Tanıtım broşürünü tam olarak okumadığım için sanırım; Konsere giderken bir Burhan Öçal şovu içerisinde Shri Live'ı da izleyeceğimi düşünmüştüm. Oysa son derece net bir şekilde yazıyormuş; "...Hint kökenli bas sihirbazı Shri, özel konuğu Burhan Öçal ile buluşuyor"
Dün gece izlediğim "Shri Live & Burhan Öçal, Ritim Ustalarının Buluşması" konserinden bahsediyorum. Kalıptan çıkma bir cümle olacak ama yine de yazacağım; Shri Live, zaman zaman Burhan Öçal'ın da katılımıyla inanılmaz bir gösteri sergiledi. Gösteri diyorum çünkü izlediğim şey bir konser değildi özellikle Shri Live'ın vokalisti Rags ve tabii ki Shri'nin performanslarını düşününce.
Ancak "Doğal/Hakiki Entellektüel" Sayın Zındırzımba'nın da tespit ettiği gibi Burhan Öçal ile Shri Live'ın beraber sergilediği performans için iyi demek pek de mümkün değil açıkçası, ayrı ayrı değerlendirdiğimizde hem Shri Live hem de Burhan Öçal inanılmaz keyif verdi ama beraberlerinde -belki de dün geceye has- bir kan uyuşmazlığı vardı...
Shri Live'den "Son yıllarda İngiltere başta olmak üzere tüm Avrupa'yı etkisi altına alan Asya Kültürü'nü günümüz standartlarıyla buluşturan..." ve benzeri süslü birçok cümleyle bahsediliyor. Ortada bir kültür buluşması gerçekten var, Shri beslendiği kültürünü batılı grup arkadaşlarıyla inanılmaz keyifli bir şekilde sundu konser boyunca ama grubun iki vokalisti ilgimi çekti en çok: İnanılmaz bir sahne hakimiyeti olan -sanırım İngiliz- Rags, Hint kıyafetleri ve rahatlığıyla "Batı"nın "Doğu"dan duyduğu heyecanı, Batılı kıyafetler içindeki Hintli vokal Hema Jani ise ürkek tavırları ve acılı/yanık/ürkek ama çok daha etkileyici sesiyle "Doğu"nun "Batı"ya öykünmesininin göstergesi gibiydi...
Ve son olarak şunu düşündüm; Maalesef "Müzik kulağı" denilen şeye sahip değilim, kafamın her iki yanında yapışık duran iki şeye olsa olsa en fazla sıradan iki "İnsan kulağı" denilebilir. Ben bile bu müziği dinlerken bu kadar heyecanlanıyorsam, müziğin teorisini bilenler/müzik kulağı olanlar ya benim duyamadığım sesleri de duyuyor, kulağımdan kaçan ayrtıntıları da yakalıyorlarsa..?
Kıskanıyorum...
20 Ekim 2005
19 Ekim 2005
Uyuşmak
"... cemaatin (cemiyetin) şefkatli elini hissetmek, cemaatle uyuşmak büyük bir zevktir. Bedeli ise yaratıcılığınızdan, değişik fikirlerinizden vazgeçmektir. Cemaatin içinde sırt sıvazlamak, erkek cemaati, kendi cemaatiniz, iş arkadaşlarınız vardır."
Akşam Gazetesi'nde Serdar Turgut'un Orhan Pamuk'la yaptığı ropörtajdan alıntı.
Akşam Gazetesi'nde Serdar Turgut'un Orhan Pamuk'la yaptığı ropörtajdan alıntı.
Love Her Madly | The Doors
Don't ya love her madly
Don't ya need her badly
Don't ya love her ways
Tell me what you say
Don't ya love her madly
Wanna be her daddy
Don't ya love her face
Don't ya love her as she's walkin' out the door
Like she did one thousand times before
Don't ya love her ways
Tell me what you say
Don't ya love her as she's walkin' out the door
All your love
All your love
All your love
All your love
All your love is gone
So sing a lonely song
Of a deep blue dream
Seven horses seem to be on the mark
Yeah, don't you love her
Don't you love her as she's walkin' out the door
All your love
All your love
All your love
Yeah, all your love is gone
So sing a lonely song
Of a deep blue dream
Seven horses seem to be on the mark
Well, don't ya love her madly
Don't ya love her madly
Don't ya love her madly
Dinliyorum : "Stoned Immaculate: The Music of The Doors"
Don't ya need her badly
Don't ya love her ways
Tell me what you say
Don't ya love her madly
Wanna be her daddy
Don't ya love her face
Don't ya love her as she's walkin' out the door
Like she did one thousand times before
Don't ya love her ways
Tell me what you say
Don't ya love her as she's walkin' out the door
All your love
All your love
All your love
All your love
All your love is gone
So sing a lonely song
Of a deep blue dream
Seven horses seem to be on the mark
Yeah, don't you love her
Don't you love her as she's walkin' out the door
All your love
All your love
All your love
Yeah, all your love is gone
So sing a lonely song
Of a deep blue dream
Seven horses seem to be on the mark
Well, don't ya love her madly
Don't ya love her madly
Don't ya love her madly
Dinliyorum : "Stoned Immaculate: The Music of The Doors"
12 Ekim 2005
Alçak Uçuş
Kahramanımız tek motorlu Cessna 400 otomobili ile alçaktan uçarken kendisine gökyüzünde Çin ejderhalari ve balik figürleri çizerek uçan kuş sürüleri ile akşam yemeği olarak tarla fareleri arayan yalnız şahinler eşlik etmektedir.
Henüz ikiyüz gram kavrulmuş fındık içi yenecek kadar mesafe gidilmişken uyku açıcı birşeyler içmek ve yolun anılarını hatırlamak üzere mola verilmiştir.
8 Ekim 2005
Amat | İhsan Oktay Anar - Sonrası...
Kitap yayınlandığı öğrenildiğinin ertesi günü satın alınmış, satın alındığının ertesi günü ve neredeyse bir tam gün sonra okunmuş ve bitirilmiştir. Ve tabii ki bunda tam da hafta sonuna denk gelen ve feci halsizlik ve boğazda yanma belirtileri ile hayatı zindan eden gribal enfeksiyon nedeniyle evde karantina altında olmanın da etkisi olduğu yadsınamayacaktır...
Ve bu halsizlik ve yarı uyku halinde yapılan yanlışlar suratına buz haline getirilmiş kocaman bir kartopu gibi patlayıp da bir an için nefessiz bırakınca "Kendimi tutmalıydım ama aldığım ilaçlar beni sersem gibi yapmıştı!" diyerek hastalığın arkasına sığınılmaya çalışılacak ama artık geçip gitmenin vakti geldiği de sonunda anlaşılacaktır.
İhsan Oktay Anar'ın tüm kitaplarını okudum, bir önceki yazımda da yazdığım gibi Puslu Kıtalar Atlası için okuduğum en iyi kitap diyebilirim. Ardından yayınlanan Kitab-ül Hiyel'i de benzer bir keyifle okudum ama Efrâsiyâb'ın Hikayeleri'nden aynı keyfi almadığımı söylemeliyim.
Amat'ı nasıl bir heyecanla gidip aldığım ve okumaya başladığım malum, aynı heyecanla da bitirdim. İlk sayfaları geride bıraktığımda yıllar önce (1990 ya da 91 yılı olsa gerek..?) Metin Kaçan'ın Ağır Roman'ınını okuduğumda hissettiklerimi düşündüm. Metin Kaçan, Ağır Roman'da sadece karakterleri değil anlatıcıyı da olayların geçtiği bağlamın diliyle konuşturmuştu. Kitabı okurken buna önce çok şaşırmış, ama yazarın inanılmaz akıcı anlatımı ve hikayenin sürükleyiciliği karşısında anadilimin daha önce hiç duymadığım kelimeler ve cümlelerle bu alternatif kullanımına ilk sayfalardan sonra alışmıştım.
Anar'da Amat'da Kaçan'ın Ağır Roman'daki tarzına benzer şekilde çıkyor karşımıza; Nefessiz bir denizcilik jargonuyla okuyucuya çoğu zaman açıklama yapma gereği bile duymadan hikayesini anlatıyor ve kahramanlarını konuşturuyor. Kitapları okurken olayların geçtiği mekanları, kahramanları, detayları hayalimde canlandırma ("Hayalimde somutlama" daha iyi tanımlıyor bu durumu aslında...) alışkanlığımdan olsa gerek itiraf edeyim önce biraz zorlandım. "Rüzgar yıldız tarafından eserken orsa çeken iki fırkateyn, yelkenlerini istinga etmiş ve burnu güneydoğusuna dönük olan Amat'ın kemere hattında, beş gomina kadar açıktaydı." cümlesinin betimlediği nasıl bir resimdi, "orsa çekmek, istinga etmek, kemere hattı" ne demekti ve "beş gomina" ne kadarlık bir mesafeyi tanımlıyordu? Kısa süren bir tereddütten sonra kendimi hikayenin akışına bıraktım, bir masal okuduğumu düşünerek Anar'ın cümlelerinden kendi resimlerimi çizdim kafamda, sonuçta beş gomina dediğin şey bir gominanın beş katıydı :)
Hikaye
Gelelim hikayeye... Amat'ı bir cümlede nasıl anlatabilirim diye düşünüyorum kitabı bitirdiğimden beri, mesela "Ölümsüzlük hakkında bir roman" desem anlamlı olur mu ya da "Alternatif bir dinler efsanesi" denilebilir mi bilmiyorum. Anar kitapta İsrafil'den Nuh'a, Süleyman'dan Kırmızı Başlıklı Kız hikayesine pek çok gönderme yapıyor ve hikayenin tamamını deşifre etmek de bu yüzden biraz zaman alacak gibi görünüyor. Kitap daha yeni yayınlandığından olsa gerek, nette de hakkında tanıtım yazısı dışında pek birşey bulamadım (Aslında sadece Google Efendi'ye buyurdum o aradı). Bu noktada Ogo'nun ve kitabı okuyan ya da okumaya niyetlenen diğer arkadaşların izlenimlerini de çok merak ediyorum doğrusu...
Bu yazıyı yazdığımın ertesi günü Hürriyet Gazetesi Pazar Keyif ekinin "Kitap/Haftanın Yenileri" sayfasında Ayşe Gür'ün Amat ile ilgili olarak yazdığı tanıtım yazısına rastladım. Ayşe Gür de Amat üzerine konuşmanın zorluğundan bahsediyor;
"Yazarın diğer eserleri gibi bunu da anlatmak zor. Bu yazıyı yazmak için büyük bir hızla okudum romanı; Dönüp dönüp tekrar okuyacağımı biliyorum. Çünkü binlerce farklı şekilde okunacak romanlardan biri "Amat". Bir gemicilik ve deniz romanı gibi, bir Tevrat hikayesi gibi, bir semboller denizi gibi, bir macera romanı gibi okunabilir, kim bilir İhsan Oktay Anar'ı sevenler onu daha nasıl okuyacaktır. Ama kimseyi hayal kırıklığına uğratmayacaktır."
Kapak Tasarımı
Kitabın kapak tasarımı Suat Aysu tarafından yapılmış; Tüm kapağı önden arkaya saran kırmızı ağırlıklı doku ve arka kapakta bu dokuya yedirilmiş remil falı figürleri kaplıyor. Ön kapakta yukarıdan aşağıya yazarın adı, kitabın adında sonra ana figür olarak bir ambarlı kalyon minyatürü (1720, Sûrname) kullanılmış. Arka kapakta ise sadece tanıtım yazısı var.
Bir önceki yazımda da kullandığım kitabın ön kapağını kitap sitelerinde gördüğümde beğenmiştim ama kitabın kendisini evirip çevirdiğimde kitabın adının ve kalyon minyatürünün seçilen fonda kaybolduğunu farkettim. Belki de seçilen fonttan ama dün kitabı almaya gittiğimde, kapağı daha önce görmüş olmama rağmen raflarda pek de kolay bulmadım; Yazarın ve kitabın adı bence kolay okunamıyor/seçilemiyor.
Kapakta tek figür olarak kullanılan kanyon minyatürü ise bence çok doğru bir seçim olmasına rağmen arka fon içerisinde kaybolmuş, minyatürün perspektifsizliği içerisinde yazarın adı, kitabın adı, minyatür ve yayınevinin adından hiçbirisi kendisini öne çıkaramamış, fon-ön plan ilişkisi doğru kurulamamış.
Minyatür mü..?
Bunların ötesinde kapakta kullanılan minyatürü biraz daha yakından inceleyince bu sanat ile ilgili olarak da bir okuma planı yapmaya ve ardından da bir yazı yazmaya karar verdim; Bana hep ilginç gelmiştir, bir yandan resmin/tasvir etmenin din tarafından yasaklanmasına boyun eğip diğer yandan da biraz da ulemâyı kandırırmışcasına tamamen insanın dünyayı algısına aykırı bir resim teorisi yaratıp, -bence- inanılmaz güzellikte ve son derece naif, bebeksi yüzlü adamlar olarak resmedilen orduların kanla kazanılmış zaferlerinin kağıda dökülmesi... Seçilen renkler, perspektifsizlik ve tıpkı Anar'ın yaptığı gibi kenardan köşeden göndermeler (Örneğin Kanunî Sultan Süleyman'ın cenaze töreninin tasvir edildiği minyatürde Mimar Koca Sinan'ın gözlerden uzak bir köşede mezar için ölçü alması gibi) bu yasak-savmak üzere tasarlanmış kurallarla yapılan resimlere bakan izleyicilere tıpkı bir masal okur gibi kendi hayal güçlerini kullanıp resimlenen olayları kendilerince tasvir etme şansı veriyor gibi geliyor bana.
Ve Bir Tavsiye
Ve minyatürler, Kanunî, Mimar Sinan demişken işte bir kitap tavsiyesi daha; Mimar Sinan, Kanunî dönemi ve İstanbul'un silüetinin nasıl tasarlandığına, Mihrimah Sultan Camii ve bir sanatçının/yaratıcının aşkını nasıl ifade ettiğine dair geçmişle bugün arasında gidip gelen müthiş bir roman. Yazarken bile tekrar okumak için heyecanlanıyorum..!
Işıkla Yazılsın Sonsuza Adım, Mehmet Coral
Doğan Kitap, 2001
"Bir gün mutlu padişahın başmimarı olan Abdülmennan oğlu Sinan, güçsüz bir ihtiyar olunca, tarih sahifesinde ad ve şan bırakarak, hayırlı duayla anılmasına vesile olmak üzere, kırık kalpli, değersiz, düşkün olan bu duacı Sai'den, nazım ve nesir olarak, hatıralarını yazmamı dilediler. Elinden geldiğince, bana büyük bir huzur ve sevinç kaynağı olan bu kırık ezgili armağanı hazırladım..."
"... Sinan'ın hacimlerinde yarattığı sessiz şiirin dizelerinde arıyorum, kuracağım yeni dünyanın sütunlarını. Yapıtlarında zamanı durdurur. Sinan. Anı yoktur o mekanlarda. Zamanı geriye doğru sayamazsın. Çünkü kavramsal olarak mevcut değildir. Hiç olmamıştır..."
Mimar Sinan'ın romanı... Tarihin ateşinde yanan kahramanların, koşut kurguyla, günümüzden geçmişe dek uzanan kozmik bir çizgide gelişen olağanüstü serüveni... Umarsız bir aşk ve şaşırtıcı bir son...
(Arka Kapak)
Ve bu halsizlik ve yarı uyku halinde yapılan yanlışlar suratına buz haline getirilmiş kocaman bir kartopu gibi patlayıp da bir an için nefessiz bırakınca "Kendimi tutmalıydım ama aldığım ilaçlar beni sersem gibi yapmıştı!" diyerek hastalığın arkasına sığınılmaya çalışılacak ama artık geçip gitmenin vakti geldiği de sonunda anlaşılacaktır.
İhsan Oktay Anar'ın tüm kitaplarını okudum, bir önceki yazımda da yazdığım gibi Puslu Kıtalar Atlası için okuduğum en iyi kitap diyebilirim. Ardından yayınlanan Kitab-ül Hiyel'i de benzer bir keyifle okudum ama Efrâsiyâb'ın Hikayeleri'nden aynı keyfi almadığımı söylemeliyim.
Amat'ı nasıl bir heyecanla gidip aldığım ve okumaya başladığım malum, aynı heyecanla da bitirdim. İlk sayfaları geride bıraktığımda yıllar önce (1990 ya da 91 yılı olsa gerek..?) Metin Kaçan'ın Ağır Roman'ınını okuduğumda hissettiklerimi düşündüm. Metin Kaçan, Ağır Roman'da sadece karakterleri değil anlatıcıyı da olayların geçtiği bağlamın diliyle konuşturmuştu. Kitabı okurken buna önce çok şaşırmış, ama yazarın inanılmaz akıcı anlatımı ve hikayenin sürükleyiciliği karşısında anadilimin daha önce hiç duymadığım kelimeler ve cümlelerle bu alternatif kullanımına ilk sayfalardan sonra alışmıştım.
Anar'da Amat'da Kaçan'ın Ağır Roman'daki tarzına benzer şekilde çıkyor karşımıza; Nefessiz bir denizcilik jargonuyla okuyucuya çoğu zaman açıklama yapma gereği bile duymadan hikayesini anlatıyor ve kahramanlarını konuşturuyor. Kitapları okurken olayların geçtiği mekanları, kahramanları, detayları hayalimde canlandırma ("Hayalimde somutlama" daha iyi tanımlıyor bu durumu aslında...) alışkanlığımdan olsa gerek itiraf edeyim önce biraz zorlandım. "Rüzgar yıldız tarafından eserken orsa çeken iki fırkateyn, yelkenlerini istinga etmiş ve burnu güneydoğusuna dönük olan Amat'ın kemere hattında, beş gomina kadar açıktaydı." cümlesinin betimlediği nasıl bir resimdi, "orsa çekmek, istinga etmek, kemere hattı" ne demekti ve "beş gomina" ne kadarlık bir mesafeyi tanımlıyordu? Kısa süren bir tereddütten sonra kendimi hikayenin akışına bıraktım, bir masal okuduğumu düşünerek Anar'ın cümlelerinden kendi resimlerimi çizdim kafamda, sonuçta beş gomina dediğin şey bir gominanın beş katıydı :)
Hikaye
Gelelim hikayeye... Amat'ı bir cümlede nasıl anlatabilirim diye düşünüyorum kitabı bitirdiğimden beri, mesela "Ölümsüzlük hakkında bir roman" desem anlamlı olur mu ya da "Alternatif bir dinler efsanesi" denilebilir mi bilmiyorum. Anar kitapta İsrafil'den Nuh'a, Süleyman'dan Kırmızı Başlıklı Kız hikayesine pek çok gönderme yapıyor ve hikayenin tamamını deşifre etmek de bu yüzden biraz zaman alacak gibi görünüyor. Kitap daha yeni yayınlandığından olsa gerek, nette de hakkında tanıtım yazısı dışında pek birşey bulamadım (Aslında sadece Google Efendi'ye buyurdum o aradı). Bu noktada Ogo'nun ve kitabı okuyan ya da okumaya niyetlenen diğer arkadaşların izlenimlerini de çok merak ediyorum doğrusu...
Bu yazıyı yazdığımın ertesi günü Hürriyet Gazetesi Pazar Keyif ekinin "Kitap/Haftanın Yenileri" sayfasında Ayşe Gür'ün Amat ile ilgili olarak yazdığı tanıtım yazısına rastladım. Ayşe Gür de Amat üzerine konuşmanın zorluğundan bahsediyor;
"Yazarın diğer eserleri gibi bunu da anlatmak zor. Bu yazıyı yazmak için büyük bir hızla okudum romanı; Dönüp dönüp tekrar okuyacağımı biliyorum. Çünkü binlerce farklı şekilde okunacak romanlardan biri "Amat". Bir gemicilik ve deniz romanı gibi, bir Tevrat hikayesi gibi, bir semboller denizi gibi, bir macera romanı gibi okunabilir, kim bilir İhsan Oktay Anar'ı sevenler onu daha nasıl okuyacaktır. Ama kimseyi hayal kırıklığına uğratmayacaktır."
Kapak Tasarımı
Kitabın kapak tasarımı Suat Aysu tarafından yapılmış; Tüm kapağı önden arkaya saran kırmızı ağırlıklı doku ve arka kapakta bu dokuya yedirilmiş remil falı figürleri kaplıyor. Ön kapakta yukarıdan aşağıya yazarın adı, kitabın adında sonra ana figür olarak bir ambarlı kalyon minyatürü (1720, Sûrname) kullanılmış. Arka kapakta ise sadece tanıtım yazısı var.
Bir önceki yazımda da kullandığım kitabın ön kapağını kitap sitelerinde gördüğümde beğenmiştim ama kitabın kendisini evirip çevirdiğimde kitabın adının ve kalyon minyatürünün seçilen fonda kaybolduğunu farkettim. Belki de seçilen fonttan ama dün kitabı almaya gittiğimde, kapağı daha önce görmüş olmama rağmen raflarda pek de kolay bulmadım; Yazarın ve kitabın adı bence kolay okunamıyor/seçilemiyor.
Kapakta tek figür olarak kullanılan kanyon minyatürü ise bence çok doğru bir seçim olmasına rağmen arka fon içerisinde kaybolmuş, minyatürün perspektifsizliği içerisinde yazarın adı, kitabın adı, minyatür ve yayınevinin adından hiçbirisi kendisini öne çıkaramamış, fon-ön plan ilişkisi doğru kurulamamış.
Minyatür mü..?
Bunların ötesinde kapakta kullanılan minyatürü biraz daha yakından inceleyince bu sanat ile ilgili olarak da bir okuma planı yapmaya ve ardından da bir yazı yazmaya karar verdim; Bana hep ilginç gelmiştir, bir yandan resmin/tasvir etmenin din tarafından yasaklanmasına boyun eğip diğer yandan da biraz da ulemâyı kandırırmışcasına tamamen insanın dünyayı algısına aykırı bir resim teorisi yaratıp, -bence- inanılmaz güzellikte ve son derece naif, bebeksi yüzlü adamlar olarak resmedilen orduların kanla kazanılmış zaferlerinin kağıda dökülmesi... Seçilen renkler, perspektifsizlik ve tıpkı Anar'ın yaptığı gibi kenardan köşeden göndermeler (Örneğin Kanunî Sultan Süleyman'ın cenaze töreninin tasvir edildiği minyatürde Mimar Koca Sinan'ın gözlerden uzak bir köşede mezar için ölçü alması gibi) bu yasak-savmak üzere tasarlanmış kurallarla yapılan resimlere bakan izleyicilere tıpkı bir masal okur gibi kendi hayal güçlerini kullanıp resimlenen olayları kendilerince tasvir etme şansı veriyor gibi geliyor bana.
Ve Bir Tavsiye
Ve minyatürler, Kanunî, Mimar Sinan demişken işte bir kitap tavsiyesi daha; Mimar Sinan, Kanunî dönemi ve İstanbul'un silüetinin nasıl tasarlandığına, Mihrimah Sultan Camii ve bir sanatçının/yaratıcının aşkını nasıl ifade ettiğine dair geçmişle bugün arasında gidip gelen müthiş bir roman. Yazarken bile tekrar okumak için heyecanlanıyorum..!
Işıkla Yazılsın Sonsuza Adım, Mehmet Coral
Doğan Kitap, 2001
"Bir gün mutlu padişahın başmimarı olan Abdülmennan oğlu Sinan, güçsüz bir ihtiyar olunca, tarih sahifesinde ad ve şan bırakarak, hayırlı duayla anılmasına vesile olmak üzere, kırık kalpli, değersiz, düşkün olan bu duacı Sai'den, nazım ve nesir olarak, hatıralarını yazmamı dilediler. Elinden geldiğince, bana büyük bir huzur ve sevinç kaynağı olan bu kırık ezgili armağanı hazırladım..."
"... Sinan'ın hacimlerinde yarattığı sessiz şiirin dizelerinde arıyorum, kuracağım yeni dünyanın sütunlarını. Yapıtlarında zamanı durdurur. Sinan. Anı yoktur o mekanlarda. Zamanı geriye doğru sayamazsın. Çünkü kavramsal olarak mevcut değildir. Hiç olmamıştır..."
Mimar Sinan'ın romanı... Tarihin ateşinde yanan kahramanların, koşut kurguyla, günümüzden geçmişe dek uzanan kozmik bir çizgide gelişen olağanüstü serüveni... Umarsız bir aşk ve şaşırtıcı bir son...
(Arka Kapak)
6 Ekim 2005
Amat | İhsan Oktay Anar
Kitapları bana hayaller kurduran, yıllar sonra bile en sevdiğim kitap sorulduğunda aklıma ilk gelen "Puslu Kıtalar Atlası"nın yazarı İhsan Oktay Anar'ın yeni kitabı "Amat"ın yayınlandığını az önce Pınar'ın sayesinde öğrendim ve yarın ilk fırsatta gidip kitabı alana kadar tanıtım yazısını buraya koymaya karar verdim.
"Olağanüstü" dünyaların yaratıcısı İhsan Oktay Anar yine, tarihin gizemli sayfalarını aralayan, adeta masalsı; ironik ama derin felsefi anlamlar yüklü, şaşırtıcı, sürükleyici bir romanla çıkıyor karşımıza...
Aynalar, atlaslar, okunması yasak sır dolu kitaplar, savaşlar, gülleler, yeniçeriler... üç direkli, iki güverteli ve 58 toplu bir kalyonda ilâhî düzeni bozmaya meyyal bir kaptan, karanlığa ve kırmızı atlasa sarılı bir deniz seferi...
Kıyıda ise üç direkli, iki güverteli ve 58 toplu bir kalyon, o karanlıkta usturmaçalarını puta edip iskeleye palamar vermişti. Yelkenlerin sarılı olduğu serenler hisa edilmiş ve tez zamanda yola çıkacağını ilân için mizana direğine mavi bayrak çekilmişti. Esrarengiz adam, kalabalığı yarıp elinden tuttuğu İsrâfil'le iskeleden gemiye doğru yürümeye başladı. Kalyonun dikmesinin palangalarına asılan ve tıraka tutan gemicilere vardiyan, Yisa, sizi gidi sütü bozuk sünepeler! Yisa beraber! Varda ruhsuzlar! Varda! Bre aman! Laşka! Laşka!? diye feryat ediyor ve hurçların, sandıkların ve fıçıların ambarlara usûlünce istifine nezaret ediyordu. Güneşin doğmasına 7 saat kala esrarengiz adam, sürme iskeleden kalyonun çukur güvertesine çıkmak istedi. Fakat eline ne kadar asılırsa asılsın Eşek İsrâfil yerinden bir türlü kımıldamıyordu. O karanlıkta eline son bir kez daha asılıp Gel yâ mübarek diye nida eyledi. Bunun üzerine çocuk her nedense inat etmekten vazgeçti. Ne var ki, sürme iskelenin kayganlığından dolayı düşmemek için midir, İsrâfil'in kuşağına 40-50 yaşlarında, iri yapılı, sırma işlemeli siyah kaput giymiş biri yapışmıştı. İşte bu adam kuşağı bırakıp küpeşteye tutundu ve güverteye ayak bastı. Bunun ilâhi düzenin bozulması demek olduğunu hiç kimse bilmeyecekti.
(Arka Kapak'tan)
"Olağanüstü" dünyaların yaratıcısı İhsan Oktay Anar yine, tarihin gizemli sayfalarını aralayan, adeta masalsı; ironik ama derin felsefi anlamlar yüklü, şaşırtıcı, sürükleyici bir romanla çıkıyor karşımıza...
Aynalar, atlaslar, okunması yasak sır dolu kitaplar, savaşlar, gülleler, yeniçeriler... üç direkli, iki güverteli ve 58 toplu bir kalyonda ilâhî düzeni bozmaya meyyal bir kaptan, karanlığa ve kırmızı atlasa sarılı bir deniz seferi...
Kıyıda ise üç direkli, iki güverteli ve 58 toplu bir kalyon, o karanlıkta usturmaçalarını puta edip iskeleye palamar vermişti. Yelkenlerin sarılı olduğu serenler hisa edilmiş ve tez zamanda yola çıkacağını ilân için mizana direğine mavi bayrak çekilmişti. Esrarengiz adam, kalabalığı yarıp elinden tuttuğu İsrâfil'le iskeleden gemiye doğru yürümeye başladı. Kalyonun dikmesinin palangalarına asılan ve tıraka tutan gemicilere vardiyan, Yisa, sizi gidi sütü bozuk sünepeler! Yisa beraber! Varda ruhsuzlar! Varda! Bre aman! Laşka! Laşka!? diye feryat ediyor ve hurçların, sandıkların ve fıçıların ambarlara usûlünce istifine nezaret ediyordu. Güneşin doğmasına 7 saat kala esrarengiz adam, sürme iskeleden kalyonun çukur güvertesine çıkmak istedi. Fakat eline ne kadar asılırsa asılsın Eşek İsrâfil yerinden bir türlü kımıldamıyordu. O karanlıkta eline son bir kez daha asılıp Gel yâ mübarek diye nida eyledi. Bunun üzerine çocuk her nedense inat etmekten vazgeçti. Ne var ki, sürme iskelenin kayganlığından dolayı düşmemek için midir, İsrâfil'in kuşağına 40-50 yaşlarında, iri yapılı, sırma işlemeli siyah kaput giymiş biri yapışmıştı. İşte bu adam kuşağı bırakıp küpeşteye tutundu ve güverteye ayak bastı. Bunun ilâhi düzenin bozulması demek olduğunu hiç kimse bilmeyecekti.
(Arka Kapak'tan)
4 Ekim 2005
Gandy Phoebus | Blips
Gandy Phoebus'un "Aynı yatakta yatmak güzel, ama aynı rüyaları görmüyoruz" konulu ödevi için hazırladığı canlandırma videolarına mutlaka göz atın! Ben "Plus" adlı çalışmayı beğendim!
Ödev hazırlamak için ne kadar keyifli bir konu..!
Link:
Gandy Phoebus
Ödev hazırlamak için ne kadar keyifli bir konu..!
Link:
Gandy Phoebus
2 Ekim 2005
Med-Cezir | Elif Şafak **
Yazmanın sadece ya da temelde "yaratmak" anlamına geldiğini sanmak hayli nahifçe bir yanılgı. Yazmak aynı zamanda "yıkmak" demektir. Yaratmak kadar yıkmak da yazıya içkindir. İlle de her zaman insana bir şeyler katmaz, kazandırmaz yazı. Öyle zamanlar var ki verebileceğinden çok daha fazlasını talep eder senden. Vermezsen eğer, arsızlaşır, zorla alır ellerinden, benliğinden. Eksiltir çoğalttığı kadar. Parçalar bütünleştirirken dahi. Çekip alıverir ayaklarının altından dünyayı. Bir bakarsın boşluktasın, salınıyorsun, sarkaç misali. *
Elif Şafak'ın "Mahrem"i okuduğum en güzel roman olmadığı söyleyebilirim ama sıkılmadan okuduğumu hatırlıyorum bir de sonu ile beni şaşırttığını. Dolayısıyla yeni kitabı Med-Cezir'i almama sebep olan şey Elif Şafak okuru olmam değildi, her ne kadar gazetelerde söyleşilerini okumuş olsam ve "Bit Palas"ın enteresan tanıtım kampanyasını hatırlıyor olsam da Med-Cezir'i bunlar için almadım.
Med-Cezir'i en sevdiğim kitapçıdaki yeni kitaplar rafında farketmemi sağlayan şey kitabın adını desteklercesine sade ama çarpıcı bir şekilde tasarlanmış olan kapağıydı. Sürekli takip ettiğim kitap sitelerinde ya da gazetelerin kitap eklerinde kitaptan bahsedildiğine rastladığım hatırlamıyorum, içerisinde Eylül 2005'de yayınlandığı yazsada sanırım kitapçılara bile dağıtımı yeni yapılmış. İlk kez elime aldığım her kitaba yaptığım gibi Med-Cezir'in de önce ön kapağını, sonra sırtını sonra da arka kapağını dikkatle inceledim. Arka kapağında kitapla ilgili bir metin bulamayınca yine her zaman yaptığım gibi kitabı hafifçe ortasından kıvırdıktan sonra sayfaları önce doğru hızlıca çevirerek -ki bunu yaparken yeni kitap kokusunu içime çekmek çok hoşuma gidiyor- ön kapağın içinden başlayarak ilk sayfalara ulaşmak isterken kitabın bazı sayfalarının siyah renkte basıldığını farkettim.
Yazarın Aries, Radikal Kitap, Milliyet Sanat dergileri ve Zaman gazetesinde yayınlanmış yazılardan oluşan kitapta her yazının ilk sayfası siyah fon üzerine beyaz (renksiz) karakterlerle basılmış. Ve bu siyah sayfaların her birinin sağ üst köşesine bir Ay ya da daha doğrusu sırayla Ay'ın halleri (Hilalden dolunaya kadar...) eklenmiş.
İç sayfalardaki bu renk ve grafik tasarım oyunu kitabın üzerinde konuşulacakları "Kapak tasarımı"ndan çıkarıp "Kitap tasarımı"na getiriyor. İç kapak içerisindeki bilgilerden kitabın Semih Sökmen tarafından tasarlandığını öğreniyoruz. Daha önce de kapak/kitap tasarımı konusunun üzerinde konuşulmaya değer bir konu olduğundan bahsetmiştim ama Semih Sökmen Med-Cezir'de Türkiye'de basılan romanlarda pek de alışık olmadığımız ama görünce kitabın içeriğinden de ayrı olarak mutlaka kütüphanemde bulunsun diyebileceğimiz yeni bir algılama modu yaratıyor. Bu çok önemli çünkü bir anlamda artık yazarın ürününe bir kapak yapmaktan çok okuyucuya "yazarın ve tasarımcının ürünü" olarak bir kitap sunuyor.
Biraz araştırınca Semih Sökmen'in Metis Yayınları'nın kurucu ortağı olduğunu öğreniyoruz. Semih Sökmen kendi yayınevinde yayınladığı pek kitabın görsel ve teknik yönetmenliğini yapmış ama sanırım Med-Cezir'i farklı bir yere koyarsak kendisine de haksızlık etmeyiz.
Kitabın içeriğinden henüz bahsetmediğimden farkındayım çünkü kitabı okumayı bitirmeden tasarımı hakkında yazmak için sabırsızlandım açıkçası... Sürekli okuru olmadığımdan yukarıda da bahsetmiştim ama daha ilk birkaç yazıda bile Elif Şafak niye yazı yazdığını, dünyanın farklı noktalarında iç dünyası ve dış dünya ile ilişkilerini bazen alt cümlelerle zorlaşan ama okudukça kendine has anlatımı okuyucuya aktarıyor.
Kitaptaki yazılardan daha henüz yarısına bile gelmeden aktarmak istediğim pek çok detay -mesela bir şeylerden kaçılarak varılan ya da gün gelip de kendisinden kaçılan şehir ve devamı- ve Elif Şafak'ın Med-Cezir vesilesi ile öğrendiğim ilk kitabı "Kem Gözlere Anadolu" var ama Med-Cezir'in tamamını okuduktan sonra yazacağım.
* Med-Cezir, Elif Şafak
LXVII Med ile Cezir Arasında Bir Dem
Metis Yayınları, 2005
** Bu yazı yazıldıktan sonra edit edilmedi.
Link:
Metis Yayınları
Elif Şafak'ın "Mahrem"i okuduğum en güzel roman olmadığı söyleyebilirim ama sıkılmadan okuduğumu hatırlıyorum bir de sonu ile beni şaşırttığını. Dolayısıyla yeni kitabı Med-Cezir'i almama sebep olan şey Elif Şafak okuru olmam değildi, her ne kadar gazetelerde söyleşilerini okumuş olsam ve "Bit Palas"ın enteresan tanıtım kampanyasını hatırlıyor olsam da Med-Cezir'i bunlar için almadım.
Med-Cezir'i en sevdiğim kitapçıdaki yeni kitaplar rafında farketmemi sağlayan şey kitabın adını desteklercesine sade ama çarpıcı bir şekilde tasarlanmış olan kapağıydı. Sürekli takip ettiğim kitap sitelerinde ya da gazetelerin kitap eklerinde kitaptan bahsedildiğine rastladığım hatırlamıyorum, içerisinde Eylül 2005'de yayınlandığı yazsada sanırım kitapçılara bile dağıtımı yeni yapılmış. İlk kez elime aldığım her kitaba yaptığım gibi Med-Cezir'in de önce ön kapağını, sonra sırtını sonra da arka kapağını dikkatle inceledim. Arka kapağında kitapla ilgili bir metin bulamayınca yine her zaman yaptığım gibi kitabı hafifçe ortasından kıvırdıktan sonra sayfaları önce doğru hızlıca çevirerek -ki bunu yaparken yeni kitap kokusunu içime çekmek çok hoşuma gidiyor- ön kapağın içinden başlayarak ilk sayfalara ulaşmak isterken kitabın bazı sayfalarının siyah renkte basıldığını farkettim.
Yazarın Aries, Radikal Kitap, Milliyet Sanat dergileri ve Zaman gazetesinde yayınlanmış yazılardan oluşan kitapta her yazının ilk sayfası siyah fon üzerine beyaz (renksiz) karakterlerle basılmış. Ve bu siyah sayfaların her birinin sağ üst köşesine bir Ay ya da daha doğrusu sırayla Ay'ın halleri (Hilalden dolunaya kadar...) eklenmiş.
İç sayfalardaki bu renk ve grafik tasarım oyunu kitabın üzerinde konuşulacakları "Kapak tasarımı"ndan çıkarıp "Kitap tasarımı"na getiriyor. İç kapak içerisindeki bilgilerden kitabın Semih Sökmen tarafından tasarlandığını öğreniyoruz. Daha önce de kapak/kitap tasarımı konusunun üzerinde konuşulmaya değer bir konu olduğundan bahsetmiştim ama Semih Sökmen Med-Cezir'de Türkiye'de basılan romanlarda pek de alışık olmadığımız ama görünce kitabın içeriğinden de ayrı olarak mutlaka kütüphanemde bulunsun diyebileceğimiz yeni bir algılama modu yaratıyor. Bu çok önemli çünkü bir anlamda artık yazarın ürününe bir kapak yapmaktan çok okuyucuya "yazarın ve tasarımcının ürünü" olarak bir kitap sunuyor.
Biraz araştırınca Semih Sökmen'in Metis Yayınları'nın kurucu ortağı olduğunu öğreniyoruz. Semih Sökmen kendi yayınevinde yayınladığı pek kitabın görsel ve teknik yönetmenliğini yapmış ama sanırım Med-Cezir'i farklı bir yere koyarsak kendisine de haksızlık etmeyiz.
Kitabın içeriğinden henüz bahsetmediğimden farkındayım çünkü kitabı okumayı bitirmeden tasarımı hakkında yazmak için sabırsızlandım açıkçası... Sürekli okuru olmadığımdan yukarıda da bahsetmiştim ama daha ilk birkaç yazıda bile Elif Şafak niye yazı yazdığını, dünyanın farklı noktalarında iç dünyası ve dış dünya ile ilişkilerini bazen alt cümlelerle zorlaşan ama okudukça kendine has anlatımı okuyucuya aktarıyor.
Kitaptaki yazılardan daha henüz yarısına bile gelmeden aktarmak istediğim pek çok detay -mesela bir şeylerden kaçılarak varılan ya da gün gelip de kendisinden kaçılan şehir ve devamı- ve Elif Şafak'ın Med-Cezir vesilesi ile öğrendiğim ilk kitabı "Kem Gözlere Anadolu" var ama Med-Cezir'in tamamını okuduktan sonra yazacağım.
* Med-Cezir, Elif Şafak
LXVII Med ile Cezir Arasında Bir Dem
Metis Yayınları, 2005
** Bu yazı yazıldıktan sonra edit edilmedi.
Link:
Metis Yayınları
1 Ekim 2005
Atmasyon Spekulatif : Uzayda sarapcilik ve turizm
Ogo, "Şarap mı..?" başlıklı yazıma da göz kırparak, dünyanın üçüncü uzay turisti Greg Olsen'in Kazakistan Baykonur Uzay Üssü'nden uzaya doğru yola çıkarken yanına asma fidanları da aldığının haberini veriyor..!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)