Erhan Hoca'nın Cumhuriyet'te 20 Aralık günü Picasso ve Dubuffet sergileri ile ilgili olarak yayınlanan yazısı mutlaka okunmalı! Özellikle sanat eserinin biricikliği konusundan bahsettiği yer çok önemli bence... Ve tabii ki Ogo'ya teşekkürler!
Picasso ile Stravinsky'nin kendi dallarında evrensel ölçekli geniş ufuklar açışlarındaki benzerlikler, uzunca dönemler tartışılmış ve yorumlanmıştır. Resimde ''Les Desmoiselles d'Avignon'' çok değişik ve hınzır bir şeylerin başlayışının işaretiydi. Müzikte ise Ateş Kuşu-Petruşka dizisiyle gelişip ''Bahar Ayini'' ile doruğuna ulaşan benzersiz değişimcilik oyunu hâlâ hayranlıkla anımsanmaktadır.
Sabahleyin orkestra konserinde Stravinsky dinleyip öğleden sonrasında Picasso' ları görmeye gidiyorsunuz. Hele bir gün öncesinde de Dubuffet' leri görebilme şansını bulmuşsanız, hiç eksikliğiniz yok. Bunlara mekân oluşturarak, İstanbul çok hoş bir tablo çiziyor.
Medyatik tüketimsel unsurlarla çok fazla hamur oluşu günümüz İstanbul'u için haklı yakınmalara yol açabiliyor. Ancak, tüketim merakının sanatsal-kültürel düzlemlere de yansımasının sonucu olarak değişik bir istemcilik doğabiliyor. Böylece Picasso yapıtları, Dubuffet resimleri, aynı dönemde İstanbul'da buluşabiliyor. Aslında her iki serginin de ileri düzeydeki meraklıları tam tatmin etmesi söz konusu değil. Dubuffet'de baskı ürünü gravürler büyük çoğunlukta. Tuval resimlerinin sayısı epeyce az ve bunlar da büyük Dubuffet'yi tam anlatmaya yetmiyor. Özbeöz torununun düzenleyiciliğini yaptığı Picasso sergisi ise desen, tabak çanak (ve bu arada Pablo Usta'nın önemli bazı resimlerinin replikası olan, ama ciddi bir sergi için epeyce hafif kalan duvar halıları) ağırlıklı olmuş. Büyük Picasso'nun asıl güçlü özelliklerini tanıtmaya yarayacak yağlıboya renkli tuvaller ise özel koleksiyonlardan ve muhtemelen biraz da aile arşivlerinden yararlanarak bir araya getirilmiş, evrensel sanat değerlendirmesi ölçütleriyle konuşursak daha ziyade vasat düzeyde bir yapıtlar topluluğunu ortaya koymuş bulunuyor. (Ancak, büyük ustanın bilinegelen benzersiz bir çizme rahatlığını ve desen gücünü yansıtan gençlik dönemi desenlerinden bir bölümü yine de dikkat ve hayranlık çekici.)
Sanat yapıtının biricikliği
Batı ülkelerinde öteden beri sanat-kültür dünyasının destekçiliğini zevk sahibi varlıklı insanların yaptığı bilinir. Kentsoylu toplum katmanının sanatsal yaratıcılığa ve etkinliğe epeyce bir anlayarak ilgi gösterişinin yanı sıra bunların arasından varlık durumu daha uygun olanların maddi destekçiliği benimsediği de uzaktan takdirle izlenir. Bizdeki iş dünyasının bazı kesimlerinde de benzer bir sahipleniciliğin ortaya çıkışı ilginç bir gelişmedir. 'sponsorluk' falan gibilerden bir toplumsal kültürel işlevin ortaya çıkışına tanıklık edilmeye başlanıyor. Bu destekçilik ve benimseyiciliğin geniş kapsamlı uluslararası sergileme işlerini de gündeme alışı memnuniyet verici bir olay. Böylece eksiklere, gediklere karşın Picasso ve Dubuffet İstanbul'a hoş gelmiş oluyorlar.
Bu vesileyle, bir plastik sanat yapıtının aslını görmenin önemi ve keyfi üzerinde biraz durabilme fırsatı yakalıyoruz. Kitap basılarak çoğaltılır; sinema filmi zaten çoğaltıldıktan sonra defalarca gösterilme mantığına göre hazırlanmıştır. Müzik sanatının yapıtları, radyo-televizyon, plak-CD ve en son yayın sistemi olan bilgisayar aracılığıyla dinleyicinin ve tüketicinin kulağına iletilir. Oysa plastik sanatların ürünü olan resim ve heykel, sadece bir tanedir. Klonlamayı düşündürtebilecek türden modern yöntemlerin falan da sanat eserinin bu ''biricik'' liğini ortadan kaldırması olanak dışıdır. İzleyicinin bunu en azından kafasında canlandırabilmesi için reprodüksiyon tekniklerinden, fotoğraf dünyasının olanaklarından yararlanılmasına çalışılır. Ancak, aslı birkaç metrekare yüzeylere yayılmış bir büyük yapıtı, meraklısı bir izleyici için, kitap ya da kartpostal boyutunda bir fikir vericiliğe indirgemek aslında çok yetersiz kalıyor. Öte yandan, heykel olayındaki üç boyutluluğun bir küçük resim sayfasına sığdırılarak anlatılabilmesi çok zordur. Buna göre bir plastik sanat ürününün o tek, tekil, biricik olan aslını görebilmenin ne denli önemli olduğu ortaya kendiliğinden çıkıyor.
İşlenmeden dışa vurulmuş imgeler
Hatası ve sevabıyla birlikte iki önemli çağdaş sanatçıdan toplamda iki yüzü aşkın yapıtın asılları birkaç aylığına el altındadır. Gidiniz; görünüz onları. Elinizle dokunmasanız bile, ruhunuzla okşayın bu yapıtları. Büyük Picasso'nun, henüz on beş yaşındayken gürleyerek dışa vuran dehasını sergileyen Barselona'daki o nefis müzeden gelmiş birkaç gençlik yapıtının önünde diz çökünüz.
Picasso sanat dünyası dışında da çok bilinen, popüler ve medyatik bir şöhrete sahipti. Buna karşılık, Dubuffet, sadece sanat dünyası insanlarının bildiği ve yücelttiği bir büyük adamdır. Kendisine varsıllık sağlayan şarap ticaretini bırakıp kırk küsur yaşından sonra resim sanatına gelmiş bir otodidakttır Jean Dubuffet. Geçen yüzyılın ortalarında çağdaş sanatın tüm oyunlarının oynandığı ve tüm kurallarının yerleştiği varsayılan bir dönemde tüm anlatım yöntemlerine karşı çıkmayı becerecek müthiş bir beyin gücüne ve entelektüel birikime sahipti. Doğadan ve insanın içinden fışkırdığı gibi hiç işlenmemiş (brüt) haliyle dışarı vurulmuş imgelerin şiirsel bir sentezinin peşindeydi. (Dubuffet'nin o olağanüstü Paris-Georges Pompidou sergisinin, hayranlık dolu izlenimlerini, bir yazımızda Cumhuriyet okurlarıyla paylaşmış olduğumu anımsıyorum.)
Buna karşılık Picasso ile ilgili olarak çeşitli dillerde bol miktarda yazma, konferans ve TV söyleşilerinde konuşabilme fırsatı bulmuşumdur. Kendisini etten kemikten, kısa süreli bir rastlaşma çerçevesinde de olsa, tanımış bulunmanın onur verici ve zevkli anısını hep içimde yaşatmışımdır. Bundan önceki dönemlerde sadece birkaç deseniyle de olsa, Picasso yapıtlarının Türkiye'de sergilenişinde okurlara ''gidiniz görünüz'' mesajları veren bir şeyler yazdığımı da hatırlıyorum. Medyatik ve güncel olayların peşinden bir çeşit vazife gibi koşan İstanbul insanlarının adı çok geçen bir yerde bulunma dürtüsüyle Emirgan'daki köşkün salonlarını dolduracağından emin olunabilir. Tümü gerçek sanat meraklısı, resimden anlayan kimseler olmayabilir. Az sayıdaki daha iyi niyetli meraklıların ise hele daha önce asıllarını hiç görmemişlerse, bu kadar çok Picasso'nun İstanbul'da duraklamasından büyük mutluluk duyacağı kesindir. Yazıya Stravinsky ile girmiştik. Metnin sonunda da Stravinsky-Picasso yakınlığının altını çizelim. Bu iki dâhinin kendi dallarında evrensel ölçekli geniş ufuklar açışlarındaki benzerlikler, uzunca dönemler tartışılmış ve yorumlanmıştır. Resimde ''Les Desmoiselles d'Avignon'' çok değişik ve hınzır bir şeylerin başlayışının işaretiydi. Müzikte ise Ateş Kuşu-Petruşka dizisiyle gelişip, 'Bahar Ayini' ile doruğuna ulaşan benzersiz değişimcilik oyunu, üzerinden yüzyıla yakın zaman geçtikten sonra, hâlâ hayranlıkla hatırlanmaktadır. Bu çok büyük adamların anılarına derin saygıyla...
21 Aralık 2005
18 Aralık 2005
The Movies
Imagine you could make any movie you wanted to. Imagine you could pluck someone from obscurity and make him or her the hottest star in Tinseltown. Imagine that you had control of an entire movie studio, competing with others to create a string of box office smashes. Imagine being able to use your judgement alone, deciding whether success lies with epic action pictures or lots of low budget, hammy 'B' movies.
İnanamıyorum..! Sıkıntıdan kendime oynamak için yeni bilgisayar oyunları ararken galiba dünyanın en enteresan -ve kuvvetle muhtemel en güzel- oyunlarından birini buldum; The Movies.
Özetle oyun şu; 1925 yılından başlayarak 2005 yılına kadar geçen zaman çizgisi üzerinde yönetmen, yetenek avcısı da ya da prodüktor olarak bir film stüdyosu kuruyor ve film üretiyorsunuz. Ürettiğiniz filmlerle para kazanıp, yeni filmler yapıyorsunuz. Yani tam anlamıyla bir "Film Prodüksiyon Simülasyonu"!
Oyundan görüntüler de inanılmaz güzel üç boyutlu sahneler içeriyor, tabi bu da oyunu oynamak için oyun canavarı bir bilgisayara ihtiyaç duyulacağı anlamına geliyor.
Ben koşarak oyunu bulmak üzere ufukta kayboluyorum, oynadıktan sonra daha ayrıntılı yazacağım ama o zamana kadar bekleyemem diyenler Fatih Tiryaki'nin TrGamer'daki "The Movies" incelemesini okuyabilirler.
Bu arada The Movies'in oyun tasarımcıları arasında en önde gelen isimlerinden ve "God Games" tabir edilen tarzın (Black&White mesela..) babalarından birisi olan Peter Molyneux oyunu olduğunu da söylemek lazım. Yani artık Sid Meier öldü -ki ben hala Pirates oynuyorum- yaşasın Peter Molyneux..!
Linkler :
The Movies Official Site
Lionhead Studios The Movies Site
15 Aralık 2005
Güneş Kafalı Adamlar
"Önceleri ne Ay ne de Güneş varmış.
İnsanlar havada uçar dururlarmış.
Uçarken de çevrelerine ışık saçarlarmış."*
Sır adamlar, göğe uçan kuyruklu insanlar, kozmik yolculuklar, bedensel başkalaşımlar. Atlas'ın Aralık sayısında Servet Somuncuoğlu'nun fotoğraflarıyla süslediği "Şaman İzler, Saymalıtaş, Orta Asya'daki Bilinçaltımız" başlıklı yazıyı görünce aldım dergiyi. Orta Asya figürlerine olan merakım aslında çok da eskiye gitmiyor, Mehmet Siyah Kalem hakkında burada yazalı da çok fazla olmamış ama Pagan ritüelleri ve Şaman törenleri hep ilginç geldi bana...
Somuncuoğlu'nun gezi yazısı Kırgızistan'ın Tanrı Dağları'nda 3 bin 500 metredeki bir vadideki granit taşlara oyulmuş Saymalıtaş kaya resimlerinden bahsediyor. Ya da resim değil, "Petroglif" demek daha doğru galiba; Petroglif yazı öncesi dönemin yazı dili imiş..?
Konu çok ilginç ama yazıyı pek doyurucu bulmadım açıkçası, yazar ortam ışığının değişkenliği ve kayaların parlak yüzeyleri nedeniyle fotoğraf çekmenin zorluğundan da bahsetmiş ama bir türlü Saymalıtaş'da olduğumu canlandıramadım gözümde...
Yazıyı okurken, aslında daha çok yüzyıllar önce kayalara kazınmış şaman figürlerini -üçgen formlu hayvanlar, kuyruklu ve güneş kafalı insanlar, gamalı haç, yılansı boynuzlar, ejderhalar ("Acırğa" lar), gezegenler(?), spiraller ve çiftleşen(!) insanlar - incelerken bir süre önce seyrettiğim ve Gobi Çölü'nde yaşayan bir Moğol aile ile ilgili belgesel olan "Ağlayan Devenin Öyküsü"nden bir sahne geldi gözümün önüne; Çölde yaşayan aileler dua etmek için çıplak bir yükseltinin tam ortasına diktikleri bir direğe mavi -ki maviyi doğadan elde etmek ne zordur- kumaş parçaları bağlayarak paganist bir tören yapıyorlar;
Biz Moğollar doğaya ve onun ruhlarına saygımızı sunuyoruz,
Bugün insanoğlu, hazineleri için yeryüzünü alt üst edip duruyor,
Bu yüzden bizi kötü havalardan ve hastalıklardan koruması gereken ruhlar kaçıyor. Yeryüzünde yaşayan son nesil olmadığımızı unutmamalıyız.
Şimdi bağışlanmak için dua edeceğiz,
Böylece ruhlar geri dönecek.
...
Sonuçta kafa karıştırmaya gerek yok, herşey net; Doğaya saygımızı sunuyoruz, güneş kafalı adamlar gökyüzünde uçuyor ve günler geçiyor şu hayatta...
Ve bu yazının özeti şu aslında; Güneş kafalı bir adam olup -tercihen- kedi bedeninde gökte dolaşmayı istiyorum şu anda diğer şamanlarla...
* Gecename, Altay Türk Efsanesi
14 Aralık 2005
Vega | Hafif Müzik
Mecburen evde geçirilen günlerin sayısı arttıkça dışarı çıkmak pek bir kıymetli oluyor, insan türlü bahaneler yaratıp bir yarım saat de olsa dışarıda olmanın değerini daha iyi anlıyor.
İşte böyle mecbur günlerden bir sonraki mecbur gündü bugün... Müzik kanallarında bu aralar sürekli yayınlanan Vega'nın "Serzenişte" adlı klibini seyredince haberim oldu grubun "Hafif Müzik" adlı yeni albümünün yayınlandığından. Ve bu mecbur günün kaçışı da Vega oldu tabi, öğleden sonra kaçıp aldım "Hafif Müzik"i...
Klip ve albümün grafik tasarımını çok beğendim, bir iki kelam etmek isterdim ama sanırım az önce bunu yapmayı daha sonraya erteledim kendi kendime. Müziğine ise bence diyecek birşey yok, grubu dinleyenler bilirler; Beğenen zaten beğeniyordur.
Neyse yani özetle albüm alındı, hemen itina ve tabii ki ITunes'un yardımı ile en kalitelisinden (Tabii ki 320Kbps) Mp3'e dönüştürülerek iPod'umun hafızasında Vega şarkıları için özenle ayırdığım silikon hücrelere depolandı ve keyifsiz beklemeler ve keyifli yolculuklarda dinlenmek üzere yerini aldı.
"Serzenişte" zaten çok güzel bir şarkı, "Elimde Değil" ve "Yok" da ilk dinleyişte beğendiklerim oldu bakalım biraz daha dikkatli dinleyince favori listem değişecek mi? Ha bir de "Ankara" diye bir şarkı var, adı üzerinde işte; "Ankara"...
Link:
Ideefixe : Vega | Hafif Müzik
İşte böyle mecbur günlerden bir sonraki mecbur gündü bugün... Müzik kanallarında bu aralar sürekli yayınlanan Vega'nın "Serzenişte" adlı klibini seyredince haberim oldu grubun "Hafif Müzik" adlı yeni albümünün yayınlandığından. Ve bu mecbur günün kaçışı da Vega oldu tabi, öğleden sonra kaçıp aldım "Hafif Müzik"i...
Klip ve albümün grafik tasarımını çok beğendim, bir iki kelam etmek isterdim ama sanırım az önce bunu yapmayı daha sonraya erteledim kendi kendime. Müziğine ise bence diyecek birşey yok, grubu dinleyenler bilirler; Beğenen zaten beğeniyordur.
Neyse yani özetle albüm alındı, hemen itina ve tabii ki ITunes'un yardımı ile en kalitelisinden (Tabii ki 320Kbps) Mp3'e dönüştürülerek iPod'umun hafızasında Vega şarkıları için özenle ayırdığım silikon hücrelere depolandı ve keyifsiz beklemeler ve keyifli yolculuklarda dinlenmek üzere yerini aldı.
"Serzenişte" zaten çok güzel bir şarkı, "Elimde Değil" ve "Yok" da ilk dinleyişte beğendiklerim oldu bakalım biraz daha dikkatli dinleyince favori listem değişecek mi? Ha bir de "Ankara" diye bir şarkı var, adı üzerinde işte; "Ankara"...
Link:
Ideefixe : Vega | Hafif Müzik
8 Aralık 2005
Mavi Ay
Bu sene grip aşısı olduğumdan bu yana geçirdiğim üçüncü orta ve yüksek şiddetli grip yüzünden son birkaç gündür televizyon karşısında bolca ve hem de -maalesef- ayık olarak vakit geçirmek zorunda kalınca yıllar sonra tekrar yayınlanan çocukluğumun en önemli televizyon dizilerinden Mavi Ay'ı izleme fırsatını buldum.
Mavi Ay'ın angi yıl(larda) yayınlandığını hatırlamıyorum ama televizyon dizilerinin pek kıymetli olduğu çocukluk yıllarıma doğru geriye dönüp düşününce "Atlantis'den Gelen Adam" ve "Kökler" ile birlikte ilk aklıma gelen üç diziden biri oldu. Deniz aktiviteleri ile olan yakınlığımı düşününce Atlantis'den Gelen Adam'ın bende pek iz bırakmadığı ortada, Kökler dersek zaten hayal meyal hatırlıyorum ama tekrar seyredince Mavi Ay'ın ve özellikle şımarık oğlan çocuğu kıvamındaki cevval hafiye David Addison (Bruce Willis) karakterinin üzerimde fevkalade etkisi olduğunu farkettim. Şimdi denilebilir ki; O kadar dizi, o kadar uçan kaçan adam gibi karakter varken bu zibididen mi etkilendin o çocuk kafanla..! Ama insan beyni böyle birşey, hangi reseptörleri kapatıp hangi bilgiyi ne kadar saklayacağımız konusunda pek bizimle ekip çalışmasına yatkın olduğu söylenemez, o genelde tek başına çalışıyor... En azından benimki öyle...
Tabi dizide bir de "Maddie Hayes (Cybill Shepherd)" müessesesi var ki, bir kadın nasıl bu kadar entersan bir güzelliğe sahip olabilir yıllar sonra yine bilemedim..! Ve fakat vurgulamadan da yapamayacağım, dizinin ilk yayınlandığı yıllarda hiç farketmemiştim ya da en fazla çocuk kafamla "Yahu kadın nasıl böyle ışıl ışıl bakıyor" filan demişimdir ki dizide Cybill Shepherd'in sadece ve sadece tek başında olduğu kadrajlarda adamlar yıldız filtre denen görüntüyü yumuşaklaştırıp, ışıkları dağıtan bir filtre kullanmışlar ve bu yüzden Maddie Hayes öyle melek gibi ışıl ışıl görünüyormuş yahu..! Boşuna demiyorlar televizyona aptal kutusu diye, işte kutu işte aptal... Yani ben..!
Neyse, bu yaştan sonra yapacak birşey yok, bari iyileşene kadar Mavi Ay'ın diğer bölümlerini de izleyeyim de en azından David Addison'un kötü alışkanlıkları varsa üzerimde etkili olan onları tespit edip kurtulmaya çalışayım!
Mavi Ay'ın angi yıl(larda) yayınlandığını hatırlamıyorum ama televizyon dizilerinin pek kıymetli olduğu çocukluk yıllarıma doğru geriye dönüp düşününce "Atlantis'den Gelen Adam" ve "Kökler" ile birlikte ilk aklıma gelen üç diziden biri oldu. Deniz aktiviteleri ile olan yakınlığımı düşününce Atlantis'den Gelen Adam'ın bende pek iz bırakmadığı ortada, Kökler dersek zaten hayal meyal hatırlıyorum ama tekrar seyredince Mavi Ay'ın ve özellikle şımarık oğlan çocuğu kıvamındaki cevval hafiye David Addison (Bruce Willis) karakterinin üzerimde fevkalade etkisi olduğunu farkettim. Şimdi denilebilir ki; O kadar dizi, o kadar uçan kaçan adam gibi karakter varken bu zibididen mi etkilendin o çocuk kafanla..! Ama insan beyni böyle birşey, hangi reseptörleri kapatıp hangi bilgiyi ne kadar saklayacağımız konusunda pek bizimle ekip çalışmasına yatkın olduğu söylenemez, o genelde tek başına çalışıyor... En azından benimki öyle...
Tabi dizide bir de "Maddie Hayes (Cybill Shepherd)" müessesesi var ki, bir kadın nasıl bu kadar entersan bir güzelliğe sahip olabilir yıllar sonra yine bilemedim..! Ve fakat vurgulamadan da yapamayacağım, dizinin ilk yayınlandığı yıllarda hiç farketmemiştim ya da en fazla çocuk kafamla "Yahu kadın nasıl böyle ışıl ışıl bakıyor" filan demişimdir ki dizide Cybill Shepherd'in sadece ve sadece tek başında olduğu kadrajlarda adamlar yıldız filtre denen görüntüyü yumuşaklaştırıp, ışıkları dağıtan bir filtre kullanmışlar ve bu yüzden Maddie Hayes öyle melek gibi ışıl ışıl görünüyormuş yahu..! Boşuna demiyorlar televizyona aptal kutusu diye, işte kutu işte aptal... Yani ben..!
Neyse, bu yaştan sonra yapacak birşey yok, bari iyileşene kadar Mavi Ay'ın diğer bölümlerini de izleyeyim de en azından David Addison'un kötü alışkanlıkları varsa üzerimde etkili olan onları tespit edip kurtulmaya çalışayım!
iMeeting
Bugün yayınlanan Resmi Gazete'nin mükerrer sayısındaki kanun hükmündeki kararname ile tüm devlet ve özel sektör kurumlarında yapılan toplantılar sırasında iPod kullanımı serbest bırakıldı.
Bugün katıldığım ve yaklaşık bir buçuk saat süren toplantıda düşündüm bunu... Toplantı odasına girilse, herkes toplantının başlama saatinde kendi iPod'unun kulaklıklarını kulağına taksa ve toplantı bitene kadar yüksek sesle istediğine istediğini söylese..? Nasılsa herkesin kulağında kendi kulaklığı var, herkes istediğini söylebilirken istediğini de dinleme özgürlüğüne sahip olacak böylece!
Evet bu kanun hükmündeki kararname bugün yürürlüğe girdiğine göre bundan sonra saatlerce sürecek toplantılara daha rahat katlanabilirim, yeter ki toplantıdaki herkesin kulağında beyaz kulaklıklar olsun...
Bugün katıldığım ve yaklaşık bir buçuk saat süren toplantıda düşündüm bunu... Toplantı odasına girilse, herkes toplantının başlama saatinde kendi iPod'unun kulaklıklarını kulağına taksa ve toplantı bitene kadar yüksek sesle istediğine istediğini söylese..? Nasılsa herkesin kulağında kendi kulaklığı var, herkes istediğini söylebilirken istediğini de dinleme özgürlüğüne sahip olacak böylece!
Evet bu kanun hükmündeki kararname bugün yürürlüğe girdiğine göre bundan sonra saatlerce sürecek toplantılara daha rahat katlanabilirim, yeter ki toplantıdaki herkesin kulağında beyaz kulaklıklar olsun...
Prag*Prague*Praga*Praha ha ha!
Prag serisi, Prag üzerine Türkçe bir blog ile devam ediyor;
Prag*Prague*Praga*Praha ha ha!
"ve Çek Cumhuriyeti ve ondan şundan bundan"
6 Aralık 2005
Opel Astral Time Traveller
Yaklaşık iki hafta kadar önce kullandığım otomobilin aküsü bitti. Tabii ki akü durup dururken bitmedi, bu aralar aklım/kafam pek yerinde olmadığı için arabanın farlarını bütün gün açık unutup akşam yanımda bir Alman bir de Fransız'la geri döndüğümde halim gerçekten görmeye değerdi.
Bir Alman, bir Fransız ve bir Türk'den oluşan grubumuzun ilk şaşkınlığı atlatması uzun sürmedi çünkü inanılmaz bir yağmur yağıyordu. Kısa bir süre sonra kısa çöpleri çeken Alman ve Fransız arabayı itmeye başladılar, ben de içeride arabayı "Second gear..! Nowww!" sesleri arasında çalıştırmaya uğraşıyordum.
Her neyse sonuçta araba çalıştı, bir Alman, bir Fransız ve bir Türk'den oluşan ideal fıkra ekibi olarak yeni maceralara doğru yola çıktık ve bu mevzu ertesi gün birkaç gülüşmeden sonra unutuldu.
Unutuldu ama arabanın aküsü bittiği için orta konsoldaki sayısal saat ve tarih göstergeleri de sıfırlandı. Yani aslında saat sıfırlandı demek daha doğru çünkü tarih göstergesi 1 Ocak 1997'ye döndü.
Kol saati kullanma gibi bir alışkanlığım olmadığı için hemen arabanın saatini ayarladım ama tembelliğimden tarihe dokunmadım o gün...
Ve dün tarih göstergesine baktığımda 11 Ocak 1997'yi gösterdiğini farkettim, akü macerası da ilk anda aklıma gelmediği için acaba arabam bir tür zamanda seyahat gemisine mi dönüştü diye düşündüm..? Ancak önce aynadan kendime ve ardından cep telefonumun tarihine bakınca kendime geldim ve akü bittikten sonra tarihi ayarlamadığımı hatırladım! Ve bir an düşündükten sonra iyi ki ayarlamamışım dedim kendi kendime; Çünkü iki gündür arabaya binince tarihe bakıyorum ve tam o olarak o gün nerede olduğumu ve neler yaptığımı hatırlamaya çalışıyorum! Başarılı olabiliyor muyum..? Henüz gün bazında değil ama dönemsel anılar getirebiliyor beynim geçmişten bu tarafa ama denemeye devam edeceğim tabi, zamanda yolculuğun kolay olduğunu kim söyledi ki zaten..?
Bir Alman, bir Fransız ve bir Türk'den oluşan grubumuzun ilk şaşkınlığı atlatması uzun sürmedi çünkü inanılmaz bir yağmur yağıyordu. Kısa bir süre sonra kısa çöpleri çeken Alman ve Fransız arabayı itmeye başladılar, ben de içeride arabayı "Second gear..! Nowww!" sesleri arasında çalıştırmaya uğraşıyordum.
Her neyse sonuçta araba çalıştı, bir Alman, bir Fransız ve bir Türk'den oluşan ideal fıkra ekibi olarak yeni maceralara doğru yola çıktık ve bu mevzu ertesi gün birkaç gülüşmeden sonra unutuldu.
Unutuldu ama arabanın aküsü bittiği için orta konsoldaki sayısal saat ve tarih göstergeleri de sıfırlandı. Yani aslında saat sıfırlandı demek daha doğru çünkü tarih göstergesi 1 Ocak 1997'ye döndü.
Kol saati kullanma gibi bir alışkanlığım olmadığı için hemen arabanın saatini ayarladım ama tembelliğimden tarihe dokunmadım o gün...
Ve dün tarih göstergesine baktığımda 11 Ocak 1997'yi gösterdiğini farkettim, akü macerası da ilk anda aklıma gelmediği için acaba arabam bir tür zamanda seyahat gemisine mi dönüştü diye düşündüm..? Ancak önce aynadan kendime ve ardından cep telefonumun tarihine bakınca kendime geldim ve akü bittikten sonra tarihi ayarlamadığımı hatırladım! Ve bir an düşündükten sonra iyi ki ayarlamamışım dedim kendi kendime; Çünkü iki gündür arabaya binince tarihe bakıyorum ve tam o olarak o gün nerede olduğumu ve neler yaptığımı hatırlamaya çalışıyorum! Başarılı olabiliyor muyum..? Henüz gün bazında değil ama dönemsel anılar getirebiliyor beynim geçmişten bu tarafa ama denemeye devam edeceğim tabi, zamanda yolculuğun kolay olduğunu kim söyledi ki zaten..?
1 Aralık 2005
Ve...
Ve hayat... Hergün yavaşça ve pür dikkat geçtiğin yollar ve virajlardan saatte yüzkırk kilometre süratle geçmek...
Ve alkol... Keyifli dostalarla geçen akıllı sohbetler ve ardından yapayalnız son sürat eve -aslında hiçbir yere- dönerken hayatını kurtaran trafik işareti...
Ve yalnızlık... Sadece trafik işareti, annen ve birkaç eski dost -sadece en en en eskiler- ağlar büyük ihtimalle ardından...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)