29 Ağustos 2005

Uçurtma Olsaydım...



Uçurtma olsaydım Scott Haefner'in uçurtması olmayı isterdim...

Hafif.org'da okudum, Scott Haefner uçurtmalarına monte ettiği fotoğraf makineleri ile uçurtmaların gözlerinden inanılmaz fotoğraflar çekiyormuş..! Kite Aerial Photography sayfasındaki özellikle panoramik fotoğraflara tek tek keyifle baktım bütün sabah kendimi uçurtmaların yerine koyarak...

"Uçurtma" ve "Fotoğraf"... Aynı cümle içerisinde olması bile keyif veriyor bana...

25 Ağustos 2005

"Hareketli An"ın Peşinde

"An", fotoğraf deyince ışık, renk, ton vesaireden de önce aklıma gelen ilk şeydi ta ki "Hareketli an"ın donuk bir fotoğraf karesinde nasıl gösterileceğine kafa yormaya başlayana kadar... Acaba "Hareket" aslında video teknolojisinin işi de ben boşa mı kafa yoruyorum, ya da "Düşür shutter speedi, bas gitsin deklanşöre al sana hareketli an" diyerek konuyu uzatmamalı mıyım..?



İtiraf ediyorum ben de "Hareketli an"ı ararken en kolay yöntem shutter speedi düşürmeyi deniyorum bu aralar sürekli ama "Hah işte hareketli an bu olsa gerek..!" dediğim fotoğraflarım için hep "Şurada netlik problemi var" yorumu yapılıyor ve tabi o zaman da kalkıp "Sen gel bi de benim kafamın içerisinden benim gözlerimle gör!" diyemiyorum -Evet evet... Zaman makinesinden önce "Gel bi de benim kafamın içerisinden gör" makinesi yapılması lazım bence..!

"Hareketli" an olur mu demeyin en hareketsiz en donuk olarak algıladığımız anları/şeyleri sırtında -sürekli- ileriye doğru taşıyan "zaman"ı yok saymak mümkün mü..?

22 Ağustos 2005

...

Başlıksız ve -aslında- yazısız... Sadece kendime...

15 Ağustos 2005

Bir "Tekno-Fabl" Denemesi

“Hadi kalk..! Gidiyoruz…” diye seslendi aşağıdan, o anda uyuyor muydum yoksa uyanık mıydım tam hatırayamıyorum ama hani olur ya hayatta hiç ama hiçbir şeyden keyif alınamayan anlardan birisini yaşıyordum galiba… Çok keyifsizdim…

“Sana da olur mu..? Hayatta hiç ama hiçbir şeyden keyif alamadığın...?” dediğinde “Tamam..!” dedim kendi kendime “Kesinlikle rüya görüyorum…”

“Hadi bin de seni uyandırayım, kendine getireyim” dedi ve işte o zaman rüya görmediğimi fark ettim. Neredeyse hiç pedal çevirmeden bisikletim beni çoktan son hızla etrafı her tonda yeşil ağaçlar ve artık sararmaya başlamış otlarla çevrili toprak yolda bir yerlere doğru götürmeye başlamıştı. Kafam sürekli gökyüzüne çevrili gezdiğimden toprağın renginin de sarıya çaldığını daha önce fark etmemiştim, etrafta insan yapısı tek tük tek katlı evler dışında sarı-yeşil renk paletine uymayan hiçbir şey yok misafir gelmeden önce derli toplu görünsün diye temizlenip toparlanmış bir ev gibi…

Yokuş aşağı gidiyor olmamamıza rağmen pedal çevirmeden hızımız sürekli artıyordu, hava çok sıcak olduğu için yatarken giydiğim pamuklu tişört hala üzerimdeydi ve rüzgar belimden, boynumdan girip tişörtü şişiriyordu. İçimden bir türlü havalanmayan bir uçurtmaya benzediğimi düşünüyordum ki “Ne düşünüyorsun..?” diye sordu ama cevap vermedim. Ben sessiz kalınca o da uzatmadı ve sanki bensiz de –Oysa ki bensiz hiçbir yere gitmediğini/gidemediğini zannediyordum- defalarca geçtiği yollarda bir sağa bir sola sapıp vücuduma ve suratıma çarpan rüzgarla iyice ayılmamı sağladı.

“Burada biraz dinleneceğiz” dediğinde zaten epeyce yavaşlamıştık, bir süre yanımızdan uçan kelebeğin siyah –evet siyah- kanatları üzerinde kavuniçi tonlarında benekleri olduğunu son derece net görmüştüm çünkü…

Beni sırtından atıp, kendisi de tek ayağına dayanmış mahalle serserileri gibi sağına kaykılıp dinlenme pozisyonuna geçtiği yer ana yoldan geliş yönümüze göre sağda yıkık taş duvarın üzerinden yola tam çapraz içeri doğru giren bir patikanın başlangıcıydı. Buradan nereye gidilir ki diye gözlerimle patikayı takip edip kafamı kaldırdığımda sarı taşlardan yapılmış ama ne camları ne de çatısı artık kalmamış yıkık evi gördüm. Odaları, duvarların içerisine oyulmuş yüklükleri ve –hayret- çalınmamış pencere demirleriyle ev bir harabeden çok orada bir ağaç gibi kendi kendine büyüyen -kendi kendini inşa eden- bir canlıya benziyordu. Bir iki yıl sonra aynı yere tekrar gelsem evi kendi kendini tamamlamış bulacağım hissine kapıldım.

Yıkık evde bir zamanlar kimlerin yaşadığını hayal etmeme fırsat vermeden sabah beni uyandırdığı tonda “Dönelim..!” dedi. Sabahın köründe su içmek adetim değildir –karpuz yemeyi tercih ederim, bunu söylediğimde insanların suratındaki garip ifadeyi yorumlayamıyorum- ama bilinçsizce elimi su matarasına attığımda dışından bile hissedilebilecek şekilde buz gibi su dolu olduğunu anladığımda bana emir verir gibi konuşmasından dolayı sinirlendiğim için bu sefer de kendime kızdım.

Buz gibi su iyi gelmişti ama bana çaktırmadan matarayı niye doldurduğunu dönüş yolunda anladım; Eve dönebilmemiz için kilometrelerce pedal çevirmem gerekiyordu çünkü bisikletim “Hadi bakalım sıra sende” dercesine bütün işi bana bırakmış gelirken benim yaptığım gibi etrafı seyre dalmıştı ben ter içerisinde pedal çevirmekle uğraşırken.

“Biliyor musun..?” dedim “Arabayla giderken yolda böcek ya da karınca ezdiğimi hiç fark etmemiştim ama şimdi ön tekerleğinin altında bir sürü karınca eziliyor gözlerimin önünde…” Bir süre sessiz kaldı ama ne kadar uğraşsam da karıncalar ezilmeye devam ediyordu, ezmemek için yönümü değiştirdiğim karıncıların hayatlarının karşılığında başka karıncalar eziliyordu. “Karıncaları ezen ben değilim, sensin!” dedi birden. Uzatmadım… Zaten pedal çevirmek yeterince zorluyordu beni, bir de ona laf yetiştirmeye çalışsam iyice soluksuz kalacaktım…

Evden çıkalı bir hayli vakit geçmesine rağmen ortada hala bir allahın kulu yoktu, en azından sütçü geçerdi bu saatte ya da sabahları sarı-lacivert eşortmanları içerisinde yürüyüş yapan Süleyman Amca’ya rastlamayışım garip diye düşündüm bahçe merdivenlerinden içeriye doğru bisikleti taşırken…



Yine sağa kaykılıp dinlenme pozisyonuna geçtiğinde “Gidip geldiğimiz yolun göçmen kuşların güzergahı üzerinde olduğunu bilseydin bir de…” diye geçti aklından bisikletin ama bunu benimle paylaşmadı…

3 Ağustos 2005

Bu Kadar Fotoğraf Nereye Sığacak ya da Dijital Fotoğraf Arşiv ve İçerik Yönetimine Tekno-Subjektif Bakış Denemesi

Başlıktan da anlaşılacağı gibi sevgili dijital fotoğraf makinalarımız bize film banyosu, baskı gibi ara süreçler için ara süreç ve hizmet sağlayıcıları devreden çıkarma imkanı tanırken mevcut hafıza kartlarının kapasiteleri elverdiğince deklanşöre şımarıkça basma özgürlüğünü de sunuyor.

Tabi bu özgürlüğün getirdiği yan etkileri çektiğimiz fotoğrafları aynı şımarık rahatlıkla bilgisayarlarımızın harddisklerine ve diğer medyalara (CD-R, CD-RW, DVD-R, DVD-RW ve benzeri) bastıktan ve gigabytelarca ("Gigabyte", "Cigabeyti" diye okunursa tadına daha çok varılıyor bence...) dijital fotoğrafın içerisinde bir akşam oturayım da iki klik yapayım çektiğim fotoğrafların üzerinde dediğinde farkına varıyor insan bir "Dijital Fotoğraf Arşiv ve İçerik Yönetim Sistemi"ne ihtiyaç duyduğunu...

"Arşiv" ne demek malumunuz, dijital fotoğraflarınızı alıp harddiskinizin ya da DVD-BY'nizin (Biteviye yazılabilir DVD, DVD-RW için Türkçe isim önerimdir. Türk Dil Kurumu'nu ikna edip yasal yollarla kullanmanız için baskı da yapabilirdim ama istiyorum ki yazılarımı okuyan kitle benimsesin, sahiplensin ve yeni nesillere aktarılarak kendi kendine kabul edilsin dilimize yaptığımı bu naçizane katkı...) kalbiniz kadar temiz klasörlerinize kaydetmeniz demek oluyor...

Amma velakin bence "Arşiv" kelimesinin tam olarak karşılamadığı ve gavurların "Asset Management" dediği "İçerik Yönetimi" meselesini de unutmamak gerekiyor bu noktada. Yani şöyle ki; Fotoğraflarımızı aldık en güvendiğimiz disklere taşıdık ama gün geldi ki onbinlerce fotoğrafımızın içerisinden belirli kriterle bazılarına ulaşmamız gerekiyor... İşte içerik yönetim sistemleri tam olarak bunu yapıyor, fotoğraflarımıza işletim sistemlerinin, fotoğraf makinelerimizin verdiği temel ayırt edici isimler/bilgiler/verilerin yanı sıra kendi tanımladığımız üst-veri (meta-data) alanlarını da tanımlayıp ilgili verileri girmemizi ve istediğimiz her an istediğimiz her kriterle teknik olarak en hızlı şekilde aradığımız fotoğraflarımıza ulaşmamızı sağlıyor. Özetle, bizim yerimize fotoğraflarımızın nerede olduğunu ve onlar hakkında aklımızda tutmak istediğimiz, bilmemiz gereken bilgileri tutuyor bizim yerimize gidip istediğimizi kulağından tutup getiriyor...

Örnek vermek gerekirse çekmiş olduğumuz bir aile fotoğrafının nerede olduğunu, fotoğraftaki kişilerin kimler olduğunu, o gün ne için toplanıldığını, fotoğrafın nerede çekildiğini ve benzeri bilgileri içerik sistemine söylüyoruz o da bu bilgileri o fotoğraf ya da fotoğraflarla bize çaktırmadan ilişkilendirip günler, yıllar sonra arama kriterlerimize uygun olarak getiriyor.

Yazarken aklıma geldi ama bu analoji ne kadar uygun olacak bilmiyorum; Fotoğraflarımızı terlikler, içerik yönetim sistemini de akıllı bir köpek olarak düşünürsek terlik dolabında duran terliklerden ihtiyacımız olanı/olanları köpeğimize söylediğimizde bizim yerimize gidip dolaptan alıp getirmesine benziyor bu iş... Tabi ki köpeğimiz (içerik yönetim sistemimiz) ne kadar akıllı ve kolay eğitilebilir olursa ihtiyacımız olduğunda doğru terliklere ulaşmamız da o kadar kolay olacaktır... (Bu terlik-köpek analojisi çok hoşuma gitmedi ama daha iyisini bulana kadar -bulmak istiyor muyum ondan da emin değilim şu anda...- burada kalsın.)

Sonuçta bir süredir dijital fotoğraflarımı nereye arşivleyip hangi içerik yönetim sistemiyle en verimli şekilde onlara ulaşabilirim diye bakınıyorum. Arşivleme kısmına daha sonra gireceğim ama ilk kurcalamalarımı yapıp bugün itibariyle incelemeye/vakit ayırmaya değer bulduğum içerik yönetim yazılımların web siteleri ve deneme sürümlerini indirebileceğiniz linkleri aşağıda yazıyorum. Son derece subjektif hatta başlıktan da anlaşılabileceği gibi bir tekno-subjektif inceleme olacağı için seçeğim kriterler ve tav olduğum özellikler sadece beni bağlar böyle biline...

Bu arada söylememe gerek bile olmayabilir ama bahsettiğim çözümlerin şimdilik hepsi (Çoğu da diyebiliriz ileride) veritabanı yapıları ve genişleme olanakları itibari ile son kullanıcı ya da yarı-profesyonel kullanıcıların ihtiyaçlarını karşılayabilecek ürünler ve sadece tam fonksiyonlu, süre-kısıtlı tanıtım versiyonu olanları inceleyeceğim. Özetle, "Enterprise" ölçeğindeki profesyonel ihtiyaçları karşılayacak çözümler için yanıp tutuşuyorsanız bana yazın elbette ki her konuda olduğu gibi bu konularda da edecek bir kaç kelamım olacaktır.

İşte seçtiğim içerik yönetim çözümleri bunlar, araştırmaya devam ediyorum vakit ayırmaya değer başkalarını da bulursam listeye ekleyeceğim:

IMatch Image Management Tool
Üretici : Photools
Web Sitesi : http://www.photools.com/

iView Media Pro
Üretici : iView Multimedia
Web Sitesi : http://www.iview-multimedia.com/

Portfolio
Üretici : Extensis
Web Sitesi : http://www.extensis.com

17 Temmuz 2005

Tabii ki "Full Size" ...

Ve yeni lensim geldi... Tabii ki kendisi bir "Full Size" lens, artık geriye sadece full-size alıcılı D-SLR fotoğraf makinalarının ucuzlamasını beklemek -ve bunun için dua etmek- kaldı... Bir kaç yıl sonra yeni alacağım full-size D-SLR body'ye bu lensimi takıp 28-300mm'nin esas keyfine vardığımda geri dönüp bu yazıyı okuyacağım ve bu lensi aldığım için kendimle gurur duyacağım...

Yeni lensim bir Tamron AF 28-300mm F/3.5-6.3 XR Di... Fotoğraf gurularının "Yuh be böyle lens olur mu kardeşim ayrı ayrı bi 28-70mm bir de orta halli bir zoom lens alsaydın ya..!" dediğini duyar gibi oluyorum. Cevabım ise hazır "Wide-Normal lenslere bakınca f/3.5'dan daha aydınlık lenslere fiyat açısından yaklaşmak mümkün değil, o yüzden f/3.5'a razı olduktan sonra varsın zoom end'i 300mm olsun..!" Ayrıca, ışığın yetmediği yerlerde detaylardan biraz taviz verip saygıdeğer makro uzmanı, fotoğraf sevdalısı insan Orchidshunter'ın dediği gibi filme yüklenip ISO/ASA değerlerini arttırmak da mümkün oluyor D-SLR makinalarda...

Şu andaki makinam APS-C size bir alıcıya sahip olduğu için lensi 43-465mm (1.6x çarpanı) olarak kullanabiliyorum. Açıkçası özellikle kapalı mekanlarda wide end'de biraz daha geniş açkıya ihtiyacım oluyor, bunu da şimdilik 18-55mm kit lensi kullanarak kapatıyorum.

Özetle yeni lensim tam bir "Traveller Type" lens ve inanılmaz alan derinliği efekti ve zoom end'de özellikle konulara/subjelere çok yaklaşmadan/rahatsız etmeden fotoğraf çekme özgürlüğü veriyor...

Tamron sağolsun lensle ilgili güzel bir broşür hazırlamış, yaklaşık 1.1 MB ve sağ klikleyip "Bağlantıyı Farklı Kaydet / Save As Link" diyerek buradan indirebilirsiniz.

9 Temmuz 2005

Düşünmek *

"Huzursuzluktan kurtulmak için düşünmekten daha iyi birkaç yol vardır. Yaşadığımız sorunu kağıda dökerek ya da birilerine anlatarak onu daha bir net kavrarız. Kavradıktan sonra da, sorunun kendisini olmasa bile, bize sıkıntı veren yanlarını, bizde yarattığı kafa karışıklığını, şaşkınlığı ortadan kaldırabiliriz..."

*Epikuros'a göre, mutlu olmak için edinilmesi gerekenlerin listesi,
Bölüm 3'den (Düşünmek) alıntı.
Felsefenin Tesellisi, Alain De Botton
Sel Yayıncılık, 2004

30 Haziran 2005

The Future of Digital - Full Frame or APS-C?

Eğer bir D-SLR fotoğraf makineniz varsa ve şu aralar ikinci bir lens almaya niyetlendiyseniz vay halinize..!

Vay halinize diyorum diyorum çünkü zaten bilinen üreticilerin (Canon, Sigma, Tamron...) sunduğu seçenekler karar vermeyi zaten güçleştirirken şimdi bir de "Full Frame - APS-C Size" lens mevzusu çıktı ortaya...

Uzatmayayım özelte konu şu; Malumunuz Prosumer segmentinde satın yaklaşık 800-1200 USD aralığında satın alınabilen D-SLR makinaların üzerlerine düşen ışığı/görüntüyü sayıllaştıran ve klasik SLR makinalardaki filmin yerini tutan "alıcı"ların ölçüleri teknik, ekonomik ve piyasa koşullarından dolayı şu anda 35mm fotoğraf filmi karesinden daha küçük. Dolayısıyla SLR makineler için yıllardır üretilen lenslerin filme/alıcıya düşürdüğü görüntü 35mm fotoğraf filmi karesini kapsayacak kadar büyük. Ancak D-SLR makinelerde bu lensleri kullandığımız zaman -ki kullanılıyor zaten- SLR makinelerde görüdüğümüzden daha küçük bir çerçeve görüyoruz bu da lensin aynı açılarda SLR ve D-SLR makinelerde kullanıldığında farklı sonuçlar elde edilmesi demek.

Her neyse, aslında ortada bir sorun yok D-SLR kullanıcıları mutlu-mesut(!) SLR lenslerini kullanırken şimdi de lens üreticileri yukarıda bahsettiğim küçük alıcılı (APS-C Size) D-SLR makinalar için özel olarak üretilmiş lensleri patır patır piyasaya sürmeye başladılar.

E bundan sana ne -ve bize ne- diyebilirsiniz de mesele şu, yeni çıkan APS-C size lenslerden alırsak ve ileride prosumer D-SLR makinaların alıcıları 35mm film karesi ölçüsüne büyüse ne olacak..? Tabii ki elimizdeki lenslerle çektiğimiz fotoğraflar bri borunun içerisinden bakıyormuşuz gibi dört bir köşesi kapkaranlık olacak..!

Bu konuda Bob Atkins güzel bir yazı yazmış, aslında bir sürü insan yazmış da ben açıkçası bu yazıdaki öngörüleri anlamlı buldum.

20 Haziran 2005

"Yeni" Yeni Rakı



Tasarım alemlerinin doğal duayeni, örnek insan Mete Ahıska'nın ki kendisi dost meclislerinde Mete Dobushka diye de bilinir, Yeni Rakı'nın "Yeni" şisesini tasarlayan iki tasarımcıdan birisi olduğunu öğrendim..!

Tahminim odur ki kendisi bu iki kişilik takımda tüm mütevazi kişiliğiyle küçük rakı şişesini tasarlayan kişidir :) Malumunuz büyük rakı kendini bilmezlerin "Üç büyük içtim yine de birşey olmadı..." ve benzer had bilmez laflarıyla lüzumsuz bir içmece ölçüsü olmuşken küçük rakı tıpkı kendisi de mütevazı bir insan olan Mete Ahıska gibi keyif için içenlerin mütevazi tercihidir...

Konu ile ilgili olarak Mete Ahıska hakkında ve gıyabında atıp tutmayı kendilerine hak gören iki densiz siber karakterin diyaloğu ise az önce şu şekilde gerçekleşmiştir:

Martin Mystere : Abi milenyumun İhap Hulusi'si diyebilir miyiz Mete Ahıska için..?
Ogo : Hehe
Ogo : Abi geleneksel rakı içicilerinin yureğine su serpmek lazım.
Ogo : Bunu yapan da rakici muhabbetci adamdir diye !

Yeni Rakı'nın üreticisi Mey A.Ş.'nin konu ile ilgili basın duyurusuna bu linkten ulaşabilirsiniz...

17 Haziran 2005

Microsoft Windows XP RAW Viewer

Microsoft, dijital fotoğraf makinesi kulllanıcılarına büyük kıyak yapmış. Hatırlarsınz RAW formatının ne kadar fevkalade birşey olduğuna dair burada ahkam kesmiştim. Birkaç gün öncesine kadar Windows XP işletim sistemi RAW dosyalarını third-party yazılımlar olmadan okuyamıyordı. Microsoft'un yukarıda bahsettiğim kıyağı ise Windows XP için yayınladığı RAW Viewer uygulaması oldu. Bu eklentiyi kurunca Windows Explorer'da RAW imajlarınızı thumbnail olarak görebiliyor, üzerine klikleyince tıpkı Windows Picture and Fax Viewer kullanır gibi açabiliyorsunuz.

Windows XP için RAW Viewer eklentisine buradan ulaşabilirsiniz, sonra demedi demeyin 50 MB civarında bir dosya...

15 Haziran 2005

Statü Endişesi | Alain de Botton

Bu kitap, hepimizin içini kemiren ancak pek nadir ifade edebildiğimiz bir korkuyu su yüzüne çıkarıyor: Başkalarının bizim hakkımızda ne düşündüğü korkusu. Başarısızlığımızın toplum tarafından acımasızca yargılanacağı hissi. Bir başka deyişle bu kitap, evrensel bir endişeye, statü endişesine ayna tutuyor.

...

Kitabı okuyanlar, belki yıllardır ruhlarını kemiren statü endişesinden arınmış olacaklar.




Üstteki paragrafı tahmin edebileceğiniz gibi kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısından aldım. Beni tanıyanlar tanıtım yazısında "arınma" sözü veren bir kitabı nasıl aldığımı merak etmişlerdir çünkü bu tür kitapları alanlara bir kamyon laf edip dalga geçerim sürekli...

Bir süre önce hafif.org'da fil'in Statü Endişesi hakkında yazdığı ve kitabın yazarının sunuculuğunu yaptığı belgeselinin de olduğuna dair yazıyı okuyunca bu kitabın ve yazarın ismini nereden duydum diye düşündüm ve sanırım bu kitabı alacak olmam kaderime o an yazıldı.

Kaderime yazıldı diyorum çünkü hayatımın belli -daha çok keyifli- dönemlerinde bazı kitaplar bana kitapçı raflarından, gazete yazılarından, arkadaş sohbetlerindeki cümle aralarından göz kırpar ve konusuna, yazarın adına, kapak tasarımına takılıp kendisini bana mutlaka satın aldırır. Bu durum çok da sıkça başıma gelmez ama geldiği zaman da bu kitaplar yüzünden okuma planlarım alt üst olur elimdeki kitapları bırakır başka hayallere, dünyalara dalarım.

Statü Endişesi de kitabın adını ilk okuduğum andan itibaren beynimin bir kenarında ama her an ortaya çıkıp beni al dercesine kendisine bir yer buldu ve daha sonraki günlerde gazetelerde kitaba yapılan göndermeler ve kitap eklerindeki eleştirileri de okuyunca "Tamam..!" dedim kendi kendime "Bu kitabı almalıyım artık...".

Ve itiraflar... Kitabı önce her zaman gittiğim kitabevinde biraz evirip çevirince arka kapağında yukarıda alıntıladığım yazıyı okudum ve son cümledeki "arınma" lafını görünce kendime bu tür bir kitabı almayı yediremeyip onu cezalandırırcasına raflardaki yerine koydum ve rastgele -ve hala okumadığım- bir kaç tane kitap alıp çıktım. Öyle ya, ben böyle "Hayatın kullanım kılavuzu" kıvamında kitaplar okuyan biri değildim ki, mazallah bu kitabı alsam yarın bir gün gider " 40 günde kendi sevilen insan olun" filan gibi abuk sabuk kitaplar da alırdım... Pamuk ipliğine baplı bu iç dengemi sarsmadığım için kendimi iyi hissettiğim bir kaç gün geçirdim bu kitap almama günümden sonra... Ve fakat başta da dedim ya bu kitabı alacağım kaderime yazılmıştı ve bir kaç gün sonra ıvır zıvır şeyler sipariş etmek üzere girdiğim ideefixe.com'dan kitabı satın alıverdim...

Her neyse, kitap beraberindeki ıvır zıvırla birlikte bir kaç gün içerisinde geldi ve okunmayı bekleyen kitaplar arasında densizce en üst sıraya yerleşti ve bir kaç günlük karşılıklı bakışmadan sonra kendisini okutturmaya başladı...

Evet kitabı okumaya başladım ama bu aşamada "Statü Endişesi" ve kendimden bahsetmek istiyorum. Kitabın adını ilk gördüğüm andan okumaya başladığım zamana kadar kendime "Ulan bende kesin statü endişesi var... Etrafıma bakıyorum, sevdiğim ve hala yakınımda olmasını istediğim insanlarda da var... Sürekli ne oluyoruz ve ne olacağızı konuşuyoruz" şeklinde tespitler yapmaya başladım. Kitabı alana kadar kendime "İleri düzeyde statü endişesörü" teşhisi koymuştum bile..! (Teşhişin adı bana ait, henüz latince bir isim uyduramadım bu yüzden literatüre girmesi biraz gecikebilir.)

Tekrar kitaba dönüyorum... Bir kere önce yazarından bahsetmek lazım galiba; Alain de Botton, 1969 İsviçre doğumlu ama İngiltere'de yaşayan bir kardeşimiz, arkadaşımız... Arkadaşımız diyorum çünkü bu şahış gelse şurada üç beş gün kalsa karışık pizzalarımızı yedikten sonra irmikli pudingimizi yesek ardından da kaju yerken biralarımızı içsek kesin çok yakın arkadaş oluruz kendisiyle...

Genç olduğu için bazı yabancı eleştiri sitelerinde (Bookmarklarımı da sahip olduğum diğer herşey gibi son derece düzensiz sakladığım için bahsettiğim bu siteleri bulamadım, adları neydi hatırlayamadım ama google'dan search edip bulmuştum. Tekrar bulayım dedim ama üşendim, bu aşamada sadece yemin ederek yazıya devam etmek istiyorum; Valla var öyle siteler, oorda okudum bunları!) tecrübesiz ve çok fazla alıntı yaparak kendisinden hiçbir şey katmadan yazan bir yazar hatta derlemeci olduğundan bahsediliyor.

Gerçekten de bu eleştirileri okuduktan sonra geriye dönüp baktığımda kitapta çok fazla alıntı olduğunu gördüm ancak okurken bunun beni hiç rahatsız etmediğini farkettim. Belki de bu tür kitapları pek okumadığım için bana değişik geldi ama yazarın tarzı bana okurken bir kitap okuyormuşum değil de sürükleyici bir televizyon programı hatta belgesel izliyormuşum izlenimi uyandırdı. Bunu şikayet olarak söylemiyorum, bu kadar alıntıyı kolay okunur bir kurgu içerisinde yoğurmak hiç kolay değil, hele hele konuları sadeleştirerek bu kurgu içerisinde sunmak gerçekten zor iş bence... Bunları düşünürken kitabın belgeselinin de çekildiğini hatta sunuculuğunu da yazarın kendisinin yaptığı geldi aklıma ve kişisel web sitesine göz atınca aslında Alain de Botton'un televizyon programcılığına da hiç yabancı olmadığını gördüm. Bu çok alıntılı, çok girdili ama sadeleştirilmiş anlatım ve kurgu benim kafamda televizyon içeriği üretimiyle çok örtüştü, bu konuda kitabı okuyan diğer insanlar ne düşünüyor merak ediyorum açıkçası...

İçeriği gelelim yavaş yavaş; Kitap "Statü Endişesinin Nedenleri" ve "Çözümler" olmak üzere iki bölüme ayılmış. Ben endişemin nedenleri olarak "Beklenti" , "Meritokrasi" ve "Güven" başlıklı alt bölümleri benimsedim kendimce, bunlar teşhisimi doğrulamama yardımcı oldular :) Kitabın nedenlerin anlatıldığı ve konuya ait temel bilgilerin verildiği ilk bölümünde fazla bahsetmeyeceğim, söylediğim gibi kolay okunan bir kitap, alınız, okuyunuz...

Kitabın "Çözümler" başlıklı ikinci bölümü oldukça ilginç ve statü endişesi meselesini bir yana bırakırsak başlı başına bir kitap olabilecek ilginçlikte beş alt başlık içeriyor; Felsefe, Sanat, Politika, Hıristiyanlık, Bohemlik...

De Botton, statü endişesine teselli ararken çok ilginç birşey yapıyor bence; Özellikle felsefe, sanat ve bohemlik başlıklı bölümlerde mizahi tarzıyla felsefe hakkında düşünmeye gizli davetler çıkarıyor, son birkaç yüzyılı kasıp kavuran sanat akımlarına ve sanatçılara bambaşka bir bakış açısı getiriyor. En karmaşık ve kafa karıştırıcı eserleri yaratan sanatçıların temel dürtüsünün statüye başkaldırmak olduğundan bahsediyor... Bohemlik başlıklı alt bölümü bu anlamda özellike keyifli bulduğumu söylemeden geçemeyeceğim.

Enteresandır ve belki de doğaldır, sonunda statü endişesine bir çözüm getirmiyor ve belki de getiremiyor. Ancak kitabı bitirdiğimde kendimi statü endişeme çare arayan biri olarak değil felsefe okumayı ihmal etmiş ve biraz yoğun bir okumayla boşluğu doldururken bir yandan da kreatif üretim yapabilirse kendisini çok daha iyi hissedecek biri olarak buldum...

Yazı gitgide uzuyor, elimde birkaç kitap daha var onlara da zaman ayırmak istiyorum o yüzden daha fazla uzatmayacağım ama burada bahsettiğim kitaplarda içeriklerinden bağımsız olarak beni etkileyen şeylerden de mutlaka bahsetmek istiyorum. İçeriklerinden bağımsız derken, içeriği ayrı bir şekilde değerlendirip yazının bir kısmını da kitapların kapak tasarımlarına ve yazım, basım, sunuş tekniklerine de ayırmak istiyorum.



Statü Endişesi'nin Türkiye'de Sel Yayıncılık tarafından gerçekleştirilen baskısında orijinalinden farklı ve Gökçen Ergüven tarafından yapılan bir kapak tasarımı kullanmış. Öncelikle grafik tasarım olarak bu kapağı çok beğendiğimi söylemem gerek, kitabın adı ve -okuduktan sonra- içeriğiyle de örtüşen bu tasarımın sunuşu ve kompozisyonunu da çok başarılı buldum.

Daha fazla uzatamayacağım, sabah da erken kalkmam lazım ama yazmadan da geçmek istemedim. Okuduğum kitaplarda yazarın tarzı ve anlatım kurgusu dışında anlatılan konuyu/hikayeyi daha kolay anlamamı sağlayan şeyin aslında doğru "bölümlendirme" olduğunu farkettim. De Botton'da kitabını bölümlere, alt bölümlere ve daha alt bölümlere bölmüş ve okurken açıkçası anlatılarları daha kolay algılamama oldukça yardımcı oldu.

Kapak tasarımı konusunda birkaç şey daha yazmak istiyordum ama gözlerim kapanmak üzere. Hatta yazının girişinde bahsettiğim, kitabın tanıtım yazısında geçen "arınma"nın aslında bir ironı olduğundan yazarın diğer kitapları ve yazdıkları hakkındaki söyleşilerinden alıntılarla söz etmek istiyordum ama belki daha sonra eklerim buraya...



Statü Endişesi'ni Ideefixe'den satın almak için:

Statü Endişesi
Alain De Botton
Sel Yayıncılık


American Idol Rejects Perform

Videoaki beyaz gömlekli elemanın kıvamına geldiğim an bu iş tamam demektir. Hangi video, hangi gömlek mi..? İşte bu : American Idol Rejects Perform

9 Haziran 2005

"Studium ve punctum ve ..." ve sonrası...

İş, güç, hayat, koşturmaca derken yazacaklarım birikti deyip duruyorum ve fakat baktım da yazdıklarıma yapılan yorumları ya da gelen mailleri de ihmal ediyormuşum bir süredir...

Gandy.Phoebus, "Studium ve punctum ve ..." başlıklı yazıma çok güzel bir yorum yazmış, buradan paylaşmak istedim;

Camera Lucida'nın tamamını okumuş değilim, ancak studium ve punctum'a dair pasaj hala aklımda...

Bu iki fotoğraf ve ilişkili yorumlar, operator ve spectator'un aynı kişi olması durumunda daha da değer kazanıyor. Zaten aklımı meşgul eden -ve bu sayfayı bulmamı sağlayan- nokta da, operator'un punctum'unun, eserde 'kristalleşip' studium'a dönüşüp dönüşmediği...

Sonuçta, bu fotoğrafları çekmeye iten öğeler tesadüfi olmadıkları gibi, başka spectator'lara da bir imge, bir anlam, bir his iletebiliyor. Yani o 'mahrem' punctum, fotoğraf aracılığıyla evrensel bir dilde paylaşılabiliyor.

İlginçtir, bu fotoğraflardaki öğeler bana da yabancı değil. Gerek ODTÜ Bahar Şenlikleri, gerek Mimarlık'ın önündeki o 'anıt', çocukluğuma dair ipuçları taşıyor. Ancak ben hala -Barthes'ın değişiyle- punctum'umun dile geleceği 'satori'yi bekliyorum...


Gandy.Phoebus'un sürekli ziyaret edilesi blogunun adresi de budur bu arada: http://gandyphoebus.blogspot.com/

Derggi

Yazacak mevzular birikti ama bugün şans eseri girdiğim bir linkte çok enteresan bir siteyle karşılaştım... Hemen buraya not edeyim de unutmayayım dedim kendi kendime, işte bu :

http://www.derggi.com/

20 Mayıs 2005

En İyi 40 ...

En iyi 40 yönetmen mi..? Buradan alalım sizi o zaman : Guardian Unlimited Film

2 Mayıs 2005

Saraybosna

Zındırzımba'dan...

Baktım da, Saraybosna gezisi ile ilgili bir yazı yazma teklifi
neredeyse 5 ay olmuş. Bugün seyrettiğim 2004 yapımı, Godard'ın
Müziğimiz (Notre Musique) filmi kafamda daha net bir Bosna imajı
oturtunca hadi tuşlayayım birşeyler dedim.

Bu gezi fikri nasıl çıktı derseniz açıklayayım. 2004 yazı başlarında,
yurtdışında bir yerlere yaz tatiline kaçma fikri belirdi. Tek başıma,
sırt çantamla rastgele bir gezi olsun diye planladım. Ve tabii ki vize
derdi olmayan bir yer nereler olabilir diye baktığımda en yakınlarda,
Bosna-Hersek, Hırvatistan, Makedonya ve Arnavutluk seçenekleri
belirdi. Hırvatistan'ın Bosna-Hersek'le komşu olması dolayısıyla bu
iki ülkeyi kapsayan küçük bir rota belirleyip, bileti alıp uçtum. İlk
defa yalnız başına seyahat etmenin tedirginliğiyle Saraybosna'ya
indim.

Şehrin tamamen turistik özellikleriyle ilgili halim tüm gezi boyunca
devam etti. Daha derinlerde birşeyler olduğu hissi ne yazık ki buraya
dönüp daha detaylı araştırıp, okuyunca belirginleşti. Bu şehrin en
önemli özelliği, umut bağlanan bir toplumsal proje olan "Avrupa
Birliği" rüyasının çökmeye mahkum olduğunu gösteren bir simgeye
dönüşmüş olmasıydı. Avrupa'nın ortasında farklı dinlere ve köklere
sahip insanların bir arada kaynaşmış bir şekilde yaşamalarının, kanlı
savaşlar ve vahşetlerle artık olanaksız hale gelmesi, çok kültürlü
toplumsal yaşam formlarına duyulan özlemin paramparça olmasına yol
açmıştı. Şehirde savaşın izleri ve insanların sessiz kinleri ve
kayıtsızlıkları, ülkesinde savaşı bire bir yaşamamış şanslı bir
yabancı için fazla birşey ifade etmiyordu. Kendilerine, meraklı
yabancılarca sorulan "siz, dinleri farklı, aynı kandan gelen, aynı
dili konuşan insanlarsınız. neden böyle oldunuz?"gibi sorulara oldukça
öfkelendiklerini fark etmemek olanaksızdı. Evet, "kardeş kardeşi
öldürmedikçe savaş savaş olmuyor". Ortada oldukça karmaşık bir
toplumsal sorunlar yığını durmaktaydı. Güney Slavlarının diğer Avrupa
etnik grupları gibi tek çatı altında birliğe dönüşmesi pek kolay
olmamıştı. Habsburg, Rus ve Osmanlı etkinlik bölgelerinin kesiştiği bu
coğrafya, kısa ama güzel bir düşü yaşayıp, travmatik acılarla
dağılmışlardı.



Tabii ki bu zenginliği ve onulmamış yaraları her köşede hissetmek
mümkündü. Çok kültürlü bir şehirde en hızlı yeşeren şeyin sanat
olduğunu fark ediyorsunuz. Eski Yugoslavya'dan tanınan nice
müzisyenin, sinemacının, edebiyatçının Saraybosna kökenli olmasının
nedeninin bundan kaynaklandığını anladım. 400.000 nüfuslu bir şehirde
rast geldiğim film festivali, yaşadığım 4 milyonluk şehrin değme
festivalinden daha kalabalık ve renkliydi. Ülkenin dili olan
Sırp-Hırvat dili, benim gibi bilgisi Simoviç, Veselinoviç ağzıyla
yapılan futbol yorumlarıyla sınırlı olan kişiler için başta bıyık
altından gülümseten bir detay olabiliyor. Bol sessiz harfler kullanan,
Rusça'ya yakın olan bu dilde bir kaç şey söylemenin pek de zevkli
olduğunu zamanla fark ediyorsunuz.

Tabii yemeklerden bahsetmemek olmaz. Özellikle "Cevapcici" denilen,
inegöl köftenin orjini olan köfteyi yerseniz daha önce yediklerinizi
her açıdan "azaltılmış numune" olarak rahatça niteleyebilirsiniz.
Spiral şekilde tavaya yerleştirilen ve kömür ateşinde pişirilen boşnak
böreği "Burek" 'te mutlaka tadılması gereken lezzetlerden. Bir süre
sonra her şeyin bizim topraklardan oraya gittiği inancınız zedeleniyor
ve Osmanlı kültürü çatısı altında nice şeylerin paylaşıldığı ve oradan
oraya taşındığı gerçeğini anlayabiliyorsunuz.



Biraz da erkek gözüyle izlenim paylaşayım meraklısına. Bosnalı kızları
nitelemek için en başta slav kökenli olduklarını belirtmek gerek.
Güney Slavları denilen kökene mensup bu bireyler tahmin edilebileceği
gibi çoklukla kuzey slavı akrabaları Ruslar ve Ukraynalıların endamına
sahipler ve bir ya da bir kaç ton daha koyular. Hatta türbanlı kızlar
bile insana nasıl bir dönüp dönüp bakma hissi yaratır, anlatılmaz
yaşanır. Bir çoğu için çember sakal bırakıp, haşemayla denize girmekte
tereddüt etmeyeceğimi de belirtmek isterim. Çok mu sıcakkanlılar,
yumuşak başlılar derseniz orada tereddüt ederim. Biraz çaçaron ve eli
maşalı halleri olduğunu hissettim.



Eh bu yazı fazla uzayıp gitti; bağlayayım artık sonunu. Neticede
güzel memleket, yeşil memleket. Fiyatlar ucuz, insanları eğitimli,
ahlaklı; Türklere ne kıllar ne de yalakalar. Yakın batımızda renkli
bir coğrafya keşfetmek isteyenlere tavsiye olunur.

28 Nisan 2005

Baba Zula ve "Tam Ortası"nda olmak...

Geçen Cumartesi gecesinden beri kıvranıyorum yazmak için ama bir türlü bilgisayarın başına oturmak mümkün olmadı ama geçen bir hafta içerisinde gittiğim Baba Zula konserinden karşıma çıkan herkese bahsettim sanırım...

Açıkçası şans eseri dinlediğim bir kaç şarkısı dışında Baba Zula hakkında pek bir şey bilmiyordum ama konser performanslarını izleyince şok olduğumu söylemeden geçemeyeceğim.

Neyse, uzatmadan o geceden biraz bahsetmek istiyorum; Keyifli dostlarla gittiğimiz konserde önce Kör Talih adlı grup sahneye çıktı ve tabiri caizse bizi Baba Zula'ya hazırladı şarkılarıyla... Hazırladı diyorum çünkü kendi tabirleriyle "Fatih'in Çarşamba semtinden çıkan" bu grup Ney'le zenginleştirilmiş, klasik rock grubu enstrümanlarıyla kendi şarkılarını -bence- çok iyi performansla sergilediler.

Ardından sahnedeki enstrümanlar bir anda değişti, bateri ortadan kayboldu darbuka ortaya çıktı ve grup üyelerinin ardından sahneye boynunda elektro sazıyla Murat Ertel atladı... Atladı diyorum çünkü bir anda elektro saz ve diğer enstrümanların sesiyle Murat Ertel'in aynı anda sahnenin her köşesinde seyircilerin gözlerinin içine bakarak szını -ve daha sonra gitarını da- çalması şarkıların güzelliğine -ve ilginçliğine- güzellik kattı... Yine Murat Ertel'in gruba eşlik eden dansözle yaptığı enteresan danslardan bahsetmek lazım ama hangi sözlerle aktarabileceğimi bilmiyorum, aşağıdaki resim bu danstan bir kare ama dansözün sadece yeşil tavus kuşu kanatlı köstümü hayal meyal seçilebiliyor arkadan...



Bu arada Murat Ertel, Türk Grafik Tasarımı'nın en önemli isimlerinden Mengü Ertel'in oğluymuş... Mengü Ertel, atölyelerinden yetiştirdiği tasarımcılar ve grafik tasarıma getirdiği farklı yaklaşımlarla tanınıyordu.



Kör Talih'in ardından Baba Zula'nın sahneye çıkması için hazırlıklar sürerken çalan oryantal şarkı sırasında iki dakika önce çalan yabancı parçalarla dans eden kırmızı kıyafetli kız birdenbire sahneye fırlayıp değme oryantallere taş çıkarırcasına dans etmeye başladı.

Şimdi, kimseye garip gelmeyecek bu olay bana bir süredir kafa yorduğum "Neredeyim(z)?" sorusunu aklıma getirdi ve batılı melodilere göre dans ederken müziğin değişmesiyle bir anda kıvrak oryantal melodilere göre şekillenen kırmızılı kızı seyrederken şunu düşündüm; "Tam ortasındayız..."

Bu tam ortasında olmakla ilgili olarak Baba Zula'nın albümlerini daha dikkatli dinledikten sonra bir yazı daha yazmayı düşünüyorum, yine aynı konuya kendi "Tam ortasın"dan bakanlarla ilgili birkaç kitap da okudum bu arada, onlardan da teker teker bahsedip sonunda kendi "Tam orta"mın ne olduğuna ulaşabileceğim sanırım...

Başucu Albümlerimden Seçmeler:
- Led Zeppelin / Led Zeppelin III / Out of The Tiles
- Led Zeppelin / Led Zeppelin III / Since I've Been Loving You

19 Nisan 2005

Studium ve punctum ve ...

Camera Lucida'yı okuduğumdan beri karşıma çıkan fotoğraflara bir de Barthes'ın gözüyle bakarken buluyorum kendimi ve bu akşam üstü kitaba tekrar göz atarken yıllar önce çektiğim birkaç fotoğraf geldi aklıma...

Her iki fotoğrafın da arkasına 1994'ün Mayıs ayında çekildiğine dair not düşmüşüm, hatırladığım kadarıyla Odtü'de Bahar Şenliği zamanı idi. Hala çok sevdiğim ve o zamanlar sahip olduğum en kıymetli eşyam olan fotoğraf makinemle, ucuz olduğu için bana hesapsızca deklanşöre basma özgürlüğü veren, ama bir o kadar da kalitesiz olduğu için berbat bir kontrast ve çiziklerle dolu Rus malı siyah-beyaz negatiflerle çektiğim fotoğrafları yine ucuz olduğu için karanlık odada dilediğimce savurganlık yapmama olanak sağlayan ama -yine- bir o kadar da kalitesiz olduğu için kontrast yoksunu baskılar gerçekleştirdiğim Bulgar malı fotoğraf kağıtları ile sürekli çektiğim fotoğrafları basıp keyifli günler geçiriyordum. Keyifli günler diyorum çünkü şimdi hatırlayınca bile o zaman aldığım keyfi hissediyorum...



O günlerde çektiğim neredeyse her fotoğrafın negatifi duruyor ve şans eseri bu ikisinin baskılarını da saklamışım ama az önce bahsettiğim Bulgar malı ucuz fotoğraf kağıtlarının karakteristiklerini taşıyor her ikisi de; Küçük boyutlu, kalın, dokulu ve kontrastı yüksek, büyük boyutlu, ince, dokusuz ve kontrast mı..? O da ne..?

Her iki fotoğrafı da olduğu gibi, hiçbir değeri ile oynamadan tarayıp koydum buraya, vaktim olursa negatiflerinden iyi birer baskı alacağım ve gerçek tonlama değerlerinin anlaşılabilmesi için belki onlarla değiştiririm ileride...

Birinci fotoğraf Bahar Şenliği için -yanlış hatırlamıyorsam- Balkan ülkelerinden birisinden -ki o günlerden bu yana Balkanlar'ın haritası bile aynı kalmadı o yüzden hangi ülke olduğunu da hatırlayamadım şimdi...- okula gelmiş bir folklor ekibinin dans gösterisine ait... Baskı -ister istemez- berbat olduğu için fazla anlaşılmıyor, dans eden kalabalık bir grup içerisindeki bir çift ve gösteriyi izleyen insanlar var etrafta...

Bu fotoğrafı yıllar sonra hatırlamama sebep olan şey ne..? Dans ederken fotoğraf makinemin saniyenin -belki de- beşyüzde birinde inen perdesinin maharetiyle filmin üzerinde donup kalmış çift mi, hızla oğlanın etrafında dönen kızın şapkasının yana doğru savrulurken havada donup kalmış püskülü mü..? Yoksa arkada bu gösteriyi izleyen kalabalıkta yüzlerdeki -evet hatırlıyorum, herkes gülümsüyordu- gülümseme mi..? İzleyicilerin arkasından kafasını uzatan uzun boylu çocuk mu yoksa benimle aynı yıllarda bu okulda okumuş olanların hemen hatırlayacağı ve hemen hemen her gösteride en önde yer alan, o zamanlar kültür işleri müdürü olan ve şimdi adını hatırlayamadığım hanım mı..?

Sanırım hiçbirisi değil çünkü bunlar Barthes'ın kitabında kendi örneklerinden yola çıkarak anlattığı gibi benim için sadece studiumdan ibaret... Üzerinde çok kafa yormuyorum, gerçekten de kendi gözlerimle görebildiğim herşey benim için studiumun bir parçası çünkü fotoğraftaki punctumu farketmem epey bir zaman sonra oldu. Bahar Şenliği bitmiş, fotoğrafları belki bir hafta belki birkaç ay sonra basmıştım, hatırlamıyorum... Bir gün arkadaşlarla oturup sohbet ederken ve yine her zamanki gibi fotoğraflar, çizimler ortalıkta iken kız arkadaşlarımızdan birisi ilk defa gördüğü fotoğrafa bakıp "Aaaa! Bu kız bu oğlana aşık!" dedi... Sanırım bu fotoğraftaki punctum buydu, üzerinden zaman geçmesine rağmen tasvirinden bile anlaşılan bir aşk hikayesi...

...

Diğer fotoğraf ise bence daha karmaşık, grafik denge, Bulgar malı fotoğraf kağıdının harika :) kontrastı ve daha pek çok şey hakkında konuşulabilir ama bunların da hepsi studiumdan başka bir şey değil... Buradaki punctum karedeki en baskın iki grafik öğenin taşıdığı anlamsal zıtlık galiba...


17 Nisan 2005

Understanding Digital Raw Capture | Bruce Fraser

Dijital fotoğraf makinesi almaya niyetlenen arkadaşlara diğerlerinden biraz daha pahallı olan ve sadece jpeg gibi sıkıştırılmış görüntü formatlarında değil de raw formatında işlenmemiş görüntü bilgisi de kaydeden makineleri almalarını önerince "Ne gerek var ki biz sadece anı fotoğrafları çekiyoruz..." yanıtını almaya alıştım onlara ama bir türlü anlatamadığım şey şu; Raw dediğimiz ve fotoğraf makinesinin gözü olarak düşünebileceğimiz elektronik alıcıdan işlenmemiş olarak alınan görüntü verisi aslında kimyasal filmler negatifleri (ya da pozitifleri) ile aynı şey..! Yani başka bir deyişle raw formatında kaydeden bir fotoğraf makineniz yoksa aslında işlenmemiş, ham görüntü diyebileceğimiz negatifleriniz de yok demektir....

Biraz karışık oldu galiba ama bu durumu şöyle de somutlayabiliriz; Diyelim ki bildiğimiz kimyasal filmlerle bir fotoğraf çektik ve aynı kareyi bir kaç farklı fotoğrafçıda tab ettirdik. Deneyenler varsa bileceklerdir, elde edeceğimiz baskıların hepsi pozlama ve ton derinlikleri açısından farklı olacaktır. Kiminde çektiğimiz fotoğraftaki gökyüzü masmavi görünürken kiminde gri-mavi görünecektir... Bu farklılık fotoğrafçıların kimysasal filmlerden fotoğraf kağıdına baskı alırken yaptığı ya da yapmadığı ayarlardan kaynaklanıyor. Benzer şekide sadece jpeg gibi formatlarda resim kaydı yapan makinelerde de sayısallaştırılmış görüntü bilgisini jpeg formatına dönüştüren elektronik mekanizmaların insafına kalmış durumdayız. Oysa raw olarak kaydedilen görüntülerde raw görüntü dosyalarına filmin negatifi, bilgisayarlarda kullanacağımız raw işleme yazılımlarına da fotoğraf baskı laboratuarı dersek, kendi fotoğrafımızın baskı (ya da diğer formatlara dönüştürme) ayarlarını kendimiz yapabiliyoruz ve sonuçta ürettiğimiz fotoğraflardaki tüm görüntü kontrolleri elimizde oluyor...

Bu konuda bir kaç kitaba ulaştım ve okumaya devam ediyorum ama en özet ve anlaşılır biçimde Photoshop ile gönüllere taht kurmuş :) Adobe firmasının web sitesinde Bruce Fraser tarafından yazılmış olan Understanding Digital Raw Capture başlıklı yazıyı okumanızı tavsiye ederim.

16 Nisan 2005

Camera Lucida | Roland Barthes

"Yaşam küçük yalnızlık darbelerinden ibarettir..."

Bir süredir -yine- aldığım kitapların ilk sayfasına o günün tarihini yazıp küçükk notlar ekliyorum. Roland Barthes'in Camera Lucida'sının ilk sayfasına 2 Nisan 2005 tarihini atmışım, hemen altına ise şunu eklemişim : Kar yağıyor..!

Yanılmıyorsam 1998 ya da 99 yılıydı ve devam ettiğim yüksek lisans programında sanırım o zamanki dekan N.Teymur'un "Cultural Meanings of Modern Design" -dersin adından da emin olamadım ama sanırım böyle birşeydi...- dersinde üzerinde konuşulmak üzere ödev verilen ilk kitaptı Roland Barthes'ın Çağdaş Söylenleri... O zamanlarda verilen ödevleri zamanýnda yapmama rahatlığı içerisinde dersten çıkınca hemen kitabı almış ama zamanında okumadığım için bir sonraki derste yapılan keyifli tartışmaya sadece seyirci olarak katılabilmiştim. Birkaç hafta önce yeni kitaplar almaya gittiğim kitapçıda Roland Barthes'in Camera Lucidasını görünnce ilk aklıma gelen bunlar oldu ve kitabı alıp eve gelince kitaplığımda gecikmiş bir ödev-okuma olarak Çağdaş Söylenleri aradım ama bulamadım. Sanırım geçen bunca yıl içerisinde kitabı şimdi hatırlamadığım birine verdim ya da belki şimdi beni hatırlamayan biri aldı ve okudu -umarım okumuştur o her kimse...

Camera Lucida için kitabın ilk sayfalarında çevirmen Reha Akçakaya "...Fotoğrafın ne olduðu sorusuna yanıt ararken, fotoğraf ile ölüm arasındaki ilişkiyi de ortaya çıkarmıştır Barthes." diyor... Gerçekten de Barthes'in fotoğraf ile ölüm arasında kurduğu ilişki çok etkileyici ama kitabı okuduktan ve üzerinden geçen bir iki haftadan sonra beni esas etkileyenin Barthes'ın kitabı yazarken gösterdiği bireysellik olduğunu düşünüyorum. Yazılarında en baştan itibaren fotoğraf üzerine söylenebilecek tüm beylik lafları bir yana bırakıp belki de olabilecek en subjektif şekilde beğendiği ve beğenmediği fotoğraflar ve kendi deneyimlerinden yola çıkarak kendine has cevaplar koyuyor ortaya fotoğrafın ne olduğuna dair.

Kitabı yayınlayan Altıkırkbeş Yayınevi'nin alıntılarla ilgili olarak kitabın künyesinde yazdığı "Tanıtım" alıntıları konusunda ölçüyü kaçırmak istemiyorum ama paylaşmadan geçemeyeceğim, Barthes kitapta portre fotoğraflarında footğrafı meydana getiren kuvvetleri o kadar net tanımlıyor ki;

"Portre fotoğrafı kapalı bir kuvvteler alanıdır. Burada dört görüntü repertuvarı kesişir, birbirine karþı koyar, birbirini çarpıtır. Mercek önünndeki ben, aynı anda: Olduğumu sandığım, başkalarının olduğumu sanmalarını istediğim, fotoğrafçının olduğumu sandığı ve fotoğrafçının sanatını göstermek için kullandığıyımdır."

Barthes'ın fotoğraf hakkındaki arayışı sadece kendi deneyimleriden hareketle çıkardığı sonuçlar ile kalmıyor, camera obscuradan Camera Lucida'ya geçişte kitap içerisinde bu sonuçları da formüle ediyor.

Özetle yıllar sonra tekrar başladığım fotoğraf üzerine okumalar için iyi bir başlangıç oldu Camera Lucida, sırada 6-7 yıl gecikmeli de olsa Çağdaş Söylenler var...


Camera Lucida, Fotoğraf Üzerine Düşünceler
Roland Barthes | Altıkırkbeş Yayınları