Kitap yayınlandığı öğrenildiğinin ertesi günü satın alınmış, satın alındığının ertesi günü ve neredeyse bir tam gün sonra okunmuş ve bitirilmiştir. Ve tabii ki bunda tam da hafta sonuna denk gelen ve feci halsizlik ve boğazda yanma belirtileri ile hayatı zindan eden gribal enfeksiyon nedeniyle evde karantina altında olmanın da etkisi olduğu yadsınamayacaktır...
Ve bu halsizlik ve yarı uyku halinde yapılan yanlışlar suratına buz haline getirilmiş kocaman bir kartopu gibi patlayıp da bir an için nefessiz bırakınca "Kendimi tutmalıydım ama aldığım ilaçlar beni sersem gibi yapmıştı!" diyerek hastalığın arkasına sığınılmaya çalışılacak ama artık geçip gitmenin vakti geldiği de sonunda anlaşılacaktır.
İhsan Oktay Anar'ın tüm kitaplarını okudum, bir önceki yazımda da yazdığım gibi Puslu Kıtalar Atlası için okuduğum en iyi kitap diyebilirim. Ardından yayınlanan Kitab-ül Hiyel'i de benzer bir keyifle okudum ama Efrâsiyâb'ın Hikayeleri'nden aynı keyfi almadığımı söylemeliyim.
Amat'ı nasıl bir heyecanla gidip aldığım ve okumaya başladığım malum, aynı heyecanla da bitirdim. İlk sayfaları geride bıraktığımda yıllar önce (1990 ya da 91 yılı olsa gerek..?) Metin Kaçan'ın Ağır Roman'ınını okuduğumda hissettiklerimi düşündüm. Metin Kaçan, Ağır Roman'da sadece karakterleri değil anlatıcıyı da olayların geçtiği bağlamın diliyle konuşturmuştu. Kitabı okurken buna önce çok şaşırmış, ama yazarın inanılmaz akıcı anlatımı ve hikayenin sürükleyiciliği karşısında anadilimin daha önce hiç duymadığım kelimeler ve cümlelerle bu alternatif kullanımına ilk sayfalardan sonra alışmıştım.
Anar'da Amat'da Kaçan'ın Ağır Roman'daki tarzına benzer şekilde çıkyor karşımıza; Nefessiz bir denizcilik jargonuyla okuyucuya çoğu zaman açıklama yapma gereği bile duymadan hikayesini anlatıyor ve kahramanlarını konuşturuyor. Kitapları okurken olayların geçtiği mekanları, kahramanları, detayları hayalimde canlandırma ("Hayalimde somutlama" daha iyi tanımlıyor bu durumu aslında...) alışkanlığımdan olsa gerek itiraf edeyim önce biraz zorlandım. "Rüzgar yıldız tarafından eserken orsa çeken iki fırkateyn, yelkenlerini istinga etmiş ve burnu güneydoğusuna dönük olan Amat'ın kemere hattında, beş gomina kadar açıktaydı." cümlesinin betimlediği nasıl bir resimdi, "orsa çekmek, istinga etmek, kemere hattı" ne demekti ve "beş gomina" ne kadarlık bir mesafeyi tanımlıyordu? Kısa süren bir tereddütten sonra kendimi hikayenin akışına bıraktım, bir masal okuduğumu düşünerek Anar'ın cümlelerinden kendi resimlerimi çizdim kafamda, sonuçta beş gomina dediğin şey bir gominanın beş katıydı :)
Hikaye
Gelelim hikayeye... Amat'ı bir cümlede nasıl anlatabilirim diye düşünüyorum kitabı bitirdiğimden beri, mesela "Ölümsüzlük hakkında bir roman" desem anlamlı olur mu ya da "Alternatif bir dinler efsanesi" denilebilir mi bilmiyorum. Anar kitapta İsrafil'den Nuh'a, Süleyman'dan Kırmızı Başlıklı Kız hikayesine pek çok gönderme yapıyor ve hikayenin tamamını deşifre etmek de bu yüzden biraz zaman alacak gibi görünüyor. Kitap daha yeni yayınlandığından olsa gerek, nette de hakkında tanıtım yazısı dışında pek birşey bulamadım (Aslında sadece Google Efendi'ye buyurdum o aradı). Bu noktada Ogo'nun ve kitabı okuyan ya da okumaya niyetlenen diğer arkadaşların izlenimlerini de çok merak ediyorum doğrusu...
Bu yazıyı yazdığımın ertesi günü Hürriyet Gazetesi Pazar Keyif ekinin "Kitap/Haftanın Yenileri" sayfasında Ayşe Gür'ün Amat ile ilgili olarak yazdığı tanıtım yazısına rastladım. Ayşe Gür de Amat üzerine konuşmanın zorluğundan bahsediyor;
"Yazarın diğer eserleri gibi bunu da anlatmak zor. Bu yazıyı yazmak için büyük bir hızla okudum romanı; Dönüp dönüp tekrar okuyacağımı biliyorum. Çünkü binlerce farklı şekilde okunacak romanlardan biri "Amat". Bir gemicilik ve deniz romanı gibi, bir Tevrat hikayesi gibi, bir semboller denizi gibi, bir macera romanı gibi okunabilir, kim bilir İhsan Oktay Anar'ı sevenler onu daha nasıl okuyacaktır. Ama kimseyi hayal kırıklığına uğratmayacaktır."
Kapak Tasarımı
Kitabın kapak tasarımı Suat Aysu tarafından yapılmış; Tüm kapağı önden arkaya saran kırmızı ağırlıklı doku ve arka kapakta bu dokuya yedirilmiş remil falı figürleri kaplıyor. Ön kapakta yukarıdan aşağıya yazarın adı, kitabın adında sonra ana figür olarak bir ambarlı kalyon minyatürü (1720, Sûrname) kullanılmış. Arka kapakta ise sadece tanıtım yazısı var.
Bir önceki yazımda da kullandığım kitabın ön kapağını kitap sitelerinde gördüğümde beğenmiştim ama kitabın kendisini evirip çevirdiğimde kitabın adının ve kalyon minyatürünün seçilen fonda kaybolduğunu farkettim. Belki de seçilen fonttan ama dün kitabı almaya gittiğimde, kapağı daha önce görmüş olmama rağmen raflarda pek de kolay bulmadım; Yazarın ve kitabın adı bence kolay okunamıyor/seçilemiyor.
Kapakta tek figür olarak kullanılan kanyon minyatürü ise bence çok doğru bir seçim olmasına rağmen arka fon içerisinde kaybolmuş, minyatürün perspektifsizliği içerisinde yazarın adı, kitabın adı, minyatür ve yayınevinin adından hiçbirisi kendisini öne çıkaramamış, fon-ön plan ilişkisi doğru kurulamamış.
Minyatür mü..?
Bunların ötesinde kapakta kullanılan minyatürü biraz daha yakından inceleyince bu sanat ile ilgili olarak da bir okuma planı yapmaya ve ardından da bir yazı yazmaya karar verdim; Bana hep ilginç gelmiştir, bir yandan resmin/tasvir etmenin din tarafından yasaklanmasına boyun eğip diğer yandan da biraz da ulemâyı kandırırmışcasına tamamen insanın dünyayı algısına aykırı bir resim teorisi yaratıp, -bence- inanılmaz güzellikte ve son derece naif, bebeksi yüzlü adamlar olarak resmedilen orduların kanla kazanılmış zaferlerinin kağıda dökülmesi... Seçilen renkler, perspektifsizlik ve tıpkı Anar'ın yaptığı gibi kenardan köşeden göndermeler (Örneğin Kanunî Sultan Süleyman'ın cenaze töreninin tasvir edildiği minyatürde Mimar Koca Sinan'ın gözlerden uzak bir köşede mezar için ölçü alması gibi) bu yasak-savmak üzere tasarlanmış kurallarla yapılan resimlere bakan izleyicilere tıpkı bir masal okur gibi kendi hayal güçlerini kullanıp resimlenen olayları kendilerince tasvir etme şansı veriyor gibi geliyor bana.
Ve Bir Tavsiye
Ve minyatürler, Kanunî, Mimar Sinan demişken işte bir kitap tavsiyesi daha; Mimar Sinan, Kanunî dönemi ve İstanbul'un silüetinin nasıl tasarlandığına, Mihrimah Sultan Camii ve bir sanatçının/yaratıcının aşkını nasıl ifade ettiğine dair geçmişle bugün arasında gidip gelen müthiş bir roman. Yazarken bile tekrar okumak için heyecanlanıyorum..!
Işıkla Yazılsın Sonsuza Adım, Mehmet Coral
Doğan Kitap, 2001
"Bir gün mutlu padişahın başmimarı olan Abdülmennan oğlu Sinan, güçsüz bir ihtiyar olunca, tarih sahifesinde ad ve şan bırakarak, hayırlı duayla anılmasına vesile olmak üzere, kırık kalpli, değersiz, düşkün olan bu duacı Sai'den, nazım ve nesir olarak, hatıralarını yazmamı dilediler. Elinden geldiğince, bana büyük bir huzur ve sevinç kaynağı olan bu kırık ezgili armağanı hazırladım..."
"... Sinan'ın hacimlerinde yarattığı sessiz şiirin dizelerinde arıyorum, kuracağım yeni dünyanın sütunlarını. Yapıtlarında zamanı durdurur. Sinan. Anı yoktur o mekanlarda. Zamanı geriye doğru sayamazsın. Çünkü kavramsal olarak mevcut değildir. Hiç olmamıştır..."
Mimar Sinan'ın romanı... Tarihin ateşinde yanan kahramanların, koşut kurguyla, günümüzden geçmişe dek uzanan kozmik bir çizgide gelişen olağanüstü serüveni... Umarsız bir aşk ve şaşırtıcı bir son...
(Arka Kapak)
8 Ekim 2005
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder