21 Aralık 2005
Aslını Görmenin Keyfi | Erhan Karaesmen
Picasso ile Stravinsky'nin kendi dallarında evrensel ölçekli geniş ufuklar açışlarındaki benzerlikler, uzunca dönemler tartışılmış ve yorumlanmıştır. Resimde ''Les Desmoiselles d'Avignon'' çok değişik ve hınzır bir şeylerin başlayışının işaretiydi. Müzikte ise Ateş Kuşu-Petruşka dizisiyle gelişip ''Bahar Ayini'' ile doruğuna ulaşan benzersiz değişimcilik oyunu hâlâ hayranlıkla anımsanmaktadır.
Sabahleyin orkestra konserinde Stravinsky dinleyip öğleden sonrasında Picasso' ları görmeye gidiyorsunuz. Hele bir gün öncesinde de Dubuffet' leri görebilme şansını bulmuşsanız, hiç eksikliğiniz yok. Bunlara mekân oluşturarak, İstanbul çok hoş bir tablo çiziyor.
Medyatik tüketimsel unsurlarla çok fazla hamur oluşu günümüz İstanbul'u için haklı yakınmalara yol açabiliyor. Ancak, tüketim merakının sanatsal-kültürel düzlemlere de yansımasının sonucu olarak değişik bir istemcilik doğabiliyor. Böylece Picasso yapıtları, Dubuffet resimleri, aynı dönemde İstanbul'da buluşabiliyor. Aslında her iki serginin de ileri düzeydeki meraklıları tam tatmin etmesi söz konusu değil. Dubuffet'de baskı ürünü gravürler büyük çoğunlukta. Tuval resimlerinin sayısı epeyce az ve bunlar da büyük Dubuffet'yi tam anlatmaya yetmiyor. Özbeöz torununun düzenleyiciliğini yaptığı Picasso sergisi ise desen, tabak çanak (ve bu arada Pablo Usta'nın önemli bazı resimlerinin replikası olan, ama ciddi bir sergi için epeyce hafif kalan duvar halıları) ağırlıklı olmuş. Büyük Picasso'nun asıl güçlü özelliklerini tanıtmaya yarayacak yağlıboya renkli tuvaller ise özel koleksiyonlardan ve muhtemelen biraz da aile arşivlerinden yararlanarak bir araya getirilmiş, evrensel sanat değerlendirmesi ölçütleriyle konuşursak daha ziyade vasat düzeyde bir yapıtlar topluluğunu ortaya koymuş bulunuyor. (Ancak, büyük ustanın bilinegelen benzersiz bir çizme rahatlığını ve desen gücünü yansıtan gençlik dönemi desenlerinden bir bölümü yine de dikkat ve hayranlık çekici.)
Sanat yapıtının biricikliği
Batı ülkelerinde öteden beri sanat-kültür dünyasının destekçiliğini zevk sahibi varlıklı insanların yaptığı bilinir. Kentsoylu toplum katmanının sanatsal yaratıcılığa ve etkinliğe epeyce bir anlayarak ilgi gösterişinin yanı sıra bunların arasından varlık durumu daha uygun olanların maddi destekçiliği benimsediği de uzaktan takdirle izlenir. Bizdeki iş dünyasının bazı kesimlerinde de benzer bir sahipleniciliğin ortaya çıkışı ilginç bir gelişmedir. 'sponsorluk' falan gibilerden bir toplumsal kültürel işlevin ortaya çıkışına tanıklık edilmeye başlanıyor. Bu destekçilik ve benimseyiciliğin geniş kapsamlı uluslararası sergileme işlerini de gündeme alışı memnuniyet verici bir olay. Böylece eksiklere, gediklere karşın Picasso ve Dubuffet İstanbul'a hoş gelmiş oluyorlar.
Bu vesileyle, bir plastik sanat yapıtının aslını görmenin önemi ve keyfi üzerinde biraz durabilme fırsatı yakalıyoruz. Kitap basılarak çoğaltılır; sinema filmi zaten çoğaltıldıktan sonra defalarca gösterilme mantığına göre hazırlanmıştır. Müzik sanatının yapıtları, radyo-televizyon, plak-CD ve en son yayın sistemi olan bilgisayar aracılığıyla dinleyicinin ve tüketicinin kulağına iletilir. Oysa plastik sanatların ürünü olan resim ve heykel, sadece bir tanedir. Klonlamayı düşündürtebilecek türden modern yöntemlerin falan da sanat eserinin bu ''biricik'' liğini ortadan kaldırması olanak dışıdır. İzleyicinin bunu en azından kafasında canlandırabilmesi için reprodüksiyon tekniklerinden, fotoğraf dünyasının olanaklarından yararlanılmasına çalışılır. Ancak, aslı birkaç metrekare yüzeylere yayılmış bir büyük yapıtı, meraklısı bir izleyici için, kitap ya da kartpostal boyutunda bir fikir vericiliğe indirgemek aslında çok yetersiz kalıyor. Öte yandan, heykel olayındaki üç boyutluluğun bir küçük resim sayfasına sığdırılarak anlatılabilmesi çok zordur. Buna göre bir plastik sanat ürününün o tek, tekil, biricik olan aslını görebilmenin ne denli önemli olduğu ortaya kendiliğinden çıkıyor.
İşlenmeden dışa vurulmuş imgeler
Hatası ve sevabıyla birlikte iki önemli çağdaş sanatçıdan toplamda iki yüzü aşkın yapıtın asılları birkaç aylığına el altındadır. Gidiniz; görünüz onları. Elinizle dokunmasanız bile, ruhunuzla okşayın bu yapıtları. Büyük Picasso'nun, henüz on beş yaşındayken gürleyerek dışa vuran dehasını sergileyen Barselona'daki o nefis müzeden gelmiş birkaç gençlik yapıtının önünde diz çökünüz.
Picasso sanat dünyası dışında da çok bilinen, popüler ve medyatik bir şöhrete sahipti. Buna karşılık, Dubuffet, sadece sanat dünyası insanlarının bildiği ve yücelttiği bir büyük adamdır. Kendisine varsıllık sağlayan şarap ticaretini bırakıp kırk küsur yaşından sonra resim sanatına gelmiş bir otodidakttır Jean Dubuffet. Geçen yüzyılın ortalarında çağdaş sanatın tüm oyunlarının oynandığı ve tüm kurallarının yerleştiği varsayılan bir dönemde tüm anlatım yöntemlerine karşı çıkmayı becerecek müthiş bir beyin gücüne ve entelektüel birikime sahipti. Doğadan ve insanın içinden fışkırdığı gibi hiç işlenmemiş (brüt) haliyle dışarı vurulmuş imgelerin şiirsel bir sentezinin peşindeydi. (Dubuffet'nin o olağanüstü Paris-Georges Pompidou sergisinin, hayranlık dolu izlenimlerini, bir yazımızda Cumhuriyet okurlarıyla paylaşmış olduğumu anımsıyorum.)
Buna karşılık Picasso ile ilgili olarak çeşitli dillerde bol miktarda yazma, konferans ve TV söyleşilerinde konuşabilme fırsatı bulmuşumdur. Kendisini etten kemikten, kısa süreli bir rastlaşma çerçevesinde de olsa, tanımış bulunmanın onur verici ve zevkli anısını hep içimde yaşatmışımdır. Bundan önceki dönemlerde sadece birkaç deseniyle de olsa, Picasso yapıtlarının Türkiye'de sergilenişinde okurlara ''gidiniz görünüz'' mesajları veren bir şeyler yazdığımı da hatırlıyorum. Medyatik ve güncel olayların peşinden bir çeşit vazife gibi koşan İstanbul insanlarının adı çok geçen bir yerde bulunma dürtüsüyle Emirgan'daki köşkün salonlarını dolduracağından emin olunabilir. Tümü gerçek sanat meraklısı, resimden anlayan kimseler olmayabilir. Az sayıdaki daha iyi niyetli meraklıların ise hele daha önce asıllarını hiç görmemişlerse, bu kadar çok Picasso'nun İstanbul'da duraklamasından büyük mutluluk duyacağı kesindir. Yazıya Stravinsky ile girmiştik. Metnin sonunda da Stravinsky-Picasso yakınlığının altını çizelim. Bu iki dâhinin kendi dallarında evrensel ölçekli geniş ufuklar açışlarındaki benzerlikler, uzunca dönemler tartışılmış ve yorumlanmıştır. Resimde ''Les Desmoiselles d'Avignon'' çok değişik ve hınzır bir şeylerin başlayışının işaretiydi. Müzikte ise Ateş Kuşu-Petruşka dizisiyle gelişip, 'Bahar Ayini' ile doruğuna ulaşan benzersiz değişimcilik oyunu, üzerinden yüzyıla yakın zaman geçtikten sonra, hâlâ hayranlıkla hatırlanmaktadır. Bu çok büyük adamların anılarına derin saygıyla...
18 Aralık 2005
The Movies
Imagine you could make any movie you wanted to. Imagine you could pluck someone from obscurity and make him or her the hottest star in Tinseltown. Imagine that you had control of an entire movie studio, competing with others to create a string of box office smashes. Imagine being able to use your judgement alone, deciding whether success lies with epic action pictures or lots of low budget, hammy 'B' movies.
İnanamıyorum..! Sıkıntıdan kendime oynamak için yeni bilgisayar oyunları ararken galiba dünyanın en enteresan -ve kuvvetle muhtemel en güzel- oyunlarından birini buldum; The Movies.
Özetle oyun şu; 1925 yılından başlayarak 2005 yılına kadar geçen zaman çizgisi üzerinde yönetmen, yetenek avcısı da ya da prodüktor olarak bir film stüdyosu kuruyor ve film üretiyorsunuz. Ürettiğiniz filmlerle para kazanıp, yeni filmler yapıyorsunuz. Yani tam anlamıyla bir "Film Prodüksiyon Simülasyonu"!
Oyundan görüntüler de inanılmaz güzel üç boyutlu sahneler içeriyor, tabi bu da oyunu oynamak için oyun canavarı bir bilgisayara ihtiyaç duyulacağı anlamına geliyor.
Ben koşarak oyunu bulmak üzere ufukta kayboluyorum, oynadıktan sonra daha ayrıntılı yazacağım ama o zamana kadar bekleyemem diyenler Fatih Tiryaki'nin TrGamer'daki "The Movies" incelemesini okuyabilirler.
Bu arada The Movies'in oyun tasarımcıları arasında en önde gelen isimlerinden ve "God Games" tabir edilen tarzın (Black&White mesela..) babalarından birisi olan Peter Molyneux oyunu olduğunu da söylemek lazım. Yani artık Sid Meier öldü -ki ben hala Pirates oynuyorum- yaşasın Peter Molyneux..!
Linkler :
The Movies Official Site
Lionhead Studios The Movies Site
15 Aralık 2005
Güneş Kafalı Adamlar
"Önceleri ne Ay ne de Güneş varmış.
İnsanlar havada uçar dururlarmış.
Uçarken de çevrelerine ışık saçarlarmış."*
Sır adamlar, göğe uçan kuyruklu insanlar, kozmik yolculuklar, bedensel başkalaşımlar. Atlas'ın Aralık sayısında Servet Somuncuoğlu'nun fotoğraflarıyla süslediği "Şaman İzler, Saymalıtaş, Orta Asya'daki Bilinçaltımız" başlıklı yazıyı görünce aldım dergiyi. Orta Asya figürlerine olan merakım aslında çok da eskiye gitmiyor, Mehmet Siyah Kalem hakkında burada yazalı da çok fazla olmamış ama Pagan ritüelleri ve Şaman törenleri hep ilginç geldi bana...
Somuncuoğlu'nun gezi yazısı Kırgızistan'ın Tanrı Dağları'nda 3 bin 500 metredeki bir vadideki granit taşlara oyulmuş Saymalıtaş kaya resimlerinden bahsediyor. Ya da resim değil, "Petroglif" demek daha doğru galiba; Petroglif yazı öncesi dönemin yazı dili imiş..?
Konu çok ilginç ama yazıyı pek doyurucu bulmadım açıkçası, yazar ortam ışığının değişkenliği ve kayaların parlak yüzeyleri nedeniyle fotoğraf çekmenin zorluğundan da bahsetmiş ama bir türlü Saymalıtaş'da olduğumu canlandıramadım gözümde...
Yazıyı okurken, aslında daha çok yüzyıllar önce kayalara kazınmış şaman figürlerini -üçgen formlu hayvanlar, kuyruklu ve güneş kafalı insanlar, gamalı haç, yılansı boynuzlar, ejderhalar ("Acırğa" lar), gezegenler(?), spiraller ve çiftleşen(!) insanlar - incelerken bir süre önce seyrettiğim ve Gobi Çölü'nde yaşayan bir Moğol aile ile ilgili belgesel olan "Ağlayan Devenin Öyküsü"nden bir sahne geldi gözümün önüne; Çölde yaşayan aileler dua etmek için çıplak bir yükseltinin tam ortasına diktikleri bir direğe mavi -ki maviyi doğadan elde etmek ne zordur- kumaş parçaları bağlayarak paganist bir tören yapıyorlar;
Biz Moğollar doğaya ve onun ruhlarına saygımızı sunuyoruz,
Bugün insanoğlu, hazineleri için yeryüzünü alt üst edip duruyor,
Bu yüzden bizi kötü havalardan ve hastalıklardan koruması gereken ruhlar kaçıyor. Yeryüzünde yaşayan son nesil olmadığımızı unutmamalıyız.
Şimdi bağışlanmak için dua edeceğiz,
Böylece ruhlar geri dönecek.
...
Sonuçta kafa karıştırmaya gerek yok, herşey net; Doğaya saygımızı sunuyoruz, güneş kafalı adamlar gökyüzünde uçuyor ve günler geçiyor şu hayatta...
Ve bu yazının özeti şu aslında; Güneş kafalı bir adam olup -tercihen- kedi bedeninde gökte dolaşmayı istiyorum şu anda diğer şamanlarla...
* Gecename, Altay Türk Efsanesi
14 Aralık 2005
Vega | Hafif Müzik
İşte böyle mecbur günlerden bir sonraki mecbur gündü bugün... Müzik kanallarında bu aralar sürekli yayınlanan Vega'nın "Serzenişte" adlı klibini seyredince haberim oldu grubun "Hafif Müzik" adlı yeni albümünün yayınlandığından. Ve bu mecbur günün kaçışı da Vega oldu tabi, öğleden sonra kaçıp aldım "Hafif Müzik"i...
Klip ve albümün grafik tasarımını çok beğendim, bir iki kelam etmek isterdim ama sanırım az önce bunu yapmayı daha sonraya erteledim kendi kendime. Müziğine ise bence diyecek birşey yok, grubu dinleyenler bilirler; Beğenen zaten beğeniyordur.
Neyse yani özetle albüm alındı, hemen itina ve tabii ki ITunes'un yardımı ile en kalitelisinden (Tabii ki 320Kbps) Mp3'e dönüştürülerek iPod'umun hafızasında Vega şarkıları için özenle ayırdığım silikon hücrelere depolandı ve keyifsiz beklemeler ve keyifli yolculuklarda dinlenmek üzere yerini aldı.
"Serzenişte" zaten çok güzel bir şarkı, "Elimde Değil" ve "Yok" da ilk dinleyişte beğendiklerim oldu bakalım biraz daha dikkatli dinleyince favori listem değişecek mi? Ha bir de "Ankara" diye bir şarkı var, adı üzerinde işte; "Ankara"...
Link:
Ideefixe : Vega | Hafif Müzik
8 Aralık 2005
Mavi Ay
Mavi Ay'ın angi yıl(larda) yayınlandığını hatırlamıyorum ama televizyon dizilerinin pek kıymetli olduğu çocukluk yıllarıma doğru geriye dönüp düşününce "Atlantis'den Gelen Adam" ve "Kökler" ile birlikte ilk aklıma gelen üç diziden biri oldu. Deniz aktiviteleri ile olan yakınlığımı düşününce Atlantis'den Gelen Adam'ın bende pek iz bırakmadığı ortada, Kökler dersek zaten hayal meyal hatırlıyorum ama tekrar seyredince Mavi Ay'ın ve özellikle şımarık oğlan çocuğu kıvamındaki cevval hafiye David Addison (Bruce Willis) karakterinin üzerimde fevkalade etkisi olduğunu farkettim. Şimdi denilebilir ki; O kadar dizi, o kadar uçan kaçan adam gibi karakter varken bu zibididen mi etkilendin o çocuk kafanla..! Ama insan beyni böyle birşey, hangi reseptörleri kapatıp hangi bilgiyi ne kadar saklayacağımız konusunda pek bizimle ekip çalışmasına yatkın olduğu söylenemez, o genelde tek başına çalışıyor... En azından benimki öyle...
Tabi dizide bir de "Maddie Hayes (Cybill Shepherd)" müessesesi var ki, bir kadın nasıl bu kadar entersan bir güzelliğe sahip olabilir yıllar sonra yine bilemedim..! Ve fakat vurgulamadan da yapamayacağım, dizinin ilk yayınlandığı yıllarda hiç farketmemiştim ya da en fazla çocuk kafamla "Yahu kadın nasıl böyle ışıl ışıl bakıyor" filan demişimdir ki dizide Cybill Shepherd'in sadece ve sadece tek başında olduğu kadrajlarda adamlar yıldız filtre denen görüntüyü yumuşaklaştırıp, ışıkları dağıtan bir filtre kullanmışlar ve bu yüzden Maddie Hayes öyle melek gibi ışıl ışıl görünüyormuş yahu..! Boşuna demiyorlar televizyona aptal kutusu diye, işte kutu işte aptal... Yani ben..!
Neyse, bu yaştan sonra yapacak birşey yok, bari iyileşene kadar Mavi Ay'ın diğer bölümlerini de izleyeyim de en azından David Addison'un kötü alışkanlıkları varsa üzerimde etkili olan onları tespit edip kurtulmaya çalışayım!
iMeeting
Bugün katıldığım ve yaklaşık bir buçuk saat süren toplantıda düşündüm bunu... Toplantı odasına girilse, herkes toplantının başlama saatinde kendi iPod'unun kulaklıklarını kulağına taksa ve toplantı bitene kadar yüksek sesle istediğine istediğini söylese..? Nasılsa herkesin kulağında kendi kulaklığı var, herkes istediğini söylebilirken istediğini de dinleme özgürlüğüne sahip olacak böylece!
Evet bu kanun hükmündeki kararname bugün yürürlüğe girdiğine göre bundan sonra saatlerce sürecek toplantılara daha rahat katlanabilirim, yeter ki toplantıdaki herkesin kulağında beyaz kulaklıklar olsun...
Prag*Prague*Praga*Praha ha ha!
Prag serisi, Prag üzerine Türkçe bir blog ile devam ediyor;
Prag*Prague*Praga*Praha ha ha!
"ve Çek Cumhuriyeti ve ondan şundan bundan"
6 Aralık 2005
Opel Astral Time Traveller
Bir Alman, bir Fransız ve bir Türk'den oluşan grubumuzun ilk şaşkınlığı atlatması uzun sürmedi çünkü inanılmaz bir yağmur yağıyordu. Kısa bir süre sonra kısa çöpleri çeken Alman ve Fransız arabayı itmeye başladılar, ben de içeride arabayı "Second gear..! Nowww!" sesleri arasında çalıştırmaya uğraşıyordum.
Her neyse sonuçta araba çalıştı, bir Alman, bir Fransız ve bir Türk'den oluşan ideal fıkra ekibi olarak yeni maceralara doğru yola çıktık ve bu mevzu ertesi gün birkaç gülüşmeden sonra unutuldu.
Unutuldu ama arabanın aküsü bittiği için orta konsoldaki sayısal saat ve tarih göstergeleri de sıfırlandı. Yani aslında saat sıfırlandı demek daha doğru çünkü tarih göstergesi 1 Ocak 1997'ye döndü.
Kol saati kullanma gibi bir alışkanlığım olmadığı için hemen arabanın saatini ayarladım ama tembelliğimden tarihe dokunmadım o gün...
Ve dün tarih göstergesine baktığımda 11 Ocak 1997'yi gösterdiğini farkettim, akü macerası da ilk anda aklıma gelmediği için acaba arabam bir tür zamanda seyahat gemisine mi dönüştü diye düşündüm..? Ancak önce aynadan kendime ve ardından cep telefonumun tarihine bakınca kendime geldim ve akü bittikten sonra tarihi ayarlamadığımı hatırladım! Ve bir an düşündükten sonra iyi ki ayarlamamışım dedim kendi kendime; Çünkü iki gündür arabaya binince tarihe bakıyorum ve tam o olarak o gün nerede olduğumu ve neler yaptığımı hatırlamaya çalışıyorum! Başarılı olabiliyor muyum..? Henüz gün bazında değil ama dönemsel anılar getirebiliyor beynim geçmişten bu tarafa ama denemeye devam edeceğim tabi, zamanda yolculuğun kolay olduğunu kim söyledi ki zaten..?
1 Aralık 2005
Ve...
Ve hayat... Hergün yavaşça ve pür dikkat geçtiğin yollar ve virajlardan saatte yüzkırk kilometre süratle geçmek...
Ve alkol... Keyifli dostalarla geçen akıllı sohbetler ve ardından yapayalnız son sürat eve -aslında hiçbir yere- dönerken hayatını kurtaran trafik işareti...
Ve yalnızlık... Sadece trafik işareti, annen ve birkaç eski dost -sadece en en en eskiler- ağlar büyük ihtimalle ardından...
28 Kasım 2005
Depeche Mode | Precious
Shouldn't know suffering
I wish I could take the pain for you
If God has a master plan
That only He understands
I hope it's your eyes He's seeing through
Things get damaged
Things get broken
I thought we managed
But words left unspoken
Left us so brittle
There was so little left to give
I pray you learn to trust
Have faith in both of us
And keep room in your hearts for two
Sürekli dinliyorum... Dinliyorum ve mırıldanıyorum bir dua gibi...
20 Ekim 2005
Shri Live & Burhan Öçal
Dün gece izlediğim "Shri Live & Burhan Öçal, Ritim Ustalarının Buluşması" konserinden bahsediyorum. Kalıptan çıkma bir cümle olacak ama yine de yazacağım; Shri Live, zaman zaman Burhan Öçal'ın da katılımıyla inanılmaz bir gösteri sergiledi. Gösteri diyorum çünkü izlediğim şey bir konser değildi özellikle Shri Live'ın vokalisti Rags ve tabii ki Shri'nin performanslarını düşününce.
Ancak "Doğal/Hakiki Entellektüel" Sayın Zındırzımba'nın da tespit ettiği gibi Burhan Öçal ile Shri Live'ın beraber sergilediği performans için iyi demek pek de mümkün değil açıkçası, ayrı ayrı değerlendirdiğimizde hem Shri Live hem de Burhan Öçal inanılmaz keyif verdi ama beraberlerinde -belki de dün geceye has- bir kan uyuşmazlığı vardı...
Shri Live'den "Son yıllarda İngiltere başta olmak üzere tüm Avrupa'yı etkisi altına alan Asya Kültürü'nü günümüz standartlarıyla buluşturan..." ve benzeri süslü birçok cümleyle bahsediliyor. Ortada bir kültür buluşması gerçekten var, Shri beslendiği kültürünü batılı grup arkadaşlarıyla inanılmaz keyifli bir şekilde sundu konser boyunca ama grubun iki vokalisti ilgimi çekti en çok: İnanılmaz bir sahne hakimiyeti olan -sanırım İngiliz- Rags, Hint kıyafetleri ve rahatlığıyla "Batı"nın "Doğu"dan duyduğu heyecanı, Batılı kıyafetler içindeki Hintli vokal Hema Jani ise ürkek tavırları ve acılı/yanık/ürkek ama çok daha etkileyici sesiyle "Doğu"nun "Batı"ya öykünmesininin göstergesi gibiydi...
Ve son olarak şunu düşündüm; Maalesef "Müzik kulağı" denilen şeye sahip değilim, kafamın her iki yanında yapışık duran iki şeye olsa olsa en fazla sıradan iki "İnsan kulağı" denilebilir. Ben bile bu müziği dinlerken bu kadar heyecanlanıyorsam, müziğin teorisini bilenler/müzik kulağı olanlar ya benim duyamadığım sesleri de duyuyor, kulağımdan kaçan ayrtıntıları da yakalıyorlarsa..?
Kıskanıyorum...
19 Ekim 2005
Uyuşmak
Akşam Gazetesi'nde Serdar Turgut'un Orhan Pamuk'la yaptığı ropörtajdan alıntı.
Love Her Madly | The Doors
Don't ya need her badly
Don't ya love her ways
Tell me what you say
Don't ya love her madly
Wanna be her daddy
Don't ya love her face
Don't ya love her as she's walkin' out the door
Like she did one thousand times before
Don't ya love her ways
Tell me what you say
Don't ya love her as she's walkin' out the door
All your love
All your love
All your love
All your love
All your love is gone
So sing a lonely song
Of a deep blue dream
Seven horses seem to be on the mark
Yeah, don't you love her
Don't you love her as she's walkin' out the door
All your love
All your love
All your love
Yeah, all your love is gone
So sing a lonely song
Of a deep blue dream
Seven horses seem to be on the mark
Well, don't ya love her madly
Don't ya love her madly
Don't ya love her madly
Dinliyorum : "Stoned Immaculate: The Music of The Doors"
12 Ekim 2005
Alçak Uçuş
Kahramanımız tek motorlu Cessna 400 otomobili ile alçaktan uçarken kendisine gökyüzünde Çin ejderhalari ve balik figürleri çizerek uçan kuş sürüleri ile akşam yemeği olarak tarla fareleri arayan yalnız şahinler eşlik etmektedir.
Henüz ikiyüz gram kavrulmuş fındık içi yenecek kadar mesafe gidilmişken uyku açıcı birşeyler içmek ve yolun anılarını hatırlamak üzere mola verilmiştir.
8 Ekim 2005
Amat | İhsan Oktay Anar - Sonrası...
Ve bu halsizlik ve yarı uyku halinde yapılan yanlışlar suratına buz haline getirilmiş kocaman bir kartopu gibi patlayıp da bir an için nefessiz bırakınca "Kendimi tutmalıydım ama aldığım ilaçlar beni sersem gibi yapmıştı!" diyerek hastalığın arkasına sığınılmaya çalışılacak ama artık geçip gitmenin vakti geldiği de sonunda anlaşılacaktır.
İhsan Oktay Anar'ın tüm kitaplarını okudum, bir önceki yazımda da yazdığım gibi Puslu Kıtalar Atlası için okuduğum en iyi kitap diyebilirim. Ardından yayınlanan Kitab-ül Hiyel'i de benzer bir keyifle okudum ama Efrâsiyâb'ın Hikayeleri'nden aynı keyfi almadığımı söylemeliyim.
Amat'ı nasıl bir heyecanla gidip aldığım ve okumaya başladığım malum, aynı heyecanla da bitirdim. İlk sayfaları geride bıraktığımda yıllar önce (1990 ya da 91 yılı olsa gerek..?) Metin Kaçan'ın Ağır Roman'ınını okuduğumda hissettiklerimi düşündüm. Metin Kaçan, Ağır Roman'da sadece karakterleri değil anlatıcıyı da olayların geçtiği bağlamın diliyle konuşturmuştu. Kitabı okurken buna önce çok şaşırmış, ama yazarın inanılmaz akıcı anlatımı ve hikayenin sürükleyiciliği karşısında anadilimin daha önce hiç duymadığım kelimeler ve cümlelerle bu alternatif kullanımına ilk sayfalardan sonra alışmıştım.
Anar'da Amat'da Kaçan'ın Ağır Roman'daki tarzına benzer şekilde çıkyor karşımıza; Nefessiz bir denizcilik jargonuyla okuyucuya çoğu zaman açıklama yapma gereği bile duymadan hikayesini anlatıyor ve kahramanlarını konuşturuyor. Kitapları okurken olayların geçtiği mekanları, kahramanları, detayları hayalimde canlandırma ("Hayalimde somutlama" daha iyi tanımlıyor bu durumu aslında...) alışkanlığımdan olsa gerek itiraf edeyim önce biraz zorlandım. "Rüzgar yıldız tarafından eserken orsa çeken iki fırkateyn, yelkenlerini istinga etmiş ve burnu güneydoğusuna dönük olan Amat'ın kemere hattında, beş gomina kadar açıktaydı." cümlesinin betimlediği nasıl bir resimdi, "orsa çekmek, istinga etmek, kemere hattı" ne demekti ve "beş gomina" ne kadarlık bir mesafeyi tanımlıyordu? Kısa süren bir tereddütten sonra kendimi hikayenin akışına bıraktım, bir masal okuduğumu düşünerek Anar'ın cümlelerinden kendi resimlerimi çizdim kafamda, sonuçta beş gomina dediğin şey bir gominanın beş katıydı :)
Hikaye
Gelelim hikayeye... Amat'ı bir cümlede nasıl anlatabilirim diye düşünüyorum kitabı bitirdiğimden beri, mesela "Ölümsüzlük hakkında bir roman" desem anlamlı olur mu ya da "Alternatif bir dinler efsanesi" denilebilir mi bilmiyorum. Anar kitapta İsrafil'den Nuh'a, Süleyman'dan Kırmızı Başlıklı Kız hikayesine pek çok gönderme yapıyor ve hikayenin tamamını deşifre etmek de bu yüzden biraz zaman alacak gibi görünüyor. Kitap daha yeni yayınlandığından olsa gerek, nette de hakkında tanıtım yazısı dışında pek birşey bulamadım (Aslında sadece Google Efendi'ye buyurdum o aradı). Bu noktada Ogo'nun ve kitabı okuyan ya da okumaya niyetlenen diğer arkadaşların izlenimlerini de çok merak ediyorum doğrusu...
Bu yazıyı yazdığımın ertesi günü Hürriyet Gazetesi Pazar Keyif ekinin "Kitap/Haftanın Yenileri" sayfasında Ayşe Gür'ün Amat ile ilgili olarak yazdığı tanıtım yazısına rastladım. Ayşe Gür de Amat üzerine konuşmanın zorluğundan bahsediyor;
"Yazarın diğer eserleri gibi bunu da anlatmak zor. Bu yazıyı yazmak için büyük bir hızla okudum romanı; Dönüp dönüp tekrar okuyacağımı biliyorum. Çünkü binlerce farklı şekilde okunacak romanlardan biri "Amat". Bir gemicilik ve deniz romanı gibi, bir Tevrat hikayesi gibi, bir semboller denizi gibi, bir macera romanı gibi okunabilir, kim bilir İhsan Oktay Anar'ı sevenler onu daha nasıl okuyacaktır. Ama kimseyi hayal kırıklığına uğratmayacaktır."
Kapak Tasarımı
Kitabın kapak tasarımı Suat Aysu tarafından yapılmış; Tüm kapağı önden arkaya saran kırmızı ağırlıklı doku ve arka kapakta bu dokuya yedirilmiş remil falı figürleri kaplıyor. Ön kapakta yukarıdan aşağıya yazarın adı, kitabın adında sonra ana figür olarak bir ambarlı kalyon minyatürü (1720, Sûrname) kullanılmış. Arka kapakta ise sadece tanıtım yazısı var.
Bir önceki yazımda da kullandığım kitabın ön kapağını kitap sitelerinde gördüğümde beğenmiştim ama kitabın kendisini evirip çevirdiğimde kitabın adının ve kalyon minyatürünün seçilen fonda kaybolduğunu farkettim. Belki de seçilen fonttan ama dün kitabı almaya gittiğimde, kapağı daha önce görmüş olmama rağmen raflarda pek de kolay bulmadım; Yazarın ve kitabın adı bence kolay okunamıyor/seçilemiyor.
Kapakta tek figür olarak kullanılan kanyon minyatürü ise bence çok doğru bir seçim olmasına rağmen arka fon içerisinde kaybolmuş, minyatürün perspektifsizliği içerisinde yazarın adı, kitabın adı, minyatür ve yayınevinin adından hiçbirisi kendisini öne çıkaramamış, fon-ön plan ilişkisi doğru kurulamamış.
Minyatür mü..?
Bunların ötesinde kapakta kullanılan minyatürü biraz daha yakından inceleyince bu sanat ile ilgili olarak da bir okuma planı yapmaya ve ardından da bir yazı yazmaya karar verdim; Bana hep ilginç gelmiştir, bir yandan resmin/tasvir etmenin din tarafından yasaklanmasına boyun eğip diğer yandan da biraz da ulemâyı kandırırmışcasına tamamen insanın dünyayı algısına aykırı bir resim teorisi yaratıp, -bence- inanılmaz güzellikte ve son derece naif, bebeksi yüzlü adamlar olarak resmedilen orduların kanla kazanılmış zaferlerinin kağıda dökülmesi... Seçilen renkler, perspektifsizlik ve tıpkı Anar'ın yaptığı gibi kenardan köşeden göndermeler (Örneğin Kanunî Sultan Süleyman'ın cenaze töreninin tasvir edildiği minyatürde Mimar Koca Sinan'ın gözlerden uzak bir köşede mezar için ölçü alması gibi) bu yasak-savmak üzere tasarlanmış kurallarla yapılan resimlere bakan izleyicilere tıpkı bir masal okur gibi kendi hayal güçlerini kullanıp resimlenen olayları kendilerince tasvir etme şansı veriyor gibi geliyor bana.
Ve Bir Tavsiye
Ve minyatürler, Kanunî, Mimar Sinan demişken işte bir kitap tavsiyesi daha; Mimar Sinan, Kanunî dönemi ve İstanbul'un silüetinin nasıl tasarlandığına, Mihrimah Sultan Camii ve bir sanatçının/yaratıcının aşkını nasıl ifade ettiğine dair geçmişle bugün arasında gidip gelen müthiş bir roman. Yazarken bile tekrar okumak için heyecanlanıyorum..!
Işıkla Yazılsın Sonsuza Adım, Mehmet Coral
Doğan Kitap, 2001
"Bir gün mutlu padişahın başmimarı olan Abdülmennan oğlu Sinan, güçsüz bir ihtiyar olunca, tarih sahifesinde ad ve şan bırakarak, hayırlı duayla anılmasına vesile olmak üzere, kırık kalpli, değersiz, düşkün olan bu duacı Sai'den, nazım ve nesir olarak, hatıralarını yazmamı dilediler. Elinden geldiğince, bana büyük bir huzur ve sevinç kaynağı olan bu kırık ezgili armağanı hazırladım..."
"... Sinan'ın hacimlerinde yarattığı sessiz şiirin dizelerinde arıyorum, kuracağım yeni dünyanın sütunlarını. Yapıtlarında zamanı durdurur. Sinan. Anı yoktur o mekanlarda. Zamanı geriye doğru sayamazsın. Çünkü kavramsal olarak mevcut değildir. Hiç olmamıştır..."
Mimar Sinan'ın romanı... Tarihin ateşinde yanan kahramanların, koşut kurguyla, günümüzden geçmişe dek uzanan kozmik bir çizgide gelişen olağanüstü serüveni... Umarsız bir aşk ve şaşırtıcı bir son...
(Arka Kapak)
6 Ekim 2005
Amat | İhsan Oktay Anar
"Olağanüstü" dünyaların yaratıcısı İhsan Oktay Anar yine, tarihin gizemli sayfalarını aralayan, adeta masalsı; ironik ama derin felsefi anlamlar yüklü, şaşırtıcı, sürükleyici bir romanla çıkıyor karşımıza...
Aynalar, atlaslar, okunması yasak sır dolu kitaplar, savaşlar, gülleler, yeniçeriler... üç direkli, iki güverteli ve 58 toplu bir kalyonda ilâhî düzeni bozmaya meyyal bir kaptan, karanlığa ve kırmızı atlasa sarılı bir deniz seferi...
Kıyıda ise üç direkli, iki güverteli ve 58 toplu bir kalyon, o karanlıkta usturmaçalarını puta edip iskeleye palamar vermişti. Yelkenlerin sarılı olduğu serenler hisa edilmiş ve tez zamanda yola çıkacağını ilân için mizana direğine mavi bayrak çekilmişti. Esrarengiz adam, kalabalığı yarıp elinden tuttuğu İsrâfil'le iskeleden gemiye doğru yürümeye başladı. Kalyonun dikmesinin palangalarına asılan ve tıraka tutan gemicilere vardiyan, Yisa, sizi gidi sütü bozuk sünepeler! Yisa beraber! Varda ruhsuzlar! Varda! Bre aman! Laşka! Laşka!? diye feryat ediyor ve hurçların, sandıkların ve fıçıların ambarlara usûlünce istifine nezaret ediyordu. Güneşin doğmasına 7 saat kala esrarengiz adam, sürme iskeleden kalyonun çukur güvertesine çıkmak istedi. Fakat eline ne kadar asılırsa asılsın Eşek İsrâfil yerinden bir türlü kımıldamıyordu. O karanlıkta eline son bir kez daha asılıp Gel yâ mübarek diye nida eyledi. Bunun üzerine çocuk her nedense inat etmekten vazgeçti. Ne var ki, sürme iskelenin kayganlığından dolayı düşmemek için midir, İsrâfil'in kuşağına 40-50 yaşlarında, iri yapılı, sırma işlemeli siyah kaput giymiş biri yapışmıştı. İşte bu adam kuşağı bırakıp küpeşteye tutundu ve güverteye ayak bastı. Bunun ilâhi düzenin bozulması demek olduğunu hiç kimse bilmeyecekti.
(Arka Kapak'tan)
4 Ekim 2005
Gandy Phoebus | Blips
Ödev hazırlamak için ne kadar keyifli bir konu..!
Link:
Gandy Phoebus
2 Ekim 2005
Med-Cezir | Elif Şafak **
Elif Şafak'ın "Mahrem"i okuduğum en güzel roman olmadığı söyleyebilirim ama sıkılmadan okuduğumu hatırlıyorum bir de sonu ile beni şaşırttığını. Dolayısıyla yeni kitabı Med-Cezir'i almama sebep olan şey Elif Şafak okuru olmam değildi, her ne kadar gazetelerde söyleşilerini okumuş olsam ve "Bit Palas"ın enteresan tanıtım kampanyasını hatırlıyor olsam da Med-Cezir'i bunlar için almadım.
Med-Cezir'i en sevdiğim kitapçıdaki yeni kitaplar rafında farketmemi sağlayan şey kitabın adını desteklercesine sade ama çarpıcı bir şekilde tasarlanmış olan kapağıydı. Sürekli takip ettiğim kitap sitelerinde ya da gazetelerin kitap eklerinde kitaptan bahsedildiğine rastladığım hatırlamıyorum, içerisinde Eylül 2005'de yayınlandığı yazsada sanırım kitapçılara bile dağıtımı yeni yapılmış. İlk kez elime aldığım her kitaba yaptığım gibi Med-Cezir'in de önce ön kapağını, sonra sırtını sonra da arka kapağını dikkatle inceledim. Arka kapağında kitapla ilgili bir metin bulamayınca yine her zaman yaptığım gibi kitabı hafifçe ortasından kıvırdıktan sonra sayfaları önce doğru hızlıca çevirerek -ki bunu yaparken yeni kitap kokusunu içime çekmek çok hoşuma gidiyor- ön kapağın içinden başlayarak ilk sayfalara ulaşmak isterken kitabın bazı sayfalarının siyah renkte basıldığını farkettim.
Yazarın Aries, Radikal Kitap, Milliyet Sanat dergileri ve Zaman gazetesinde yayınlanmış yazılardan oluşan kitapta her yazının ilk sayfası siyah fon üzerine beyaz (renksiz) karakterlerle basılmış. Ve bu siyah sayfaların her birinin sağ üst köşesine bir Ay ya da daha doğrusu sırayla Ay'ın halleri (Hilalden dolunaya kadar...) eklenmiş.
İç sayfalardaki bu renk ve grafik tasarım oyunu kitabın üzerinde konuşulacakları "Kapak tasarımı"ndan çıkarıp "Kitap tasarımı"na getiriyor. İç kapak içerisindeki bilgilerden kitabın Semih Sökmen tarafından tasarlandığını öğreniyoruz. Daha önce de kapak/kitap tasarımı konusunun üzerinde konuşulmaya değer bir konu olduğundan bahsetmiştim ama Semih Sökmen Med-Cezir'de Türkiye'de basılan romanlarda pek de alışık olmadığımız ama görünce kitabın içeriğinden de ayrı olarak mutlaka kütüphanemde bulunsun diyebileceğimiz yeni bir algılama modu yaratıyor. Bu çok önemli çünkü bir anlamda artık yazarın ürününe bir kapak yapmaktan çok okuyucuya "yazarın ve tasarımcının ürünü" olarak bir kitap sunuyor.
Biraz araştırınca Semih Sökmen'in Metis Yayınları'nın kurucu ortağı olduğunu öğreniyoruz. Semih Sökmen kendi yayınevinde yayınladığı pek kitabın görsel ve teknik yönetmenliğini yapmış ama sanırım Med-Cezir'i farklı bir yere koyarsak kendisine de haksızlık etmeyiz.
Kitabın içeriğinden henüz bahsetmediğimden farkındayım çünkü kitabı okumayı bitirmeden tasarımı hakkında yazmak için sabırsızlandım açıkçası... Sürekli okuru olmadığımdan yukarıda da bahsetmiştim ama daha ilk birkaç yazıda bile Elif Şafak niye yazı yazdığını, dünyanın farklı noktalarında iç dünyası ve dış dünya ile ilişkilerini bazen alt cümlelerle zorlaşan ama okudukça kendine has anlatımı okuyucuya aktarıyor.
Kitaptaki yazılardan daha henüz yarısına bile gelmeden aktarmak istediğim pek çok detay -mesela bir şeylerden kaçılarak varılan ya da gün gelip de kendisinden kaçılan şehir ve devamı- ve Elif Şafak'ın Med-Cezir vesilesi ile öğrendiğim ilk kitabı "Kem Gözlere Anadolu" var ama Med-Cezir'in tamamını okuduktan sonra yazacağım.
* Med-Cezir, Elif Şafak
LXVII Med ile Cezir Arasında Bir Dem
Metis Yayınları, 2005
** Bu yazı yazıldıktan sonra edit edilmedi.
Link:
Metis Yayınları
1 Ekim 2005
Atmasyon Spekulatif : Uzayda sarapcilik ve turizm
29 Eylül 2005
"New version of me"
Ve fakat aslında dizi değil ilgimi çeken, açılış jeneriğinin şarkısı... Şarkının sözleri şöyle;
Can you become
Can you become
A new version of you
New wallpaper
New shoe leather
A new way home
I don't remember
New version of you
I need a new version of me
New version of you
I need a new version of me
Bu aralar izlediğim filmlerin, dizilerin müziklerini daha dikkatli dinlediğimi farkettim...
26 Eylül 2005
Motorola Homesight | Home Monitoring & Control System
Teknolojik ıvır zıvıra oldum olası bayılırım zaten, Motorola'nın "Ev izleme ve kontrol sistemi" Homesight'ın Türkiye'ye gelmesinden ümidi kesince bari bir yazı yazayım da içimde kalmasın dedim.
Güvenlik sistemleri pek çok kişinin kulağına sevimsiz gelecektir şüphesiz ama eminim -özellikle yalnız yaşayanlar- bir çok kez keşke ben evde yokken evimi izleyebilsem diye düşünmüştür. Olayı yalnız yaşayanlardan ve güvenlikten çıkaralım, farzedelim ki evde yaşlılar, küçük çocuklar ya da kedimiz, köpeğimiz var bunları biz evde olmadığımız zamanlarda izlemek, ne yaptıklarından haberdar olmak istiyoruz.
Bu durumda etrafımızda bu işlerden anlayanlara sorarsak hemen bir webcam önereceklerdir, artık çok ucuza satılan bu kameralardan bir ya da birkaç tane alıp hele bir de broadband (ADSL, Kablo...) internet bağlantımız varsa evimizi internet bağlantısı olan herhangi bir bilgisayardan izleyebiliriz.
Buraya kadar sorun yok, bir iki webcam, biraz kablo, bir bilgisayar ve/veya hub/switch ile işi hallettik. Ama iş kamera ile izlemekten öte uzaktan evin sıcaklığını, herhangi bir su baskını olup olmadığını, herhangi bir kapının açılıp açılmadığını ya da biz yokken sessiz sakin olması gereken köşelerde bir hareket olduğunda anlamak istersek..? Biliyorum bu söylediğim şeyler zaten sıradan bir güvenlik şirketine giderseniz hemen çözüm bulabileceğiniz şeyler ama ya bu işi en ekonomik ve güvenilir şekilde üstelik evi kablolar çekmek için delik deşik etmeden ve tek başımıza yapmak istiyorsak..?
İşte bu yazıyı yazmamın sebebi bu; Motorola, Homesight ürün serisi ile tüm bu ihtiyaçlarımıza cevap veriyor! Homesight serisinde ADSL ya da Kablo modemimize bağlanan bir kablosuz ulaşım noktası (Access point) üzerinden çalışan tümü kablosuz gece/gündüz kameraları, hareket ve kapı/pencere algılayıcıları, priz kontrol aparatları (Evet evet priz kontrol aparatı, yani ofisten çıkmadan çamaşır makinenizi çalıştırıp tam eve geldiğinizde yıkamamanın sona ermesini sağlayabilirsiniz!) ve alarmlar bulunuyor!
Tekrar ediyorum; Amerika'yı tekrar keşfetmiyor Motorola, son kullanıcıya giriş seviyesinde ekonomik ve teknolojik bir ev izleme ve kontrol sistemi sunuyor ve kendin-kur modeli ile aradaki güvenlik şirketi katmanını ortadan kaldırıp kablosuz ağ teknolojilerini kullanarak en kolay ve hasarsız kurulumu vaadediyor.
Bu kadar dil dökmemin sonucunda Motorola yetkililerinin blogumu ve bu yazıyı keşfedip kendilerine sağladığım bedava reklam karşılığında bana bir adet "Homesight Easy Start Kit" hediye etmesi için kendilerine 3 tam gün süre veriyorum, bu süre içerisinde onlardan ses çıkmazsa ben arayıp "Arkadaşım bu mamüller ne zaman gelecek memleketimize?" demeyi düşünüyorum. Hadi Motorola, süren başladı..!
Linkler:
* Motorola Homesight Site
* Experience Motorola Homesight
* See How People Are Using The Motorola Homesight
Bu yazıyı sonuna kadar okuduysanız bu linki mutlaka ziyaret edin, çeşitli kullanıcı senaryoları ve ev planlarında sistemin nasıl kullanıldığı çok güzel anlatılmış. Hatta mevcut kurulumlara yeni modüller eklenerek kaça malolacağı bile öğrenilebiliyor..! Bu arada benim favorim "Frank, The Traveling Salesman"
24 Eylül 2005
Ravallama, Moritz ve ...
New Orleans'dan Ankara'ya, Barcelona'dan Paris'e geniş bir harita üzerinde çeşitli kültürleri özümsemiş olmasıyla gerçek bir "Dünya İnsanı" olmaya hak kazanmış Ogo, atmasyonspekulatif.blogspot.com adresindeki blogunda yine müthiş keyifli fotoğraf ve yazılarıyla bizi değişik dünyalara sürüklüyor..! Özellikle Ravallama, Moritz ve Centre Georges Pompidou başlıklı/konulu son yazılarına göz atmayı sakın ihmal etmeyin..!
Bu arada fabrikasında kaynağından bira içmiş ve bir anlamda şerbetlenmiş olan ekibin içerisinde ben de vardım tabii ki! Kanaatimce söz konusu ekibin dünyanın dört bir yanına dağılmış olmasında bu şerbetin de etkisi vardır..!
The Wild Thornberrys Movie
"The Wild Thornberrys" Nickelodeon'da dizi olarak yayınlanıyormuş ama ben hiç seyretmemiştim. Uzun metrajlı animasyon filmi "The Wild Thornberrys Movie" son zamanlarda seyrettiğim en keyifli filmlerden birisi oldu.
Uzun metrajlı animasyon filmler denildiğinde Disney Stüdyoları'nın etkisini görmezden gelmek mümkün değil ama bende her yeni filmde hep aynı oyuncuları izlermiş gibi bir his yaratan Disney karakterleri/çizgilerine alternatif bir çok yapım olduğunu unutmuşum. The Wild Thornberrys Movie'de bunlardan birisi; Afrika'da bir şaman tarafından kimseye söylememesi şartıyla hayvanlarla konuşma yeteneği verilen Eliza Thornberry, maymunu Darwin -Evet Darwin :), ailesi ve vahşi hayvan avcıları etrafında gelişen olaylar çok da orijinal bir senaryoya dayanmasa da her karakterin kendine has keyifli ve komik özellikleri müthiş çizimler ve teknikle birleşince geriye sadece keyifle geçirelecek bir bir buçuk saate hazırlanmak kalıyor.
Filmi seyretmeden önce müzikleri ile Oscar ödüllerine aday olduğunu okumuştum ama kapanış jeneriğinde Paul Simon'ın "Father & Daughter" adlı şarkısını dinleyince martinmystere.blogspot.com Oscar ödüllerinin hepsini kendi umumî arzum doğrultusunda Paul Simon'a ve filme verdim.
Linkler:
* The Wild Thornberrys Movie, IMDB
* The Wild Thornberrys Movie, Soundtrack Previews, Amazon.com
22 Eylül 2005
Prag'a...
Aylardır görmemiştim... Dün ziyaret ettiğimde aklımda sadece iş konuşmak vardı ama konuşmada kontrolü aldığından ben ayrılana kadar -Neredeyse birbuçuk saat geçmiş olmalı- kendisi kadar keyifli ve cana yakın bir insan olan eşiyle beraber gittiği Prag gezisinden bahsetti. Diyordu ki "Beraber gittiğimiz o keyifli geceleri ve gezmeleri ile ünlü şehir bile hiç kalır, mutlaka Prag'a gitmelisin hayatımın tatilini yaşadım"... Alkollü içkiler konusundaki uzmanlığını bildiğimden -Ve nazik davetlerine rağmen bir türlü evindeki zengin koleksiyonundan tatma şansına erişemediğimden- parmaklarıyla kapattığı hortumlardan sınırsızca beyaz ve kırmızı şarap ikram eden garsonların olduğu keyifli geceleri ve şimdi adını hatırlayamadığım -Ama içerisinde tarçın olan- içkiyi uzun uzun anlatmasını keyifle dinledim... Cevabını biliyordum ama yine de sordum ; "Kafka'nın evine de gittin mi?". "Evet" dedi... "Yılbaşında da Budapeşte ya da St.Petersburg'a gitmeyiz düşünüyoruz!"
Bu konuşmadanın üzerinden tam bir gün ve daha fazlası geçmişti. Televizyonda hedefsizce kanallar arasında zaplarken Cnbc-e'de yıllar önce önce kitabını okuyup daha sonra da tekrar tekrar filmini izlediğim "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği"ne rastladım ve Teresa'nın tam da Sovyet işgali öncesinin Prag'ındaki fotoğraf çekme sahnelerini izleyince şöyle dedim kendime;
"Prag'a gitmeliyim... Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim... Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim... Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim... Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim..."
Prag'a gitmeliyim...
Linkler:
* Prague Information Service
* Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, Milan Kundera
* Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, Philip Kaufman (Yönetmen)
* The Unbearable Lightness of Being (Wikipedia)
* Prague Spring (Wikipedia'dan)
* The Unbearable Lightness of Being, The Movie
* The Unbearable Lightness of Being, Analysis of Major Characters
20 Eylül 2005
Birinci yıl...
Bugün bu bloga yazmaya başlayışımın tam olarak birinci yılı, "Hayırlısı Olsun" başlıklı ilk yazımı yazarken içinde bulunduğum ruh halim, heyecanım ve mutsuzluğum dün gibi aklımda hala... Zaman zaman geriye dönüp yazdıklarımı okumak, aklımdakileri nasıl yazıya dökerim diye düşünmek çok hoşuma gidiyor. Bakalım sonu nereye varacak...
19 Eylül 2005
Kedi ve Sanat
Hayvanlarda ters giden
bir şey vardı:
Kuyrukları fazla uzun
ve bir talihsizlikti kafaları.
Sonra toplanmaya başladılar
yavaş yavaş
parçaları uydurarak birbirine,
hoş bir görünüm yaratmak için,
doğum lekeleri, zerafet, heybet.
Ama kedi,
yalnızca kedi oldu tamamlanabilen,
gururluydu:
Doğuştan her şeyi yerli yerindedir ne olsa,
kendinden hoşnut
ve tam olarak emindir ne istediğinden.
İnsan balık ya da kuş olmak ister,
kanatlarımız olsa der yılanlar,
köpekler müstakbel aslan,
mühendisler ozan olmaya can atar,
sinekler kırlangıçlara özenir,
inatla sinekler gibi davranır ozanlar.
Ama kedi
kedi olmaktan başka bir şey istemez,
her kedi katıksız kedidir,
bıyıklarından kuyruğuna kadar,
altıncı duyudan kıvranan saçına kadar,
gece vaktinden, altın gözlerine kadar.*
Kütüphanemde halihazırda iki tane P dergisi var ama sanırım satın alarak sahip olduğum ilk sayısı "Kedi ve Sanat" başlıklı Bahar 2005 sayısı oldu. Tahmin edileceği gibi kütüphanemdeki sayıları geri-verilmemek-üzere-ödünç-alma yöntemi ile elde etmiştim ama hiç vicdan azabı duymuyorum çünkü benden önceki sahibi bir toplantı odasındaki sehpanın üzerindeki dekor olarak kullanıyordu onları...
Pırıl pırıl baskısı, ilgi çekici tematik sayılarındaki yazıları ile büyük boy olarak yayınlanan "P Dünya Sanatı Dergisi"ni gittiğim kitapçılarda dergilerin olduğu raflara değil de sanat kitaplarının durduğu yerlere yakıştırıyorum aslında, belki de içeriği ve formatı ile kitaplar gibi uzun süre saklama hissi uyandırdığı için bende...
Bahar 2005 sayısında "Kedi ve Sanat" temasının işlendiğini görünce dergiyi hemen aldım ve zamana yayarak yaptığım keyif-okumalarım listesinin hemen ilk sırasına yerleştirdim. İtiraf edeyim keyif-okumalarım aslında en çok keyif aldığım okumalar oluyor, bu kitaplar, dergiler her zaman çalışma masamda, seyahate gidiyorsam arabamın koltuğunda bir yerlerde hep gözümün önünde oluyor ve onlara ayrılmış bir okuma zamanı yaratmamı beklemeden işten-güçten sıkıldığımda, konsantrasyonum dağıldığımda hemen beni tekrar hayata döndürecek yeni okumalar, yeni rüyalar, yeni dünyalar sunuyorlar bana...
P'yi aldığımda daha paketini açmadan o güzel baskılı sayfalarında bir sürü güzel fotoğraf ve resim göreceğime emindim. Eee bu sayının teması da "Kedi ve Sanat" olduğuna göre yazı içeriğinden şüphe etmeye zaten gerek yoktu...
Gerçekten de Gerald Hausman'ın "Kedilerin Masalsı Tarihi" ve Gökhan Akçura'nın "Türk Edebiyatında Kedi, Kuyruklu Yazılar" başlıklı yazılarını çok büyük bir keyifle okumakla kalmadım Gökhan Akçura'nın yazısındaki "Karasu'nun kedi sevmek üzerine yaptığı tarif"i okuduktan sonra Bilge Karasu'nun "Göçmüş Kediler Bahçesi" adlı masallar kitabını alınacak-kitaplar listeme ekledim ve sanırım bu kitabı okuduktan sonra kendime de dersler çıkaracağım...
Dergideki keyifli yazılar bir yana özellikle Orhan Peker ve Avni Arbaş'ın özel kolleksiyonlarından alınan resimlerle Selçuk Demirel'in iki sayfalık çalışmasını derginin sayfaları kadar evimin duvarlarında da görmekten büyük keyif alırdım açıkçası.
Tabi ki Franz Marc'ın "Oyun Oynayan Kediler"ini, Paul Klee'nin "Kedi ve Kuş"unu ve dergideki diğer yazıları ihmal etmiyorum ama böyle bir derlemede Andy Warhol'un kedilerine de birkaç sayfa ayrılamaz mıydı diye de düşünmeden edemedim açıkçası...
* Kediye Türkü, Pablo Neruda
Çeviren : Nazmi Ağıl
P, Sayı 35, Sayfa 102
** Resim 1 : Paul Klee, Kedi ve Kuş
1928, The Museum of Modern Art
** Resim 2 : Orhan Peker, Kedi
Link:
P Dünya Sanatı Dergisi
18 Eylül 2005
iPod nano
iPod nano'yu ilk defa geçen hafta içerisinde Steve Jobs'un tanıtımını yaptığı lansman toplantısı CNN sabah haberlerinde yayınlandığında gördüm. Sektörün en efsanevi kişiliği Steve Jobs, kot pantolonun bozuk para cebinden -Evet evet... Hani var ya kot pantolonlarımızın bozuk para koymak için sadece iki parmağımızın içine girebildiği ufacık cepleri..!- iPod nano'yu çıkardığında "Tamam" dedim kendi kendime "Apple teknoloji alemine bir köşe taşı daha dikti, bana da bu yolda kendimi kurban etmek düşer..."
Tabi iPod serisini diğer MP3 playerlardan ayıran en önemli özelliklerinin başında başlı başına bir kişisel müzik içerik sistemi olan iTunes'un geldiğini de unutmamak lazım bu arada...
Bende inanılmaz bir şekilde kendisine sahip olma hissi uyandıran bu teknoloji ve tasarım harikası henüz memleketimizde satışa sunulmadı ama internetteki ABD kökenli alışveriş sitelerinde oldukça makul fiyatlarla satılmaya başlandı. Biraz bekleyelim bakalım, Türkiye satış fiyatları belirlendiğinde arada nasıl bir uçurum olacak ya da başka bir deyişle Türkiye'de bir iPod nano'ya vereceğimiz parayla Amerika'dan kaç tane alabileceğiz... Bu konuda bir tahminim var; Şu anda Amerika'da 2GB kapasiteli beyaz iPod nano 199 USD'ye alınabiliyor. Ben bu mamülün Türkiye'de Bilkom tarafından KDV dahil 235 Euro karşılığı bir meblağa satılacağını düşünüyorum. Bu rakamın altı beni iPod nano'yu Türkiye'den, üstü yurtdışından almaya doğru iter. Zamanla göreceğiz...
Son söz; Şu anda kapı açılıp içeri Bill Gates girse "Bu sizin yeni Windoz ne zaman çıkıyo bilader..?" derim. Ama kapıdan giren kişi Steve Jobs olursa "Abi çay demlenene kadar karpuz kesiyorum sen buyur istirahat et" derim...
Linkler:
- iPod nano
- iTunes
- Hangi iPod'u seçeceğiz?
- Steve Jobs'un iPod nano tanıtımı
Şarap mı..?
Kökenim her tarafı üzüm bağları, bahçelerdeki çardaklardan salınan hatta arsızca yakınındaki her ağaca sarılıp göğe tırmanmaya çalışan asmalarla çevrili topraklara dayanıyor olmasına rağmen şarap konusunda ahkam kesecek son adam olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Neden bilmiyorum ama şarap bana hep zor göründü, içme aşamasına gelmeden doğru seçim yapabilmek için bile pek çok ön bilgiye sahip olmak pek bana göre değildi...
Ancak geçenlerde -yine- bira almaya gittiğim markette karşıma "Kayra" şarapları çıkınca fikrim değişti açıkçası... Dikkatimi önce "Terra" serisinin etiket tasarımları çekti ve şişeleri daha yakından inceleyince "Kayra ne güzel isim yahu..?" diye düşündüm. Dedim ya şaraptan hiç anlamadığım için gözüme en güzel görünen "Terra, Öküzgözü-Boğazkere" kırmızı şarabı aldım elime etiketini okudum önce; Acaba "Uygun koşullarda 6-8 yıl kadar olgunlaştırılabilir" ne demekti..? Şimdi içsem acaba başıma ne gelirdi..? Riski alacak kadar cesur bir karakter olmadığımdan şişeyi elimde sıkıca tutup gözlerimi kapattım ve önümüdeki sekiz yılın gözlerimin önünden film şeridi gibi akıp gitmesini sağladım. Gözlerimi açtığımda şarap kıvama gelmişti, parasını ödeyip eve gittim...
O akşam pek keyifle içtiğim Terra serisinin Öküzgözü-Boğazkere karışımından pek keyif aldım ama aradan geçen süre içerisinde farklı markalardan değişik şaraplar denemeyi de ihmal etmedim. Bugün aldığım Öküzgözü-Boğazkere'yi de az önce açıp aynı keyifle içmeye başlayınca bu yazıyı yazmaya karar verdim.
Benim gibi biranın tembel sularından gelen bir adam için şarap dünyasında okuyup hayallere kapılacak çok hikaye var gibi görünüyor...
Link:
http://www.kayrasaraplari.com/
* Bu yaz bahçenin girişindeki asma için nasıl bir çardak yaptıracağımızı konuşurken Annem'in söylediği özlü söz.
14 Eylül 2005
Unutmayayım...
Bunları derleyip toparlamayı unutmayayım, böyle durmasın burada! (Kafa sesim) Tamamdır!
12 Eylül 2005
"Halt"
Dun gece yedigim halta inanamiyorum, benim de civim cikti sonunda :) Ama kolaylikla "Benim degil bu sehrin kabahatiydi!" diyerek kendimi temize cikarabilirim :P
Neyse buraya yazdim tarihe gecti okur okur sasiririm kendime ilerde...
11 Eylül 2005
http://www.adobe.com/kuruyemish
Bütün standları gezdim en leziz kuruyemişe Adobe standında rastladım. Photoshop'unla Premiere Pro'nla, kuruyemişinle çok yaşa Adobe, Macromedia kurban olsun sana..!
Ne..? Bugün Pazar mı?
Bugünün Pazar olduğunu katıldığım toplantıdaki açılış konuşmasını yapan adının önündeki havalı ünvanları kadar keyifli konuşmacı "Geceleriyle ünlü bu şehirde Pazar sabahı erkenden burda olduğunuz için teşekkür ederim" dediğinde öğrendim.
Dün geceden sonra yarı açık gözlerle gittiğim toplantıda son derece ciddi konulardaki sunuşların arasında aniden patronları hakkında hazırladıkları komik klipleri göstererek eğlenen süper keyifli insanlarla karşılaştım.
10 Eylül 2005
Çivisi çıkmış...
Öte yandan bu şehrin "Çivisi çıkmış" da diyebiliriz. Ve fakat hiç kimse şikayetçi gibi görünmüyor. Ben de dahil tabi...
9 Eylül 2005
EU Looks to Regulate TV on the Internet
Nasıl..? Okuduğum dergide ayrıntılı bilgi yok, dönünce şu linke bir göz atayım;
http://europa.eu.int/comm/avpolicy/revision-tvwf2005/consult_en.htm
Rüzgar...
Düşünüyorum da birkaç sene önce yine aşağı yukarı bugünlerde yine aynı sokaklarda dünyayı gözüm görmeden rüzgar güllerinin peşlerinde koşuyordum...
Saat gece yarısını çoktan geçti, yarın oldu bile; Oysa saatlerdir bakıyorum da rüzgar güllerindenw eser yok ortalıkta... Sanki benden kaçıyor gibiler, tam da dünyanın merkezinde sadece ve sadece rüzgar güllerin olduğunun farkına vardığımda...
8 Eylül 2005
Hadi hayırlısı...
Kahramanımız dünyanın bir ucunda yeni bir maceraya adım atmak üzeredir ve dudaklarının arasından belli belirsiz "Hadi hayırlısı..." kelimeleri dökülür.
Daha iyi...
Microsoft Flight Simulator çok daha iyi, ne güvenlik kontrolü ne check-in kuyruğu var. Hiç sıra beklemeden uçağa binip -hem de pilot kabininde- istediğiniz yere uçabiliyorsun...
Bu arada keşke sadece Mister No edasıyla tek motorlu Cessna ile değil de yolcu uçaklarıyla da uçsaydım şimdi pilot gelse iki dakka sen kullan biz yardımcı pilotla yemeğimizi yiyelim dese ne yapacağım..?
Sahi ya... Sabahın dördünde nereye gider bu kadar insan..?
7 Eylül 2005
"Giden" olmak...
"Giden" sen isen bir türlü giremezsin konuya, aklında kurduğun cümleleri sese dönüştürecek nefes bir türlü çıkmaz boğazından...
Hele soru hiç soramazsın, "Gitmeseydin" cevabına dayanamayacağını bildiğin için...
Mola...
İki şehrin ortalarında bir yer...
Yolculuklarda mola yerlerindeki marketlerin müzik reyonlarını çok seviyorum. Aradığınız albümü hemen hemen hiç bulamazsınız. Ama öte yandan size sunulan çeşitsizliğin içerisinde -tabi eğer cesaret edebilirseniz- hic bilmediğiniz ve belki de daha önce hiç merak etmediğiniz yeni müzikleri -belki de sadece sesleri- de keşfedebilirsiniz.
Kahvem bitmek üzere... Bakalım bu sefer hangi albüm bana kendini aldıracak..?
6 Eylül 2005
CSI...
5 Eylül 2005
Control Room | Different channels. Different truths.
"Control Room" Al Jazeera çalışanlarının gözünden Irak savaşının perde arkasını ama bu sefer işe medyanın perde arkasından bakarak anlatıyor. Anlatıyor demek de doğru mu bilmiyorum aslında bir amatör kamerayla çekilmiş görüntüler ve Al Jazeera çalışanlarının çaresizlik içerisindeki çabalarını anlatan anektodların arka arka getirilmesinden oluşuyor film... Ya da belki de Al Jazeera bu sefer televizyon haberlerinden izlediğimiz Irak Savaşı hakkında bakın aynanın bu tarafından da bunlar görünüyordu siz savaşı müttefik kuvvetlerin gözünden izlerken diyor...
Filme adını "Control Room" aslında televizyon kanallarında reji ya da kumanda odası denilen bir çok kaynaktan (muhabirlerden, stüdyolardan...) gelen görüntülerin yönetmen ve ekibi tarafından seçilip izleyiciye -genellikle- gerçek zamanlı bir kurguyla aktarıldığı odanın adı. Gerçekten de film Al Jazeera kumanda odası ile müttefik kuvvetlerin karargahı olan Cent-Com(Central Command)'un medya merkezi arasında götürüp getiriyor izleyenleri.
Filmde Cent-Com'un aslında bir savaş filmine lojistik sağlamak üzere kurulmuş bir üs gibi düşünüldüğünü görüyoruz, batılı gazeteciler odalarında heyecanla Amerikan subaylarının savaştaki gelişmelerle ilgili yapacağı açıklamaları bekliyor, Bağdat düştüğünde heyecanla yumruklar havaya savruluyor. Öte yandan Al Jazeera'nin binasında kendi kanlarından insanların yaşadığı bir ülkenin işgali hakkındaki gerçekleri/alternatif bilgileri dile getirememenin sıkıntısı var insanlarda, Batılı mesteklaşlarının aksine bu olanlara inanamıyor ve şaşkınlıkla izliyor gibiler...
"Cent-Com" kulağa "Sit-Com" gibi gelmiyor mu?
Film ya da belgesel olarak eleştirmek zor Control Room'u, bize müttefiklerin yarattığı savaş filmini gerçekler olarak izlettiren televizyonun arkasına geçip orada olanları gösteriyor diye değerlendirmek belki de daha doğru olur.
* Link : IMDB'de Control Room
4 Eylül 2005
"Sıvılaştırılmış ipek" mi..?
"Sıvılaştırılmış ipek" de neydi yahu..? Ben buna nasıl kanmıştım..? Hadi bu adamlar ipeği sıvılaştırıp şişeye tıkmışlardı, bunun benim saçımla ne ilgisi vardı ki..?
İşte o zaman olayın nasıl geliştiğini hatırlamaya başladım; Ben her zamanki şampuanımı almak üzere markette şampuanların olduğu rafa uzandığımda üzerinde "Sıvılaştırılmış ipek" yazan şişeyle gözgöze geldim. Ve işte tam o anda görüntü bulanmaya başladı ve şişenin gözünden kendimi görmeye başladım. Şampuan şişesi beni kendisini almak üzere rafa elini uzatmış ve tişörtünde "Dangalaklaştırılmış tüketici" yazan bir lego adam olarak görüyordu..! Evet, "Sıvılaştırılmış ipek" ile "Dangalaklaştırılmış tüketici" karşı karşıyaydı ve tabii ki "Dangalaklaştırılmış tüketici" bu karşılaşmadan kasada bile ne aldığına uyanmadan tıkır tıkır parasını ödediği koltuğunun altındaki şampuan şişesiyle marketten çıkarak mağlup ayrıldı...
Şampuan şişesi şu anda masamın üstünde duruyor, bu yazıyı yazarken üzerinde "Sıvılaştırılmış ipek" ne manaya geliyor belki açıklama bulurum dedim ama okuduklarımdan işe yarar birşey çıkmadı. Bu arada şu anda üzerimde tişört yok ama "Dangalaklaştırılmış tüketici" yazısı sanırım şu anda alnımda belirdi...
Bu Kadar Fotoğraf Nereye Sığacak... | "Macera Devam Ediyor" ya da 2.Bölüm
Aradan geçen neredeyse bir ay içerisinde bir yandan yazıda bahsettiğim yazılımlarn demo sürümlerini kurcalarken bir yandan acaba Adobe Bridge'e haksızlık mı ediyorum, onu da mı değerlendirme listeme alsam diye düşünüyordum ki sevgili Google, Google Desktop ile yaptı yine yapacağını..!
Bir kere Google ("Google" ne mi demek, buradan alalım sizi ama okur okumaz buraya dönüp okumaya devam etmeniz şartıyla!)deyince aklıma gelen ilk üç şeyi söylemeden geçemeyeceğim; Basitlik, hız ve kolay kullanım... Bilmiyorum bana mı öyle geliyor ama bu arkadaşlar gündelik hayatımızın bilgisayar başında geçirdiğimiz zamanlarında en çok kullandığımız servisleri en basit, en hızlı çalışan ve en kolay kullanılan şekilde ayağımıza getiriyor... Küçümsemeyelim lütfen, bu üç basit kelimeyi aynı cümle içerisinde kullandırtan mamülleri üretmektir kanaatimce en zor olanı -Bu arada vallahi Google'dan para almıyorum reklamlarını yapmak için... Yani aslında onlar veriyor da ben almıyor değilim, henüz kimse teklif etmeyi akıl etmedi ama telefonum elimde beklemedeyim biliyorum her an arayabilirler!
Tekrar konumuza dönelim; Bu Google Efendi ne yapmış da benim Saadettin Teksoy edası ve "Araştırmacı-Tasarımcı" kimliğimle yürüttüğüm araştırmamı nafile bir çabaya dönüştürmüş..? Az -bir iki kelime ve noktalama işareti- sonra..!
Şimdi dijital fotoğraf dosyalarımıza bakışımızı iki başlık altında ayıralım;
Birincisi bu dosyalar sonuçta birer veri dosyası ve kullandığımız işletim sisteminin dosya yönetim sistemi tarafından yazılıyor ve okunuyor yani işletim sistemimiz bu dosyaların ne zaman diskimizin neresinde olduğunu ve adı, büyüklüğü kayıt edilme ve son değiştirilme tarihi gibi bilgileri zaten -işinin bir parçası olarak- aklında tutuyor.
Öte yandan fotoğraf dosyası formatlarının işletim sistemlerinden ve -büyük ölçüde fotoğraf makinesi üreticilerinden bile- bağımsız olarak geliştirilen ve bu yüzden yaygın olarak kullanılan bazı üst bilgileri, görüntülerin yanı sıra saklama olanakları var. Örneğin JPEG, TIFF -ya da üreticilere özel RAW dosyaları- gibi yaygın olarak kullanılan fotoğraf dosyalarında fotoğraf makinesinden gelen teknik bilgilerin yanı sıra fotoğrafı çeken kişi, nerede çekildiği, eğer haber niteliği taşıyorsa haber detayları (story) hatta makinenizde bir GPS eklentisi varsa fotoğrafı çektiğiniz koordinartları ya da kendi belirlediğiniz veri alanlarını bu dosyanın içerisine tabiri caizse gömmeye yarayan EXIF (Exchangeable Image File Format), IPTC (International Press Telecommunications Council) , XMP (Extensible Metadata Platform) gibi formatlardan bahsedebiliriz.
Teknik zırvalıkları geçiyorum, özetle bilmemiz gereken şu; Fotoğraf dosyaları içlerinde kendi formatları ile ilgili zaten okunabilir text olarak kolayca ulaşılabilen bir takım bilgiler içeriyor, biz de bunlara daha fazla bilgi ekleyebiliyoruz sonuçta elimizde yine tek bir dosya oluyor. Buradaki önemli nokta şu; İlk yazımda bahsettiğim içerik yönetim yazılımları kullanıcının eklediği verileri kendi veritabanlarında tutarken biz şu anda EXIF, IPTC ve XMP ile artık kullanıcı verilerini de fotoğraf dosyasının içerisine gömebilmekten bahsediyoruz.
Bu iki noktayı birleştirince karşımıza şu çıkıyor; Fotoğraf dosyaları zaten onları arşivlerken kullanabileceğimiz üst-verileri (metadata) kendi içlerinde saklıyor ve işletim sistemimiz de doğal fonksiyonlarından birisi olarak kullandığımız her dosya gibi bu fotoğraf dosyalarımızın nerede olduğunu ve nasıl ulaşacağımızı biliyor.
Peki bu durumda başka hiçbir içerik yönetim yazılımına gerek kalmadan kullandığımız işletim sistemi -mesela sevgili Windows- üstlense bu içerik yönetim işini de ben dosya isimleriyle sıradan döküman dosyalarını arar gibi verdiğim anahtar kelimelerle (mesela fotoğrafı çektiğim yer ve makinenin markası gibi..) fotoğraflarımı arasa, bulsa ve bana bunları listelese..?
Ne kadar basit ve işletim sistemlerinin doğal bir parçası olması gereken bir istek gibi değil mi? Ama maalesef -en azından- sevgili Windows bunu bu kadar basitçe yapamıyor. Dosyaları indeksleyip anahtar kelimelerle arama yapmayan yarayan "Windows Indexing Service" standart kurulumda yer almıyor, sonradan kurmanız gerekiyor ama bun üzülmenize gerek yok çünkü "Indexing Servive" Windows'un en samimiyetsiz servislerinden birisi bence. Zaman zaman arka planda indeksleme yaparken kendini kaybedip harddiskinizin kontrolünü ele geçiren ve MS Office uygulamaları dışında pek de işe yaramayan bu servisi sakın kurmaya çalışmayın.
İşte tam burada sahneye Google Desktop giriyor ve özetle şunu yapıyor; İlk kurulumundan sonra sizin bilgisayarı açık bırakıp gittiğiniz zamanlarda harddiskini şöyle bir didik didik gözden geçirip dosyaları indeksliyor, yani takip edebileceği dosyaların aklının bir köşesine yazıyor ve size ekranınızın herhangi bir yerinde floating ya da embedded olarak kullanabileceğiniz ufak bir arama kutusu veriyor. Siz de aramak istediğiniz kelimeyi, mesela Outlook mail klasörünüzdeki maillerde geçen bir kelimeyi ya da PDF dökümanlarınızda araadığınız bir detayı girdiğinizde arama kriterinize uygun dosyaları browser ekranınız içerisinde ayağınıza getiriyor. Bu kısmı uzatmıyorum, Google Desktop tek kelimeyle Windows Indexing Service'e çok iyi ve basit bir alternatif...
Ve mutlu son; Google Desktop, bu adresten erişebileceğiniz eklentiler sayesinde fotoğraf, ses, görüntü, animasyon proje dosyalarınızı da indeksleyip onlara kolayca ulaşmanızı sağlıyor. Fotoğrafla ilgili olarak ise bu yazı sonunda Google Desktop'ı kurarsanız (Kurduktan sonra bir defalık indeksleme işlemi için bilgisayarınızın hızına göre en az birkaç saat açık bırakıp başından kalkmanızı öneririm!) Digimarc firmasının ürettiği Digimarc Image Search Application eklentisini de mutlaka kurmanızı öneririm. Henüz beta sürümü olmasına ve kullanıcı ayarlarının oldukça kısıtlı olmasına rağman JPG ve TIFF dosyaların EXIF veri alanlarını başarıyla okuyor ve son derece hızlı olarak arama sonuçlarını listeliyor. Arama sonuçlarında dönen bilgilerin bir kısmının kullanıcı-dostu şekillere dönüştürülmemiş olması da sanırım release versiyonlarında kolayla üstesinden gelinebilecek bir sorun...
Sonuçta Google Desktop, Digimarc Image Search eklentisi ile birlikte kullanıldığında göreceli olarak kurulumu ve kullanımı daha karmaşık içerik yönetim sistemlerinin yaptığı temel fonksiyonları başarıyla yerine getiriyor ve gelecekteki sürümlerinde bu başarısını daha da geliştireceğinden en ufak bir şüphem yok. Ama öte yandan içerik yönetim sistemlerini de offline arşivleme ve üst-veri girme, güncelleme yeteneklerinden dolayı tamamen göz ardı etmek de şimdilik mümkün görünmüyor...
Bu yazıdan da anlaşılacağı gibi Google Desktop, içerik yönetim meselesine benim için alternatif bir bakış ekledi ve tabi incelenecek ve üzerinde konuşulacak konulara yenilerini kattı...
1 Eylül 2005
...
29 Ağustos 2005
Uçurtma Olsaydım...
Uçurtma olsaydım Scott Haefner'in uçurtması olmayı isterdim...
Hafif.org'da okudum, Scott Haefner uçurtmalarına monte ettiği fotoğraf makineleri ile uçurtmaların gözlerinden inanılmaz fotoğraflar çekiyormuş..! Kite Aerial Photography sayfasındaki özellikle panoramik fotoğraflara tek tek keyifle baktım bütün sabah kendimi uçurtmaların yerine koyarak...
"Uçurtma" ve "Fotoğraf"... Aynı cümle içerisinde olması bile keyif veriyor bana...
25 Ağustos 2005
"Hareketli An"ın Peşinde
İtiraf ediyorum ben de "Hareketli an"ı ararken en kolay yöntem shutter speedi düşürmeyi deniyorum bu aralar sürekli ama "Hah işte hareketli an bu olsa gerek..!" dediğim fotoğraflarım için hep "Şurada netlik problemi var" yorumu yapılıyor ve tabi o zaman da kalkıp "Sen gel bi de benim kafamın içerisinden benim gözlerimle gör!" diyemiyorum -Evet evet... Zaman makinesinden önce "Gel bi de benim kafamın içerisinden gör" makinesi yapılması lazım bence..!
"Hareketli" an olur mu demeyin en hareketsiz en donuk olarak algıladığımız anları/şeyleri sırtında -sürekli- ileriye doğru taşıyan "zaman"ı yok saymak mümkün mü..?
22 Ağustos 2005
15 Ağustos 2005
Bir "Tekno-Fabl" Denemesi
“Sana da olur mu..? Hayatta hiç ama hiçbir şeyden keyif alamadığın...?” dediğinde “Tamam..!” dedim kendi kendime “Kesinlikle rüya görüyorum…”
“Hadi bin de seni uyandırayım, kendine getireyim” dedi ve işte o zaman rüya görmediğimi fark ettim. Neredeyse hiç pedal çevirmeden bisikletim beni çoktan son hızla etrafı her tonda yeşil ağaçlar ve artık sararmaya başlamış otlarla çevrili toprak yolda bir yerlere doğru götürmeye başlamıştı. Kafam sürekli gökyüzüne çevrili gezdiğimden toprağın renginin de sarıya çaldığını daha önce fark etmemiştim, etrafta insan yapısı tek tük tek katlı evler dışında sarı-yeşil renk paletine uymayan hiçbir şey yok misafir gelmeden önce derli toplu görünsün diye temizlenip toparlanmış bir ev gibi…
Yokuş aşağı gidiyor olmamamıza rağmen pedal çevirmeden hızımız sürekli artıyordu, hava çok sıcak olduğu için yatarken giydiğim pamuklu tişört hala üzerimdeydi ve rüzgar belimden, boynumdan girip tişörtü şişiriyordu. İçimden bir türlü havalanmayan bir uçurtmaya benzediğimi düşünüyordum ki “Ne düşünüyorsun..?” diye sordu ama cevap vermedim. Ben sessiz kalınca o da uzatmadı ve sanki bensiz de –Oysa ki bensiz hiçbir yere gitmediğini/gidemediğini zannediyordum- defalarca geçtiği yollarda bir sağa bir sola sapıp vücuduma ve suratıma çarpan rüzgarla iyice ayılmamı sağladı.
“Burada biraz dinleneceğiz” dediğinde zaten epeyce yavaşlamıştık, bir süre yanımızdan uçan kelebeğin siyah –evet siyah- kanatları üzerinde kavuniçi tonlarında benekleri olduğunu son derece net görmüştüm çünkü…
Beni sırtından atıp, kendisi de tek ayağına dayanmış mahalle serserileri gibi sağına kaykılıp dinlenme pozisyonuna geçtiği yer ana yoldan geliş yönümüze göre sağda yıkık taş duvarın üzerinden yola tam çapraz içeri doğru giren bir patikanın başlangıcıydı. Buradan nereye gidilir ki diye gözlerimle patikayı takip edip kafamı kaldırdığımda sarı taşlardan yapılmış ama ne camları ne de çatısı artık kalmamış yıkık evi gördüm. Odaları, duvarların içerisine oyulmuş yüklükleri ve –hayret- çalınmamış pencere demirleriyle ev bir harabeden çok orada bir ağaç gibi kendi kendine büyüyen -kendi kendini inşa eden- bir canlıya benziyordu. Bir iki yıl sonra aynı yere tekrar gelsem evi kendi kendini tamamlamış bulacağım hissine kapıldım.
Yıkık evde bir zamanlar kimlerin yaşadığını hayal etmeme fırsat vermeden sabah beni uyandırdığı tonda “Dönelim..!” dedi. Sabahın köründe su içmek adetim değildir –karpuz yemeyi tercih ederim, bunu söylediğimde insanların suratındaki garip ifadeyi yorumlayamıyorum- ama bilinçsizce elimi su matarasına attığımda dışından bile hissedilebilecek şekilde buz gibi su dolu olduğunu anladığımda bana emir verir gibi konuşmasından dolayı sinirlendiğim için bu sefer de kendime kızdım.
Buz gibi su iyi gelmişti ama bana çaktırmadan matarayı niye doldurduğunu dönüş yolunda anladım; Eve dönebilmemiz için kilometrelerce pedal çevirmem gerekiyordu çünkü bisikletim “Hadi bakalım sıra sende” dercesine bütün işi bana bırakmış gelirken benim yaptığım gibi etrafı seyre dalmıştı ben ter içerisinde pedal çevirmekle uğraşırken.
“Biliyor musun..?” dedim “Arabayla giderken yolda böcek ya da karınca ezdiğimi hiç fark etmemiştim ama şimdi ön tekerleğinin altında bir sürü karınca eziliyor gözlerimin önünde…” Bir süre sessiz kaldı ama ne kadar uğraşsam da karıncalar ezilmeye devam ediyordu, ezmemek için yönümü değiştirdiğim karıncıların hayatlarının karşılığında başka karıncalar eziliyordu. “Karıncaları ezen ben değilim, sensin!” dedi birden. Uzatmadım… Zaten pedal çevirmek yeterince zorluyordu beni, bir de ona laf yetiştirmeye çalışsam iyice soluksuz kalacaktım…
Evden çıkalı bir hayli vakit geçmesine rağmen ortada hala bir allahın kulu yoktu, en azından sütçü geçerdi bu saatte ya da sabahları sarı-lacivert eşortmanları içerisinde yürüyüş yapan Süleyman Amca’ya rastlamayışım garip diye düşündüm bahçe merdivenlerinden içeriye doğru bisikleti taşırken…
Yine sağa kaykılıp dinlenme pozisyonuna geçtiğinde “Gidip geldiğimiz yolun göçmen kuşların güzergahı üzerinde olduğunu bilseydin bir de…” diye geçti aklından bisikletin ama bunu benimle paylaşmadı…
3 Ağustos 2005
Bu Kadar Fotoğraf Nereye Sığacak ya da Dijital Fotoğraf Arşiv ve İçerik Yönetimine Tekno-Subjektif Bakış Denemesi
Tabi bu özgürlüğün getirdiği yan etkileri çektiğimiz fotoğrafları aynı şımarık rahatlıkla bilgisayarlarımızın harddisklerine ve diğer medyalara (CD-R, CD-RW, DVD-R, DVD-RW ve benzeri) bastıktan ve gigabytelarca ("Gigabyte", "Cigabeyti" diye okunursa tadına daha çok varılıyor bence...) dijital fotoğrafın içerisinde bir akşam oturayım da iki klik yapayım çektiğim fotoğrafların üzerinde dediğinde farkına varıyor insan bir "Dijital Fotoğraf Arşiv ve İçerik Yönetim Sistemi"ne ihtiyaç duyduğunu...
"Arşiv" ne demek malumunuz, dijital fotoğraflarınızı alıp harddiskinizin ya da DVD-BY'nizin (Biteviye yazılabilir DVD, DVD-RW için Türkçe isim önerimdir. Türk Dil Kurumu'nu ikna edip yasal yollarla kullanmanız için baskı da yapabilirdim ama istiyorum ki yazılarımı okuyan kitle benimsesin, sahiplensin ve yeni nesillere aktarılarak kendi kendine kabul edilsin dilimize yaptığımı bu naçizane katkı...) kalbiniz kadar temiz klasörlerinize kaydetmeniz demek oluyor...
Amma velakin bence "Arşiv" kelimesinin tam olarak karşılamadığı ve gavurların "Asset Management" dediği "İçerik Yönetimi" meselesini de unutmamak gerekiyor bu noktada. Yani şöyle ki; Fotoğraflarımızı aldık en güvendiğimiz disklere taşıdık ama gün geldi ki onbinlerce fotoğrafımızın içerisinden belirli kriterle bazılarına ulaşmamız gerekiyor... İşte içerik yönetim sistemleri tam olarak bunu yapıyor, fotoğraflarımıza işletim sistemlerinin, fotoğraf makinelerimizin verdiği temel ayırt edici isimler/bilgiler/verilerin yanı sıra kendi tanımladığımız üst-veri (meta-data) alanlarını da tanımlayıp ilgili verileri girmemizi ve istediğimiz her an istediğimiz her kriterle teknik olarak en hızlı şekilde aradığımız fotoğraflarımıza ulaşmamızı sağlıyor. Özetle, bizim yerimize fotoğraflarımızın nerede olduğunu ve onlar hakkında aklımızda tutmak istediğimiz, bilmemiz gereken bilgileri tutuyor bizim yerimize gidip istediğimizi kulağından tutup getiriyor...
Örnek vermek gerekirse çekmiş olduğumuz bir aile fotoğrafının nerede olduğunu, fotoğraftaki kişilerin kimler olduğunu, o gün ne için toplanıldığını, fotoğrafın nerede çekildiğini ve benzeri bilgileri içerik sistemine söylüyoruz o da bu bilgileri o fotoğraf ya da fotoğraflarla bize çaktırmadan ilişkilendirip günler, yıllar sonra arama kriterlerimize uygun olarak getiriyor.
Yazarken aklıma geldi ama bu analoji ne kadar uygun olacak bilmiyorum; Fotoğraflarımızı terlikler, içerik yönetim sistemini de akıllı bir köpek olarak düşünürsek terlik dolabında duran terliklerden ihtiyacımız olanı/olanları köpeğimize söylediğimizde bizim yerimize gidip dolaptan alıp getirmesine benziyor bu iş... Tabi ki köpeğimiz (içerik yönetim sistemimiz) ne kadar akıllı ve kolay eğitilebilir olursa ihtiyacımız olduğunda doğru terliklere ulaşmamız da o kadar kolay olacaktır... (Bu terlik-köpek analojisi çok hoşuma gitmedi ama daha iyisini bulana kadar -bulmak istiyor muyum ondan da emin değilim şu anda...- burada kalsın.)
Sonuçta bir süredir dijital fotoğraflarımı nereye arşivleyip hangi içerik yönetim sistemiyle en verimli şekilde onlara ulaşabilirim diye bakınıyorum. Arşivleme kısmına daha sonra gireceğim ama ilk kurcalamalarımı yapıp bugün itibariyle incelemeye/vakit ayırmaya değer bulduğum içerik yönetim yazılımların web siteleri ve deneme sürümlerini indirebileceğiniz linkleri aşağıda yazıyorum. Son derece subjektif hatta başlıktan da anlaşılabileceği gibi bir tekno-subjektif inceleme olacağı için seçeğim kriterler ve tav olduğum özellikler sadece beni bağlar böyle biline...
Bu arada söylememe gerek bile olmayabilir ama bahsettiğim çözümlerin şimdilik hepsi (Çoğu da diyebiliriz ileride) veritabanı yapıları ve genişleme olanakları itibari ile son kullanıcı ya da yarı-profesyonel kullanıcıların ihtiyaçlarını karşılayabilecek ürünler ve sadece tam fonksiyonlu, süre-kısıtlı tanıtım versiyonu olanları inceleyeceğim. Özetle, "Enterprise" ölçeğindeki profesyonel ihtiyaçları karşılayacak çözümler için yanıp tutuşuyorsanız bana yazın elbette ki her konuda olduğu gibi bu konularda da edecek bir kaç kelamım olacaktır.
İşte seçtiğim içerik yönetim çözümleri bunlar, araştırmaya devam ediyorum vakit ayırmaya değer başkalarını da bulursam listeye ekleyeceğim:
IMatch Image Management Tool
Üretici : Photools
Web Sitesi : http://www.photools.com/
iView Media Pro
Üretici : iView Multimedia
Web Sitesi : http://www.iview-multimedia.com/
Portfolio
Üretici : Extensis
Web Sitesi : http://www.extensis.com
17 Temmuz 2005
Tabii ki "Full Size" ...
Yeni lensim bir Tamron AF 28-300mm F/3.5-6.3 XR Di... Fotoğraf gurularının "Yuh be böyle lens olur mu kardeşim ayrı ayrı bi 28-70mm bir de orta halli bir zoom lens alsaydın ya..!" dediğini duyar gibi oluyorum. Cevabım ise hazır "Wide-Normal lenslere bakınca f/3.5'dan daha aydınlık lenslere fiyat açısından yaklaşmak mümkün değil, o yüzden f/3.5'a razı olduktan sonra varsın zoom end'i 300mm olsun..!" Ayrıca, ışığın yetmediği yerlerde detaylardan biraz taviz verip saygıdeğer makro uzmanı, fotoğraf sevdalısı insan Orchidshunter'ın dediği gibi filme yüklenip ISO/ASA değerlerini arttırmak da mümkün oluyor D-SLR makinalarda...
Şu andaki makinam APS-C size bir alıcıya sahip olduğu için lensi 43-465mm (1.6x çarpanı) olarak kullanabiliyorum. Açıkçası özellikle kapalı mekanlarda wide end'de biraz daha geniş açkıya ihtiyacım oluyor, bunu da şimdilik 18-55mm kit lensi kullanarak kapatıyorum.
Özetle yeni lensim tam bir "Traveller Type" lens ve inanılmaz alan derinliği efekti ve zoom end'de özellikle konulara/subjelere çok yaklaşmadan/rahatsız etmeden fotoğraf çekme özgürlüğü veriyor...
Tamron sağolsun lensle ilgili güzel bir broşür hazırlamış, yaklaşık 1.1 MB ve sağ klikleyip "Bağlantıyı Farklı Kaydet / Save As Link" diyerek buradan indirebilirsiniz.
9 Temmuz 2005
Düşünmek *
*Epikuros'a göre, mutlu olmak için edinilmesi gerekenlerin listesi,
Bölüm 3'den (Düşünmek) alıntı.
Felsefenin Tesellisi, Alain De Botton
Sel Yayıncılık, 2004
30 Haziran 2005
The Future of Digital - Full Frame or APS-C?
Vay halinize diyorum diyorum çünkü zaten bilinen üreticilerin (Canon, Sigma, Tamron...) sunduğu seçenekler karar vermeyi zaten güçleştirirken şimdi bir de "Full Frame - APS-C Size" lens mevzusu çıktı ortaya...
Uzatmayayım özelte konu şu; Malumunuz Prosumer segmentinde satın yaklaşık 800-1200 USD aralığında satın alınabilen D-SLR makinaların üzerlerine düşen ışığı/görüntüyü sayıllaştıran ve klasik SLR makinalardaki filmin yerini tutan "alıcı"ların ölçüleri teknik, ekonomik ve piyasa koşullarından dolayı şu anda 35mm fotoğraf filmi karesinden daha küçük. Dolayısıyla SLR makineler için yıllardır üretilen lenslerin filme/alıcıya düşürdüğü görüntü 35mm fotoğraf filmi karesini kapsayacak kadar büyük. Ancak D-SLR makinelerde bu lensleri kullandığımız zaman -ki kullanılıyor zaten- SLR makinelerde görüdüğümüzden daha küçük bir çerçeve görüyoruz bu da lensin aynı açılarda SLR ve D-SLR makinelerde kullanıldığında farklı sonuçlar elde edilmesi demek.
Her neyse, aslında ortada bir sorun yok D-SLR kullanıcıları mutlu-mesut(!) SLR lenslerini kullanırken şimdi de lens üreticileri yukarıda bahsettiğim küçük alıcılı (APS-C Size) D-SLR makinalar için özel olarak üretilmiş lensleri patır patır piyasaya sürmeye başladılar.
E bundan sana ne -ve bize ne- diyebilirsiniz de mesele şu, yeni çıkan APS-C size lenslerden alırsak ve ileride prosumer D-SLR makinaların alıcıları 35mm film karesi ölçüsüne büyüse ne olacak..? Tabii ki elimizdeki lenslerle çektiğimiz fotoğraflar bri borunun içerisinden bakıyormuşuz gibi dört bir köşesi kapkaranlık olacak..!
Bu konuda Bob Atkins güzel bir yazı yazmış, aslında bir sürü insan yazmış da ben açıkçası bu yazıdaki öngörüleri anlamlı buldum.
20 Haziran 2005
"Yeni" Yeni Rakı
Tasarım alemlerinin doğal duayeni, örnek insan Mete Ahıska'nın ki kendisi dost meclislerinde Mete Dobushka diye de bilinir, Yeni Rakı'nın "Yeni" şisesini tasarlayan iki tasarımcıdan birisi olduğunu öğrendim..!
Tahminim odur ki kendisi bu iki kişilik takımda tüm mütevazi kişiliğiyle küçük rakı şişesini tasarlayan kişidir :) Malumunuz büyük rakı kendini bilmezlerin "Üç büyük içtim yine de birşey olmadı..." ve benzer had bilmez laflarıyla lüzumsuz bir içmece ölçüsü olmuşken küçük rakı tıpkı kendisi de mütevazı bir insan olan Mete Ahıska gibi keyif için içenlerin mütevazi tercihidir...
Konu ile ilgili olarak Mete Ahıska hakkında ve gıyabında atıp tutmayı kendilerine hak gören iki densiz siber karakterin diyaloğu ise az önce şu şekilde gerçekleşmiştir:
Martin Mystere : Abi milenyumun İhap Hulusi'si diyebilir miyiz Mete Ahıska için..?
Ogo : Hehe
Ogo : Abi geleneksel rakı içicilerinin yureğine su serpmek lazım.
Ogo : Bunu yapan da rakici muhabbetci adamdir diye !
Yeni Rakı'nın üreticisi Mey A.Ş.'nin konu ile ilgili basın duyurusuna bu linkten ulaşabilirsiniz...
17 Haziran 2005
Microsoft Windows XP RAW Viewer
Windows XP için RAW Viewer eklentisine buradan ulaşabilirsiniz, sonra demedi demeyin 50 MB civarında bir dosya...
15 Haziran 2005
Statü Endişesi | Alain de Botton
...
Kitabı okuyanlar, belki yıllardır ruhlarını kemiren statü endişesinden arınmış olacaklar.
Üstteki paragrafı tahmin edebileceğiniz gibi kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısından aldım. Beni tanıyanlar tanıtım yazısında "arınma" sözü veren bir kitabı nasıl aldığımı merak etmişlerdir çünkü bu tür kitapları alanlara bir kamyon laf edip dalga geçerim sürekli...
Bir süre önce hafif.org'da fil'in Statü Endişesi hakkında yazdığı ve kitabın yazarının sunuculuğunu yaptığı belgeselinin de olduğuna dair yazıyı okuyunca bu kitabın ve yazarın ismini nereden duydum diye düşündüm ve sanırım bu kitabı alacak olmam kaderime o an yazıldı.
Kaderime yazıldı diyorum çünkü hayatımın belli -daha çok keyifli- dönemlerinde bazı kitaplar bana kitapçı raflarından, gazete yazılarından, arkadaş sohbetlerindeki cümle aralarından göz kırpar ve konusuna, yazarın adına, kapak tasarımına takılıp kendisini bana mutlaka satın aldırır. Bu durum çok da sıkça başıma gelmez ama geldiği zaman da bu kitaplar yüzünden okuma planlarım alt üst olur elimdeki kitapları bırakır başka hayallere, dünyalara dalarım.
Statü Endişesi de kitabın adını ilk okuduğum andan itibaren beynimin bir kenarında ama her an ortaya çıkıp beni al dercesine kendisine bir yer buldu ve daha sonraki günlerde gazetelerde kitaba yapılan göndermeler ve kitap eklerindeki eleştirileri de okuyunca "Tamam..!" dedim kendi kendime "Bu kitabı almalıyım artık...".
Ve itiraflar... Kitabı önce her zaman gittiğim kitabevinde biraz evirip çevirince arka kapağında yukarıda alıntıladığım yazıyı okudum ve son cümledeki "arınma" lafını görünce kendime bu tür bir kitabı almayı yediremeyip onu cezalandırırcasına raflardaki yerine koydum ve rastgele -ve hala okumadığım- bir kaç tane kitap alıp çıktım. Öyle ya, ben böyle "Hayatın kullanım kılavuzu" kıvamında kitaplar okuyan biri değildim ki, mazallah bu kitabı alsam yarın bir gün gider " 40 günde kendi sevilen insan olun" filan gibi abuk sabuk kitaplar da alırdım... Pamuk ipliğine baplı bu iç dengemi sarsmadığım için kendimi iyi hissettiğim bir kaç gün geçirdim bu kitap almama günümden sonra... Ve fakat başta da dedim ya bu kitabı alacağım kaderime yazılmıştı ve bir kaç gün sonra ıvır zıvır şeyler sipariş etmek üzere girdiğim ideefixe.com'dan kitabı satın alıverdim...
Her neyse, kitap beraberindeki ıvır zıvırla birlikte bir kaç gün içerisinde geldi ve okunmayı bekleyen kitaplar arasında densizce en üst sıraya yerleşti ve bir kaç günlük karşılıklı bakışmadan sonra kendisini okutturmaya başladı...
Evet kitabı okumaya başladım ama bu aşamada "Statü Endişesi" ve kendimden bahsetmek istiyorum. Kitabın adını ilk gördüğüm andan okumaya başladığım zamana kadar kendime "Ulan bende kesin statü endişesi var... Etrafıma bakıyorum, sevdiğim ve hala yakınımda olmasını istediğim insanlarda da var... Sürekli ne oluyoruz ve ne olacağızı konuşuyoruz" şeklinde tespitler yapmaya başladım. Kitabı alana kadar kendime "İleri düzeyde statü endişesörü" teşhisi koymuştum bile..! (Teşhişin adı bana ait, henüz latince bir isim uyduramadım bu yüzden literatüre girmesi biraz gecikebilir.)
Tekrar kitaba dönüyorum... Bir kere önce yazarından bahsetmek lazım galiba; Alain de Botton, 1969 İsviçre doğumlu ama İngiltere'de yaşayan bir kardeşimiz, arkadaşımız... Arkadaşımız diyorum çünkü bu şahış gelse şurada üç beş gün kalsa karışık pizzalarımızı yedikten sonra irmikli pudingimizi yesek ardından da kaju yerken biralarımızı içsek kesin çok yakın arkadaş oluruz kendisiyle...
Genç olduğu için bazı yabancı eleştiri sitelerinde (Bookmarklarımı da sahip olduğum diğer herşey gibi son derece düzensiz sakladığım için bahsettiğim bu siteleri bulamadım, adları neydi hatırlayamadım ama google'dan search edip bulmuştum. Tekrar bulayım dedim ama üşendim, bu aşamada sadece yemin ederek yazıya devam etmek istiyorum; Valla var öyle siteler, oorda okudum bunları!) tecrübesiz ve çok fazla alıntı yaparak kendisinden hiçbir şey katmadan yazan bir yazar hatta derlemeci olduğundan bahsediliyor.
Gerçekten de bu eleştirileri okuduktan sonra geriye dönüp baktığımda kitapta çok fazla alıntı olduğunu gördüm ancak okurken bunun beni hiç rahatsız etmediğini farkettim. Belki de bu tür kitapları pek okumadığım için bana değişik geldi ama yazarın tarzı bana okurken bir kitap okuyormuşum değil de sürükleyici bir televizyon programı hatta belgesel izliyormuşum izlenimi uyandırdı. Bunu şikayet olarak söylemiyorum, bu kadar alıntıyı kolay okunur bir kurgu içerisinde yoğurmak hiç kolay değil, hele hele konuları sadeleştirerek bu kurgu içerisinde sunmak gerçekten zor iş bence... Bunları düşünürken kitabın belgeselinin de çekildiğini hatta sunuculuğunu da yazarın kendisinin yaptığı geldi aklıma ve kişisel web sitesine göz atınca aslında Alain de Botton'un televizyon programcılığına da hiç yabancı olmadığını gördüm. Bu çok alıntılı, çok girdili ama sadeleştirilmiş anlatım ve kurgu benim kafamda televizyon içeriği üretimiyle çok örtüştü, bu konuda kitabı okuyan diğer insanlar ne düşünüyor merak ediyorum açıkçası...
İçeriği gelelim yavaş yavaş; Kitap "Statü Endişesinin Nedenleri" ve "Çözümler" olmak üzere iki bölüme ayılmış. Ben endişemin nedenleri olarak "Beklenti" , "Meritokrasi" ve "Güven" başlıklı alt bölümleri benimsedim kendimce, bunlar teşhisimi doğrulamama yardımcı oldular :) Kitabın nedenlerin anlatıldığı ve konuya ait temel bilgilerin verildiği ilk bölümünde fazla bahsetmeyeceğim, söylediğim gibi kolay okunan bir kitap, alınız, okuyunuz...
Kitabın "Çözümler" başlıklı ikinci bölümü oldukça ilginç ve statü endişesi meselesini bir yana bırakırsak başlı başına bir kitap olabilecek ilginçlikte beş alt başlık içeriyor; Felsefe, Sanat, Politika, Hıristiyanlık, Bohemlik...
De Botton, statü endişesine teselli ararken çok ilginç birşey yapıyor bence; Özellikle felsefe, sanat ve bohemlik başlıklı bölümlerde mizahi tarzıyla felsefe hakkında düşünmeye gizli davetler çıkarıyor, son birkaç yüzyılı kasıp kavuran sanat akımlarına ve sanatçılara bambaşka bir bakış açısı getiriyor. En karmaşık ve kafa karıştırıcı eserleri yaratan sanatçıların temel dürtüsünün statüye başkaldırmak olduğundan bahsediyor... Bohemlik başlıklı alt bölümü bu anlamda özellike keyifli bulduğumu söylemeden geçemeyeceğim.
Enteresandır ve belki de doğaldır, sonunda statü endişesine bir çözüm getirmiyor ve belki de getiremiyor. Ancak kitabı bitirdiğimde kendimi statü endişeme çare arayan biri olarak değil felsefe okumayı ihmal etmiş ve biraz yoğun bir okumayla boşluğu doldururken bir yandan da kreatif üretim yapabilirse kendisini çok daha iyi hissedecek biri olarak buldum...
Yazı gitgide uzuyor, elimde birkaç kitap daha var onlara da zaman ayırmak istiyorum o yüzden daha fazla uzatmayacağım ama burada bahsettiğim kitaplarda içeriklerinden bağımsız olarak beni etkileyen şeylerden de mutlaka bahsetmek istiyorum. İçeriklerinden bağımsız derken, içeriği ayrı bir şekilde değerlendirip yazının bir kısmını da kitapların kapak tasarımlarına ve yazım, basım, sunuş tekniklerine de ayırmak istiyorum.
Statü Endişesi'nin Türkiye'de Sel Yayıncılık tarafından gerçekleştirilen baskısında orijinalinden farklı ve Gökçen Ergüven tarafından yapılan bir kapak tasarımı kullanmış. Öncelikle grafik tasarım olarak bu kapağı çok beğendiğimi söylemem gerek, kitabın adı ve -okuduktan sonra- içeriğiyle de örtüşen bu tasarımın sunuşu ve kompozisyonunu da çok başarılı buldum.
Daha fazla uzatamayacağım, sabah da erken kalkmam lazım ama yazmadan da geçmek istemedim. Okuduğum kitaplarda yazarın tarzı ve anlatım kurgusu dışında anlatılan konuyu/hikayeyi daha kolay anlamamı sağlayan şeyin aslında doğru "bölümlendirme" olduğunu farkettim. De Botton'da kitabını bölümlere, alt bölümlere ve daha alt bölümlere bölmüş ve okurken açıkçası anlatılarları daha kolay algılamama oldukça yardımcı oldu.
Kapak tasarımı konusunda birkaç şey daha yazmak istiyordum ama gözlerim kapanmak üzere. Hatta yazının girişinde bahsettiğim, kitabın tanıtım yazısında geçen "arınma"nın aslında bir ironı olduğundan yazarın diğer kitapları ve yazdıkları hakkındaki söyleşilerinden alıntılarla söz etmek istiyordum ama belki daha sonra eklerim buraya...
Statü Endişesi'ni Ideefixe'den satın almak için:
Statü Endişesi
Alain De Botton
Sel Yayıncılık