27 Haziran 2006

27

27 Haziran'ın şu hayatta benim için en önemli günlerden birisi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim... Söylemekle kalmayayım dedim, kendi kişisel tarihime de not düştüm...

Yani tabi bir de Live - The River var onu da eklememek olmaz...

It came without warning
A love like I ain't ever felt before
She's like my destiny calling
And she's lying there all naked on the floor
And suddenly, out of the blue she's singin'

Oh, baby, let my lovin' ease your pain
Bring your burnin' skin to my river once again
I'll give you life
Oh, baby, let my lovin' ease your pain tonight

She came without warning
Like an angel come from Heaven in the night
Her kiss makes me tremble
So she pulls me close and she holds me oh so tight
Then suddenly, out of the blue she starts singin'

Oh, baby, let my lovin' ease your pain
Bring your burnin' skin to my river once again
I'll give you life
Oh, baby, let my lovin' ease your pain

I'll give you life

Oh, baby, let my lovin' ease your pain
Bring your burnin' skin to my river once again
I'll give you life
Oh, baby, let my lovin' ease your pain, yeah
Bring your burnin' skin to my river
Oh, to my river

21 Haziran 2006

Making Sense of Marcel Duchamp

Daha önceki yazılarımdan birinde Hasan Bülent Kahraman'ın Radikal Gazetesi'nin 16 Aralık 2004 tarihli sayısında yayınlanan 'Pisuar'ı nereye koymalı? başlıklı yazısına gönderme yaparak Marcel Duchamp'dan bahsetmiştim.

Marcel Duchamp'ın Pisuar'ını herkes bilir, -en azından Hasan Bülent Kahraman'ın yazısını okuyanlar da niye önemli olduğunu anlamışlardır herhalde- ama bu 'farklı' adamı ve dünyaya etkisini daha iyi tanımak için çok güzel bir site hazırlamışlar. Kafa yormaya hazır olanları düşünmeye ve daha çok okumaya sevkedecek, poz peşinde olanlara sohbetlerde artı puan kazandıracak sitenin adresi şöyle; http://www.understandingduchamp.com

19 Haziran 2006

Foto-Röportaj | Fatih Pınar

Fatih Pınar'ı NTVMSNBC'de yayınlanan Foto-röportajları sayesinde tanıdım. Kendi web sitesindeki özgeçmişinde şöyle diyor;

Özellikle Anadolu'da ve Ortadoğu'da yaşayan halklar üzerine yoğunlaşan Pınar, modernleşme süreciyle kaybolmaya yüz tutan kültürleri belgeliyor.

Egemen kültürün yaşamın dışına itip görmezden geldiği hayatları gösterebilmeyi amaçlıyor.


NTVMSNC'de yayınlanan foto-röportajlarına bu linkten ulaşabilirsiniz, özellikle "Şefik Hayatından Memnun!" izledikten sonra bile Şefik'in hayatı üzerine ya da daha doğrusu Şefik'in memnun olduğu hayatı üzerine düşünmeye sevkediyor insanı... İzlerken bilgisayarınızın sesini açmayı sakın unutmayın, durdurmak, ileri sarmak, başa almak gibi şımarıklara yer yok Fatih Pınar'ın foto-röportajlarında, sadece izleyin ve dinleyin....

Şimdi Ben Ekipler Amiriyim ve Uçacağım. Hadi Çek Beni!

Fatih Pınar'ın kendi web sitesinde de yine aynı çalışmalardan fotoğraflar ve diğer çalışmaları yer alıyor. Fatih Pınar'ın sitesine de http://www.fatihpinar.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.

Güneş Kocatape Ne mi Yapıyor..?

Fatih Pınar'ın NTVMSNC'deki fotoğrafları ve onları sunuş tarzı bana Güneş Kocatepe'yi hatırlattı, dünyanın dört bir yanında çektiği fotoğrafların hikayelerini heyecanla anlatmasını anımsadım... Güneş şimdi ne mi yapıyor, onun maceraları da aynı hızla devam ediyor tabii ki... Buyrun size güncel bir Güneş Kocatepe fotoğrafı, fotoğraftaki beyin kim olduğunu sormadım ama belki bir ara o siyah iç çamaşırının hikayesini anlatır bize...



Daha önce bahsetmiştim, Güneş'in fotoğrafları http://www.photoessays.com/ adresindeki Shannon Bishop ile ortak sitesinden izlenebilir.

Escher Gibi...

Burçak kendisinin -belki de hayatının- Escher'in çalışmaları gibi olduğunu düşünmektedir... Yaz henüz tam anlamıyla gelmemiştir, ya da geldiyse az önce gelmiştir... Merhum Escher'in gıyabında aşağıdaki diyalog kayıtlara geçer...



MartinMystere: Niye Escher'in çalışmaları gibiymişsin bakalım?

Burçak: Merdivenlerden iniyor ya da çıkıyor gibi görünüyorum, ama bi bakıyorum aynı kattayım...

MartinMystere: Etkilendim...


Resim:
Relativity (Lithograph)
M.C. Escher, 1953

Link:
M.C. Escher Resmi Web Sitesi
(M.C. Escher Foundation)

15 Haziran 2006

Krizden Kaçış Yokmuş...

"Ciddi" Serdar Turgut 2001 krizinden önceki aylarda memleketin medyasında inanılmaz olumlu bir hava eserken köyün delisinin "Hepimiz ölecez!" diye bağırması gibi o zamanki köşesinde sık sık "Kriz geliyor efendiler!" yazıları yazıyordu. Ve fakat "Ciddi" Serdar Turgut'un yazıları "Komedi Yazarı" Serdar Turgut'un yazıları arasında kaynamış olacak ki insanlar ancak krizden sonra "Ben söylemiştim..." dediğinde farkettiler kriz habercisi yazılarını...

"Ciddi" Serdar Turgut bu sabah yine kriz habercisi bir yazı yazmış, bu sefer bilinmedik/beklenmedik birşey değil ama krizlerin belli bir paterni olduğundan bahsediyor, küçük depremlerle yer kabuğunda birikmiş enerjinin boşalması ve daha büyük depremlerin oluşmasının -tabiat tarafından- engellenmesi gibi belli bir ritmde patlayan -lokal- krizlerin sistemi daha büyük krizlerden koruduğundan bahsediyor.

Ekonomi teorilerinden anlamam ama memleketimizin her vatandaşı gibi benim de "Ben Başbakan olsam..." lafıyla başlayan ülkeyi kurtarma planlarım var, malum eş dost muhabbetinde konuşulacak konu kalmayınca sıra memleketi kurtarmaya geliyor, e hazırlıksız olmak da olmaz. Her vatandaşın cebinde bir erken seçim, darbe ve beş yıllık kalkınma planı mevcut ama benim -ve de hayatında en az bir fabrika görmüş her vatandaşın- memleketi kurtarma cümlelerinde fazladan bir kelime daha var; "Üretim"... "Ciddi" Serdar Turgut da zaten bu büyülü kelimeyle bitiriyor yazısını...

Sonuçta kendi kişisel tarihime not düşmek adına "Ciddi" Serdar Turgut'un bugün Akşam gazetesindeki Gündem başlıklı köşesinde yazdığı yazının bir kısmını burada yayınlamaya karar verdim, zamanla göreceğiz bakalım neler gelecek başımıza..?



KRİZDEN KAÇIŞ YOK
Serdar Turgut
Akşam Gazetesi, 15 Haziran 2006

...

Üretim biçiminin tarihine dönemsel olarak baktığımızda göreceğiz ki; her dönem farklı sermaye birikim karakteristiği sergiler. Dahası her farklı sermaye birikim süreci döneme niteliğini verir. Fakat her sermaye birikim süreci kendi içinde kendi tıkanmalarının koşullarını da yaratır. Bu tıkanma koşulları olgunlaştığı zaman krizler çıkar, kriz dönemlerinde eski sermaye birikim sürecinde sistemi aksatan unsurlar tasfiye olur ve yeni bir sermaye birikim sürecinin temelleri atılır. Tasfiye tamamlandıktan sonra yeni dönem başlar. Yeni sermaye birikim sürecinin karakteristikleri ve başat sermaye türleri farklıdır. Bu sermaye birikimi tıkanma koşulları olgunlaşana kadar sorunsuz sürer. Olgunlaşınca da tekrar kriz çıkar, tekrar tasfiyeler olur, iflaslar, banka kapanmaları, işsizlik gibi olaylar yaşanır. Sonra sermaye birikim süreci kendisini yeniden üretecek gücü kazanınca sistem tekrar normal işlemeye başlar.

BUNDAN KAÇIŞ YOK

Dolayısıyla dönemsel krizler sistemin tümünde büyük krizler çıkmamasının da güvencesidir. Çünkü dönemsel krizler ve tasfiyeler olmasa, sistem sorunları içinde biriktirip büyük bir çöküşe doğru yol alabilecektir.

İçinde şimdi yaşadığımız dönemde kapitalist sistem tekrar dönemsel kriz koşullarına düşmüş durumda ve bundan kaçış yok. Çünkü eski sermaye birikim süreci tıkanmış durumda, dünya genelinde gayret, dönemsel krizi önlemek için değil sistemin tümünde büyük bir krizin oluşmaması için veriliyor.

Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası'nın yeni başkanı ne yaparsa yapsın; ister faiz yükseltsin ister dolar satsın, fazla sonuç alması mümkün değildir. Sistem dönemsel krizin zorunlu koşullarını yaşamaya başlamıştır ve bu dinamiğin ana motoru da globaldir, lokal değildir

DURGUNLUK GELİR


Eski sermaye birikim süreci likidite fazlasına dayanıyordu. Son dönemde kapitalizm tarihinin en büyük likidite genişlemelerinden bir tanesi yaşandı. Düşük faiz bölgelerinden alınıp yüksek faiz bölgelerine yatırma (carry-on trade) sistemin karakteri oldu. Şu aralar hesapların kapanma sürecine girildi ana eğilim tersine döndü, likidite daralmaya başladı, tabii ki bu düzeltme borsalarda da yansımasını buldu. Şimdi gündelik tedbirler ile bu sürecin dışına kaçma ihtimali maalesef yok. Sadece bazı düzeltmelerin biraz ertelenmesi sağlanabilir. Büyük ihtimalle bu dönemin arkasından bir durgunluk dönemi gelecek ve eski sermaye birikim sürecinin içinde tıkanmış olan unsurların tasfiyesi başlayacak. Kapitalizmin yeni bir birikim sürecine ihtiyacı var. Daha önceki birikim süreci mali unsurlara dayanıyordu ve dolayısıyla da spekülatifti. (Türkiye'deki emlak sektöründe oluşan balon da buna bağlıdır) Ama kapitalist üretim biçiminin üretim ağırlıklı bir birikim sürecine de ihtiyacı vardır ve sermaye üretime yönelik birikim dallarını aramaya başlamıştır.

Türkiye'nin bu yeni kriz döneminden fazla yara almadan çıkabilmesi arayışa çıkmış olan global sermayeye, üretime yönelik yeni yatırım dallarını açmasıyla olabilir ancak. Bu da katiyen yapılamaz bir şey değildir, zordur ama yapılabilir. Türkiye'nin de bunu yapacak kapasitesi var...

Link:
- Akşam Gazetesi

12 Haziran 2006

Ian Anderson Plays the Orchestral Jethro Tull



Ian Abi geliyor dediler, bana mı geliyo yahu demedim yemedim içmedim hemen bilet aldım! Güzel olacak..! Hatta belki Steel Monkey filan söylerken beni de çağırır sahneye eşlik edeyim diye, çıkmam/söylemem/oynamayı bilmiyorum demek olmaz, iPod'uma bir best of Jethro Tull yüklemesi yapayım da çalışmaya başlayayım... Guess what I am. I'm a steel monkey...

As the moon slips up, and the sun sets down,
I'm a highrise jockey, and I'm heaven-bound.
Do the workboot shuffle, loose brains from brawn.
I'm a monkey puzzle and the lid is on.
Can you guess my name? Can you guess my trade?
I'm going to catch you anyway.
You might be right. I'll give you guesses three.
Feel me climbing up your knee.
Guess what I am. I'm a steel monkey.

9 Haziran 2006

Mac OS X on (my) Intel - 'Mutlu Son'a bir adım...

Bu yazıyı Intel Pentium IV işlemcili toplama masaüstü bilgisayarımda Mac OS X Intel üzerinde kullandığım Safari browser ile yazıyorum...

Herşey çok güzel, 3COM network kartını tanıması için biraz araştırma ve 3rd party bir driver gerekti ama sorun değil... Bir de ATI 9600 Pro ekran kartını layıkıyla tanısa -şu anda VESA driverı ile 1024x768 çözünürlükte kullanabiliyorum- tadından yenmeyecek..!

Amma velakin bir dirhem bir çekirdek işletim sistemi ve ben sabahtan beri karşılıklı olarak birbirimize bakıyoruz, bakalım neler yapabileceğiz..?

Bu arada halihazırda Mac'ci arkadaşlar -onlara damardan Mac'ci demek istiyorum- ne kadar şanslılar yahu, kendi blogumu tanıyamadım herşey ne kadar güzel görünüyor ekranda..?

Steve Jobs sadece işletim sistemini piyasaya sürerse ilk alanlardan birisi olurum baştan söyleyeyim...

4 Haziran 2006

Beni Gördüğünde Yerdeydim

O şehir. Öğleden sonra...

Önce o beni gördü... Beni gördüğünde ben yerdeydim... O ise havadaydı ve benim onu görmem onun bana baktığını farketmem sonucu oldu... Yani aslında ben ona bakmıyordum dolayısıyla onu havada görmüş sayılmam, ben sadece boylu boyunca neredeyse tüm duvarı kaplayan camdan dışarı -ne tam gökyüzüne ne de ufuk çizgisine, tam arasına diyebiliriz- boş boş bakıyor ama bir yandan da odadakilere boş boş baktığımı çaktırmamak için sol elimi sağ dirseğime destek yapmış sağ işaret parmağım yanağımda, orta ve baş parmaklarım ise çenemi okşarcasına aralarına almış durumda derin derin düşünüyor görüntüsü vermeye çalışıyordum... Aslında düşünecek o kadar çok şey vardı ki o anda ve konsantrasyonum ise o kadar düşüktü ki zaten bir süredir bununla başa çıkmaya çalışıyordum/zaten kendimi dışarıdan izliyor, vakit geçirmek için kendimi bir kukla gibi iplerimden çekerek oynatıyordum... Hayata katılımım bir kukla kadardı, kukla çırpınır durur ama aslında hayat onun hayatı değildir ki, kuklacı karar verir onun ne yapacağına... Kendi kuklamın kuklacısıydım galiba o anda...

Ve evet... Önce o beni gördü eminim... Ben kesinlikle gökyüzüne doğru bakmıyordum, hatta bakmıyordum bile diyebiliriz. Göz kapaklarım açıktı ama beynim gelen görüntüleri işlemeyi bir süreliğine bırakmıştı, zaten kukla değil miydim o anda..!

Birdenbire birinin bana baktığını hissettim, hani olur ya hisseder insan, hele bakan gözlerini dikmiş "Evet sana bakıyorum" dercesine bakıyorsa...

İki taneydiler ve yanyana uçarak gökyüzünde aynı yerde büyük bir çember çiziyorlardı. Bana baktığını farkettiğimde dış çemberde uçuyordu ve çemberin hangi noktasında olursa olsun kafasını bana doğru çevirip alaycı gözlerle beni süzüyordu, diğerinin ise umurunda bile değildim.
Durumu farketmem en azından birkaç dakika sürdü ve o şaşkınlıkla "Leyleği havada gördüm!" dedim kendi kendime... İkisi de kocamandı, gökyüzünde çizdikleri çemberin bana yakın olan noktasına geldiklerinde beyaz kanatlarının uçlarındaki siyah tüyleri bile seçebiliyordum ve o anda kendimi rüyasında "Şefaat ya Resulallah" demeye niyetlenip yanlışlıkla "Seyahat Ya Resulallah" diyen Evliya Çelebi gibi hissettim bir an; Leyleği havada görmüştüm ve bundan sonra sürekli seyahat edecektim..! Seyahat lafı tek başına kulağa çok eğlenceli gelse de bu aralar benim hayatımla aynı cümle içerisinde kullanınca bal gibi de oradan oraya savrulmak anlamına gelebilirdi..!

Kendimi toparlamam da sanırım birkaç dakika aldı; Bir kere ben onu görmemiştim ki, o beni gördü..! Yani aslında onu görmem için gereken herşeyi hazırladı, gözümün önünde aynı yerde çemberler çizmeler, gözünü dikip alaycı alaycı bakmalar filan... Bu durumda kesinlikle ben leyleği havada gören birisi sayılmazdım ki, ortada bir alicengiz oyunu olduğu son derece netti! Gerçi birkaç saat sonra o şehirden ayrılacaktım ama bu sayılmazdı ki, günler önceden planlanmıştı herşey...

Bu sefer ben dik dik bakmaya başladım her ikisine de, "Sizi ben görmedim ki, ikiniz gelip size bakmamı sağladınız" der gibi manalı manalı bakıyordum. Karşılıklı sinir harbine başladık, alaycı bakışları sinirli bakışlara dönüşmüştü ama diğerine daha çok kızmaya başlamıştım; Hala umrunda değilmişim gibi iç çemberde uçuyordu... Bir beş dakika daha bakışabilseydik eminim beni farketmesini sağlayabilirdim ama birdenbire çemberi bozmadan dönerek yükselmeye başladılar, nereye gidiyorlar diya kafamı kaldırdığımda ormanın üzerinden gelen leylek sürüsünü farkettim... En az kırk ya da elli taneydiler... Kimileri çok büyüktü, artık oldukça uzakta -ve yüksekte- olmalarına rağmen son derece net görebiliyordum onları. Ve tam o anda bunun da oyunun bir parçası olduğunu farkettim, bu sefer bir sürü leyleği havada görmüştüm, artık hiçbir bahanem kalmamıştı, oradan oraya savrulacak olmayı kabul ederek pencerenin önünden ayrılarak kahve makinesine doğru yürüdüm. Makinenin mekanik bir hamaratlıkla hazırladığı kahveyi beklerken geriye dönüp bakmamak için kendimi zor tuttum ama leyleklerin kahkalarla bana güldüğünü duyar gibi oluyordum, "Bizden kurtulamazsın, istediğimizi alıp oradan oraya savururuz" diyorlardı kahkahalarla...

O şehirle bu şehrin arasında bir yer, ama o şehre daha yakın... Akşamüstü...

Leylekleri unutmuştum... Ve zaten şu anda yapabilecekleri bir şey yoktu ki, zaten yoldaydım... Hayatım boyunca gördüğüm leyleklerden daha fazlasın görmüştüm ama nasılsa o şehirde kalmışlardı, bu şehirde güçleri yetmezdi ki..? Tüm bunlar aklımdan, yol arabanın tekerlerinin altından akıp giderken, ve altında bot olan delta kanadı inişe geçerken az önce görmüşken ve büyük sarı deniz uçağını havalandıktan az sonra görmeden bir süre önce gayri ihtiyari gözümün sol üstünde gökyüzünde birşeyin benimle aynı hızla gittiğini farkettim, yolun sola kıvrılmasıyla onun leylek olduğunu farketmem ve biraz ileride yolun üzerinden geçerek sağda ufukta kaybolması bir oldu...

Hala takip ediyorlar dedim kendi kendime... Ve acaba diye düşündüm, sadece hayatlarını oradan oraya savuracakları insanları mı seçiyorlar yoksa o insanların başlarına neler geleceğini de biliyorlar mı..?