ama böyle bir derlemede Andy Warhol'un kedilerine de birkaç sayfa ayrılamaz mıydı diye de düşünmeden edemedim açıkçası...

* Kediye Türkü, Pablo Neruda
Çeviren : Nazmi Ağıl
P, Sayı 35, Sayfa 102

** Resim 1 : Paul Klee, Kedi ve Kuş
1928, The Museum of Modern Art

** Resim 2 : Orhan Peker, Kedi

Link:
P Dünya Sanatı Dergisi

18 Eylül 2005

iPod nano

Dinlediğim albümlerin yüksek veri oranlarında kodladığım MP3 kopyalarını bir süredir harddisklerimde arşivliyorum ama "iPod nano"yu görünceye kadar kendime bir MP3 player alayım diye niyetlenmemiştim bugüne kadar.



iPod nano'yu ilk defa geçen hafta içerisinde Steve Jobs'un tanıtımını yaptığı lansman toplantısı CNN sabah haberlerinde yayınlandığında gördüm. Sektörün en efsanevi kişiliği Steve Jobs, kot pantolonun bozuk para cebinden -Evet evet... Hani var ya kot pantolonlarımızın bozuk para koymak için sadece iki parmağımızın içine girebildiği ufacık cepleri..!- iPod nano'yu çıkardığında "Tamam" dedim kendi kendime "Apple teknoloji alemine bir köşe taşı daha dikti, bana da bu yolda kendimi kurban etmek düşer..."

Tabi iPod serisini diğer MP3 playerlardan ayıran en önemli özelliklerinin başında başlı başına bir kişisel müzik içerik sistemi olan iTunes'un geldiğini de unutmamak lazım bu arada...

Bende inanılmaz bir şekilde kendisine sahip olma hissi uyandıran bu teknoloji ve tasarım harikası henüz memleketimizde satışa sunulmadı ama internetteki ABD kökenli alışveriş sitelerinde oldukça makul fiyatlarla satılmaya başlandı. Biraz bekleyelim bakalım, Türkiye satış fiyatları belirlendiğinde arada nasıl bir uçurum olacak ya da başka bir deyişle Türkiye'de bir iPod nano'ya vereceğimiz parayla Amerika'dan kaç tane alabileceğiz... Bu konuda bir tahminim var; Şu anda Amerika'da 2GB kapasiteli beyaz iPod nano 199 USD'ye alınabiliyor. Ben bu mamülün Türkiye'de Bilkom tarafından KDV dahil 235 Euro karşılığı bir meblağa satılacağını düşünüyorum. Bu rakamın altı beni iPod nano'yu Türkiye'den, üstü yurtdışından almaya doğru iter. Zamanla göreceğiz...

Son söz; Şu anda kapı açılıp içeri Bill Gates girse "Bu sizin yeni Windoz ne zaman çıkıyo bilader..?" derim. Ama kapıdan giren kişi Steve Jobs olursa "Abi çay demlenene kadar karpuz kesiyorum sen buyur istirahat et" derim...

Linkler:
- iPod nano
- iTunes
- Hangi iPod'u seçeceğiz?
- Steve Jobs'un iPod nano tanıtımı

Şarap mı..?

Asma demiş ki; Elimden tutsalar göğe tırmanırım...*

Kökenim her tarafı üzüm bağları, bahçelerdeki çardaklardan salınan hatta arsızca yakınındaki her ağaca sarılıp göğe tırmanmaya çalışan asmalarla çevrili topraklara dayanıyor olmasına rağmen şarap konusunda ahkam kesecek son adam olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Neden bilmiyorum ama şarap bana hep zor göründü, içme aşamasına gelmeden doğru seçim yapabilmek için bile pek çok ön bilgiye sahip olmak pek bana göre değildi...

Ancak geçenlerde -yine- bira almaya gittiğim markette karşıma "Kayra" şarapları çıkınca fikrim değişti açıkçası... Dikkatimi önce "Terra" serisinin etiket tasarımları çekti ve şişeleri daha yakından inceleyince "Kayra ne güzel isim yahu..?" diye düşündüm. Dedim ya şaraptan hiç anlamadığım için gözüme en güzel görünen "Terra, Öküzgözü-Boğazkere" kırmızı şarabı aldım elime etiketini okudum önce; Acaba "Uygun koşullarda 6-8 yıl kadar olgunlaştırılabilir" ne demekti..? Şimdi içsem acaba başıma ne gelirdi..? Riski alacak kadar cesur bir karakter olmadığımdan şişeyi elimde sıkıca tutup gözlerimi kapattım ve önümüdeki sekiz yılın gözlerimin önünden film şeridi gibi akıp gitmesini sağladım. Gözlerimi açtığımda şarap kıvama gelmişti, parasını ödeyip eve gittim...

O akşam pek keyifle içtiğim Terra serisinin Öküzgözü-Boğazkere karışımından pek keyif aldım ama aradan geçen süre içerisinde farklı markalardan değişik şaraplar denemeyi de ihmal etmedim. Bugün aldığım Öküzgözü-Boğazkere'yi de az önce açıp aynı keyifle içmeye başlayınca bu yazıyı yazmaya karar verdim.

Benim gibi biranın tembel sularından gelen bir adam için şarap dünyasında okuyup hayallere kapılacak çok hikaye var gibi görünüyor...

Link:
http://www.kayrasaraplari.com/

* Bu yaz bahçenin girişindeki asma için nasıl bir çardak yaptıracağımızı konuşurken Annem'in söylediği özlü söz.

14 Eylül 2005

Unutmayayım...

Bir de bu var: http://www.l-opera.nl

Bunları derleyip toparlamayı unutmayayım, böyle durmasın burada! (Kafa sesim) Tamamdır!

12 Eylül 2005

Kendime not

www.cafedejaren.nl

"Halt"

Dun gece yedigim halta inanamiyorum, benim de civim cikti sonunda :) Ama kolaylikla "Benim degil bu sehrin kabahatiydi!" diyerek kendimi temize cikarabilirim :P

Neyse buraya yazdim tarihe gecti okur okur sasiririm kendime ilerde...

11 Eylül 2005

http://www.adobe.com/kuruyemish

Bütün standları gezdim en leziz kuruyemişe Adobe standında rastladım. Photoshop'unla Premiere Pro'nla, kuruyemişinle çok yaşa Adobe, Macromedia kurban olsun sana..!

Ne..? Bugün Pazar mı?

Bugünün Pazar olduğunu katıldığım toplantıdaki açılış konuşmasını yapan adının önündeki havalı ünvanları kadar keyifli konuşmacı "Geceleriyle ünlü bu şehirde Pazar sabahı erkenden burda olduğunuz için teşekkür ederim" dediğinde öğrendim.

Dün geceden sonra yarı açık gözlerle gittiğim toplantıda son derece ciddi konulardaki sunuşların arasında aniden patronları hakkında hazırladıkları komik klipleri göstererek eğlenen süper keyifli insanlarla karşılaştım.

10 Eylül 2005

Çivisi çıkmış...

Öte yandan bu şehrin "Çivisi çıkmış" da diyebiliriz. Ve fakat hiç kimse şikayetçi gibi görünmüyor. Ben de dahil tabi...

9 Eylül 2005

EU Looks to Regulate TV on the Internet

Nasıl..? Okuduğum dergide ayrıntılı bilgi yok, dönünce şu linke bir göz atayım;

http://europa.eu.int/comm/avpolicy/revision-tvwf2005/consult_en.htm

Rüzgar...

Düşünüyorum da birkaç sene önce yine aşağı yukarı bugünlerde yine aynı sokaklarda dünyayı gözüm görmeden rüzgar güllerinin peşlerinde koşuyordum...

Saat gece yarısını çoktan geçti, yarın oldu bile; Oysa saatlerdir bakıyorum da rüzgar güllerindenw eser yok ortalıkta... Sanki benden kaçıyor gibiler, tam da dünyanın merkezinde sadece ve sadece rüzgar güllerin olduğunun farkına vardığımda...

8 Eylül 2005

Hadi hayırlısı...

Kahramanımız dünyanın bir ucunda yeni bir maceraya adım atmak üzeredir ve dudaklarının arasından belli belirsiz "Hadi hayırlısı..." kelimeleri dökülür.

Daha iyi...

Microsoft Flight Simulator çok daha iyi, ne güvenlik kontrolü ne check-in kuyruğu var. Hiç sıra beklemeden uçağa binip -hem de pilot kabininde- istediğiniz yere uçabiliyorsun...

Bu arada keşke sadece Mister No edasıyla tek motorlu Cessna ile değil de yolcu uçaklarıyla da uçsaydım şimdi pilot gelse iki dakka sen kullan biz yardımcı pilotla yemeğimizi yiyelim dese ne yapacağım..?

Sahi ya... Sabahın dördünde nereye gider bu kadar insan..?

7 Eylül 2005

"Giden" olmak...

"Giden" sen isen bir türlü giremezsin konuya, aklında kurduğun cümleleri sese dönüştürecek nefes bir türlü çıkmaz boğazından...

Hele soru hiç soramazsın, "Gitmeseydin" cevabına dayanamayacağını bildiğin için...

Mola...

İki şehrin ortalarında bir yer...

Yolculuklarda mola yerlerindeki marketlerin müzik reyonlarını çok seviyorum. Aradığınız albümü hemen hemen hiç bulamazsınız. Ama öte yandan size sunulan çeşitsizliğin içerisinde -tabi eğer cesaret edebilirseniz- hic bilmediğiniz ve belki de daha önce hiç merak etmediğiniz yeni müzikleri -belki de sadece sesleri- de keşfedebilirsiniz.

Kahvem bitmek üzere... Bakalım bu sefer hangi albüm bana kendini aldıracak..?

6 Eylül 2005

CSI...

Ne CSI:New York, ne başkası... Benim favorim CSI:Miami'dir, hatta tam olarak oradaki Horatio abimizdir. Kendisi diğer meslektaşları gibi beyaz önlüğü giyip tezgahın başına geçmez elini kana, kimsayallara bulaştırmaz. Horatio düşünce ve koordinasyon adamıdır, eli cebinde olaylara düşünerek ve koordinasyon yaparak dahil olur, çözümü masaya koyar ve karizmatik bi şekilde olay yerinden ayrılır. İddia ediyorum ki bu tip adamlar ne iş yapsa en iyi şekilde yapar, misal Horatio yarın birgün gelse İstanbul İMÇ'de bi "kasetçi" dükkanı açsa dünyanın dev yapımcıları arasına girer iki yıla kalmaz...

5 Eylül 2005

Control Room | Different channels. Different truths.

İnsan kendini nerede güvende hisseder..? Ya da bir Iraklı kendini nerede güvende hisseder..? Savaşla ilgili beylik laflar edecek değilim, geçen hafta seyrettiğim "Control Room" adlı belgesel filmden bahsetmek istiyorum sadece...

"Control Room" Al Jazeera çalışanlarının gözünden Irak savaşının perde arkasını ama bu sefer işe medyanın perde arkasından bakarak anlatıyor. Anlatıyor demek de doğru mu bilmiyorum aslında bir amatör kamerayla çekilmiş görüntüler ve Al Jazeera çalışanlarının çaresizlik içerisindeki çabalarını anlatan anektodların arka arka getirilmesinden oluşuyor film... Ya da belki de Al Jazeera bu sefer televizyon haberlerinden izlediğimiz Irak Savaşı hakkında bakın aynanın bu tarafından da bunlar görünüyordu siz savaşı müttefik kuvvetlerin gözünden izlerken diyor...

Filme adını "Control Room" aslında televizyon kanallarında reji ya da kumanda odası denilen bir çok kaynaktan (muhabirlerden, stüdyolardan...) gelen görüntülerin yönetmen ve ekibi tarafından seçilip izleyiciye -genellikle- gerçek zamanlı bir kurguyla aktarıldığı odanın adı. Gerçekten de film Al Jazeera kumanda odası ile müttefik kuvvetlerin karargahı olan Cent-Com(Central Command)'un medya merkezi arasında götürüp getiriyor izleyenleri.



Filmde Cent-Com'un aslında bir savaş filmine lojistik sağlamak üzere kurulmuş bir üs gibi düşünüldüğünü görüyoruz, batılı gazeteciler odalarında heyecanla Amerikan subaylarının savaştaki gelişmelerle ilgili yapacağı açıklamaları bekliyor, Bağdat düştüğünde heyecanla yumruklar havaya savruluyor. Öte yandan Al Jazeera'nin binasında kendi kanlarından insanların yaşadığı bir ülkenin işgali hakkındaki gerçekleri/alternatif bilgileri dile getirememenin sıkıntısı var insanlarda, Batılı mesteklaşlarının aksine bu olanlara inanamıyor ve şaşkınlıkla izliyor gibiler...

"Cent-Com" kulağa "Sit-Com" gibi gelmiyor mu?
Film ya da belgesel olarak eleştirmek zor Control Room'u, bize müttefiklerin yarattığı savaş filmini gerçekler olarak izlettiren televizyonun arkasına geçip orada olanları gösteriyor diye değerlendirmek belki de daha doğru olur.

* Link : IMDB'de Control Room

4 Eylül 2005

"Sıvılaştırılmış ipek" mi..?

Marketten her zaman kullandığım şampuan markasının yeni çıkan modelinin üzerindeki Türkçe ve İngilizce "Sıvılaştırılmış İpek" içerdiğine dair ibareler ve saçıma ipeksi bir görüntü ve ışıltı vereceği yönündeki vaatlerine kanarak/kandırılarak -böyle diyorum çünkü sanırım biraz sonra anlatacağım gibi şampuan şişesi tarafından hipnotize edildim- bir şişe aldım ve eve gelip de şampuanı banyoda durması gereken yere koyarken kendime geldim...

"Sıvılaştırılmış ipek" de neydi yahu..? Ben buna nasıl kanmıştım..? Hadi bu adamlar ipeği sıvılaştırıp şişeye tıkmışlardı, bunun benim saçımla ne ilgisi vardı ki..?

İşte o zaman olayın nasıl geliştiğini hatırlamaya başladım; Ben her zamanki şampuanımı almak üzere markette şampuanların olduğu rafa uzandığımda üzerinde "Sıvılaştırılmış ipek" yazan şişeyle gözgöze geldim. Ve işte tam o anda görüntü bulanmaya başladı ve şişenin gözünden kendimi görmeye başladım. Şampuan şişesi beni kendisini almak üzere rafa elini uzatmış ve tişörtünde "Dangalaklaştırılmış tüketici" yazan bir lego adam olarak görüyordu..! Evet, "Sıvılaştırılmış ipek" ile "Dangalaklaştırılmış tüketici" karşı karşıyaydı ve tabii ki "Dangalaklaştırılmış tüketici" bu karşılaşmadan kasada bile ne aldığına uyanmadan tıkır tıkır parasını ödediği koltuğunun altındaki şampuan şişesiyle marketten çıkarak mağlup ayrıldı...



Şampuan şişesi şu anda masamın üstünde duruyor, bu yazıyı yazarken üzerinde "Sıvılaştırılmış ipek" ne manaya geliyor belki açıklama bulurum dedim ama okuduklarımdan işe yarar birşey çıkmadı. Bu arada şu anda üzerimde tişört yok ama "Dangalaklaştırılmış tüketici" yazısı sanırım şu anda alnımda belirdi...

Bu Kadar Fotoğraf Nereye Sığacak... | "Macera Devam Ediyor" ya da 2.Bölüm

Fotoğraf çekmenin dijital fotoğraf makineleriyle iyice kolaylaşmasından sonra kendimizi bir anda binlerce fotoğraf dosyasının içerisinde bulduğumuzda aradığımız fotoğraflara nasıl ulaşacağımız konusunda burada atıp tutmuş ardından da "Dijital Fotoğraf Arşiv ve İçerik Yönetimi" için kullanabileceğimiz yazılımları inceleyip değerlendirdikten sonra sonuçları yazacağımı söylemiştim.

Aradan geçen neredeyse bir ay içerisinde bir yandan yazıda bahsettiğim yazılımlarn demo sürümlerini kurcalarken bir yandan acaba Adobe Bridge'e haksızlık mı ediyorum, onu da mı değerlendirme listeme alsam diye düşünüyordum ki sevgili Google, Google Desktop ile yaptı yine yapacağını..!

Bir kere Google ("Google" ne mi demek, buradan alalım sizi ama okur okumaz buraya dönüp okumaya devam etmeniz şartıyla!)deyince aklıma gelen ilk üç şeyi söylemeden geçemeyeceğim; Basitlik, hız ve kolay kullanım... Bilmiyorum bana mı öyle geliyor ama bu arkadaşlar gündelik hayatımızın bilgisayar başında geçirdiğimiz zamanlarında en çok kullandığımız servisleri en basit, en hızlı çalışan ve en kolay kullanılan şekilde ayağımıza getiriyor... Küçümsemeyelim lütfen, bu üç basit kelimeyi aynı cümle içerisinde kullandırtan mamülleri üretmektir kanaatimce en zor olanı -Bu arada vallahi Google'dan para almıyorum reklamlarını yapmak için... Yani aslında onlar veriyor da ben almıyor değilim, henüz kimse teklif etmeyi akıl etmedi ama telefonum elimde beklemedeyim biliyorum her an arayabilirler!



Tekrar konumuza dönelim; Bu Google Efendi ne yapmış da benim Saadettin Teksoy edası ve "Araştırmacı-Tasarımcı" kimliğimle yürüttüğüm araştırmamı nafile bir çabaya dönüştürmüş..? Az -bir iki kelime ve noktalama işareti- sonra..!

Şimdi dijital fotoğraf dosyalarımıza bakışımızı iki başlık altında ayıralım;

Birincisi bu dosyalar sonuçta birer veri dosyası ve kullandığımız işletim sisteminin dosya yönetim sistemi tarafından yazılıyor ve okunuyor yani işletim sistemimiz bu dosyaların ne zaman diskimizin neresinde olduğunu ve adı, büyüklüğü kayıt edilme ve son değiştirilme tarihi gibi bilgileri zaten -işinin bir parçası olarak- aklında tutuyor.

Öte yandan fotoğraf dosyası formatlarının işletim sistemlerinden ve -büyük ölçüde fotoğraf makinesi üreticilerinden bile- bağımsız olarak geliştirilen ve bu yüzden yaygın olarak kullanılan bazı üst bilgileri, görüntülerin yanı sıra saklama olanakları var. Örneğin JPEG, TIFF -ya da üreticilere özel RAW dosyaları- gibi yaygın olarak kullanılan fotoğraf dosyalarında fotoğraf makinesinden gelen teknik bilgilerin yanı sıra fotoğrafı çeken kişi, nerede çekildiği, eğer haber niteliği taşıyorsa haber detayları (story) hatta makinenizde bir GPS eklentisi varsa fotoğrafı çektiğiniz koordinartları ya da kendi belirlediğiniz veri alanlarını bu dosyanın içerisine tabiri caizse gömmeye yarayan EXIF (Exchangeable Image File Format), IPTC (International Press Telecommunications Council) , XMP (Extensible Metadata Platform) gibi formatlardan bahsedebiliriz.

Teknik zırvalıkları geçiyorum, özetle bilmemiz gereken şu; Fotoğraf dosyaları içlerinde kendi formatları ile ilgili zaten okunabilir text olarak kolayca ulaşılabilen bir takım bilgiler içeriyor, biz de bunlara daha fazla bilgi ekleyebiliyoruz sonuçta elimizde yine tek bir dosya oluyor. Buradaki önemli nokta şu; İlk yazımda bahsettiğim içerik yönetim yazılımları kullanıcının eklediği verileri kendi veritabanlarında tutarken biz şu anda EXIF, IPTC ve XMP ile artık kullanıcı verilerini de fotoğraf dosyasının içerisine gömebilmekten bahsediyoruz.

Bu iki noktayı birleştirince karşımıza şu çıkıyor; Fotoğraf dosyaları zaten onları arşivlerken kullanabileceğimiz üst-verileri (metadata) kendi içlerinde saklıyor ve işletim sistemimiz de doğal fonksiyonlarından birisi olarak kullandığımız her dosya gibi bu fotoğraf dosyalarımızın nerede olduğunu ve nasıl ulaşacağımızı biliyor.

Peki bu durumda başka hiçbir içerik yönetim yazılımına gerek kalmadan kullandığımız işletim sistemi -mesela sevgili Windows- üstlense bu içerik yönetim işini de ben dosya isimleriyle sıradan döküman dosyalarını arar gibi verdiğim anahtar kelimelerle (mesela fotoğrafı çektiğim yer ve makinenin markası gibi..) fotoğraflarımı arasa, bulsa ve bana bunları listelese..?

Ne kadar basit ve işletim sistemlerinin doğal bir parçası olması gereken bir istek gibi değil mi? Ama maalesef -en azından- sevgili Windows bunu bu kadar basitçe yapamıyor. Dosyaları indeksleyip anahtar kelimelerle arama yapmayan yarayan "Windows Indexing Service" standart kurulumda yer almıyor, sonradan kurmanız gerekiyor ama bun üzülmenize gerek yok çünkü "Indexing Servive" Windows'un en samimiyetsiz servislerinden birisi bence. Zaman zaman arka planda indeksleme yaparken kendini kaybedip harddiskinizin kontrolünü ele geçiren ve MS Office uygulamaları dışında pek de işe yaramayan bu servisi sakın kurmaya çalışmayın.

İşte tam burada sahneye Google Desktop giriyor ve özetle şunu yapıyor; İlk kurulumundan sonra sizin bilgisayarı açık bırakıp gittiğiniz zamanlarda harddiskini şöyle bir didik didik gözden geçirip dosyaları indeksliyor, yani takip edebileceği dosyaların aklının bir köşesine yazıyor ve size ekranınızın herhangi bir yerinde floating ya da embedded olarak kullanabileceğiniz ufak bir arama kutusu veriyor. Siz de aramak istediğiniz kelimeyi, mesela Outlook mail klasörünüzdeki maillerde geçen bir kelimeyi ya da PDF dökümanlarınızda araadığınız bir detayı girdiğinizde arama kriterinize uygun dosyaları browser ekranınız içerisinde ayağınıza getiriyor. Bu kısmı uzatmıyorum, Google Desktop tek kelimeyle Windows Indexing Service'e çok iyi ve basit bir alternatif...

Ve mutlu son; Google Desktop, bu adresten erişebileceğiniz eklentiler sayesinde fotoğraf, ses, görüntü, animasyon proje dosyalarınızı da indeksleyip onlara kolayca ulaşmanızı sağlıyor. Fotoğrafla ilgili olarak ise bu yazı sonunda Google Desktop'ı kurarsanız (Kurduktan sonra bir defalık indeksleme işlemi için bilgisayarınızın hızına göre en az birkaç saat açık bırakıp başından kalkmanızı öneririm!) Digimarc firmasının ürettiği Digimarc Image Search Application eklentisini de mutlaka kurmanızı öneririm. Henüz beta sürümü olmasına ve kullanıcı ayarlarının oldukça kısıtlı olmasına rağman JPG ve TIFF dosyaların EXIF veri alanlarını başarıyla okuyor ve son derece hızlı olarak arama sonuçlarını listeliyor. Arama sonuçlarında dönen bilgilerin bir kısmının kullanıcı-dostu şekillere dönüştürülmemiş olması da sanırım release versiyonlarında kolayla üstesinden gelinebilecek bir sorun...

Sonuçta Google Desktop, Digimarc Image Search eklentisi ile birlikte kullanıldığında göreceli olarak kurulumu ve kullanımı daha karmaşık içerik yönetim sistemlerinin yaptığı temel fonksiyonları başarıyla yerine getiriyor ve gelecekteki sürümlerinde bu başarısını daha da geliştireceğinden en ufak bir şüphem yok. Ama öte yandan içerik yönetim sistemlerini de offline arşivleme ve üst-veri girme, güncelleme yeteneklerinden dolayı tamamen göz ardı etmek de şimdilik mümkün görünmüyor...

Bu yazıdan da anlaşılacağı gibi Google Desktop, içerik yönetim meselesine benim için alternatif bir bakış ekledi ve tabi incelenecek ve üzerinde konuşulacak konulara yenilerini kattı...

1 Eylül 2005

...

Başlıksız ve -yine aslında- yazısız... -Ve yine- Sadece kendime... Dönüp yıllar sonra okuyunca bana hatırlatsın diye...