15 Mayıs 2006

Chip ve Pin ve Ben



Bankalararası Kart Merkezi -kendi cümleleriyle- kartlı ödeme sistemi içerisinde ortak sorunlara çözüm bulmak, ülkemizdeki banka ve kredi kartları kural ve standartlarını geliştirmek amacıyla 1990 yılında, 13 kamu ve özel Türk bankasının ortaklığı ile kurulmuş. Senin ne alakan var diyeceksiniz, anlatacağım konu dışında kendileri beni veritabanlarındaki bir "entry" olarak tanırlar, 2001 krizinde çalıştığım şirket zor duruma düşünce doğal olarak kredi kartı ödemelerim aksamış, ben telefonla ulaştığım BKM'nin ortakları olan bankalara "Yahu bu kriz bankalar sisteminin yarattığı bir kriz değil mi, sizin krizinizin faturasını niye bana çıkarıyorsunuz, bu kadar faizi akşamdan sabaha nasıl uyguluyorsunuzi bi durun hele..!" dedikçe robotik tonlarda değişik defalarda "Kusura bakmayın yerseniz, sizin için yapabileceğimiz başka birşey var mı?" yanıtlarını almıştım. Bankalar krizi atlattılar ama benim BKM'nin öcü müşterler veritabanından çıkmam uzun zaman aldı, bankalar nezdindeki kredibilitem yerlerde süründü yıllarca, hayatım altüst oldu...

Çilek Reçeli...
Ve intikam zamanı..! Şimdi bu BKM'deki arkadaşlar kredi kartlarının güvenliğini arttırmak üzere düşünüp taşınmışlar yurtdışında örnekleri de olan "Chip&Pin" adlı bir sistemi güzide memleketimizde uygulamaya karar vermişler. Aylar önce ilk duyduğumda okuma yazmam az olduğu için "Fish&Chips" kampanyası var zannedip soluğu o zaman pek sık gittiğim(iz) birahanede almıştım. Neyse uzatmaya gerek yok bu "Chip&Pin" hadisesi artık kredi kartları ile ödeme yaptıktan sonra kart makbuzlarındaki tutara imza ile değil POS makinesinin uzantısı olan ya da kendi üzerindeki tuşlara sadece kendinizin bildiği bir şifreyi girerek onay vermek manasına geliyor. Bir süredir uygulamada olan bu sistem, tüm kredi kartları zorunlu olarak chipli hale getirildikten sonra mecburi hale dönecekmiş, yani o zaman "Benim parmaklarıma çilek reçeli bulaştıydı, şimdi sizin makineyi yapış yapış yapmayayım, imza atıversem olma mı?" demek işe yaramayacak, tıpış tıpış şifremizi gireceğiz her yerde...

If an Error is Possible...
E peki ben bu kadar lafı niye sarfediyorum derseniz, işte geliyor; Bu uygulama başladığından beri şifre girerek yaptığım her alışverişte -ki bu yazıyı yazmaya karar verdikten sonra son birkaç günümün geçtiği dört ayrı şehirdeki büyük-küçük her türlü mağaza, market, bakkal vs dahildir- dikkat ediyorum şifreyi girerken aslında kaç paralık harcamaya onay verdiğimizi görmüyoruz..!

Konuyu biraz daha açayım; Birinci senaryoda "Chip&Pin" uygulamasından sonra yaygınlaşmaya başlayan müşterinin şifre girmesi için kullanılan numerik keypad cihazlarını gözümüzün önüne getirelim... Bir markete girdik, ya da bir benzinlikte ödeme yapıyoruz, kasiyer POS cihazının ana ünitesine kartımızı sokup alışveriş tutarımızı giriyor ve ardından bize numerik keypadi uzatıyor. Pratik uygulamalarda dikkat ettim, kasa görevlileri POS cihazlarını -doğal olarak- kendi görüş ve kullanımlarına uygun şekilde yerleştiriyorlar, hele bir de alışveriş yaptığınız yer kalabalıksa o ekrandan hangi tutarın harcama tutarınız olarak girildiğini görmek pek de kolay değil. Kaldı ki görsek bile o ekran bir operatör ekranı, son kullanıcı için tasarlanmış değil. Evet kasiyerin şifremizi girmek için keypadi bize uzattığı ana geri dönüyorum, cihazın ekranına bakıyorum ama o da ne..? Ekran sadece kullanılan kredi kartı ve cihaza göre ufak tefek değişiklikler içermekle birlikte sadece "Şifrenizi giriniz" manasında birşeyler yazıyor. E tabi bu teknolojiye yeniyiz, gelişmekte olan ülke vatandaşı ezikliğiyle tıpış tıpış tuşluyoruz rakamları, en sağdaki yakışıklı ve tombik yeşil tuşa da basınca POS makinesi tereyağından kıl çeker gibi iki kopya makbuz yazıyor ve görevli ilgiyi kopyayı bize teslim ediyor. Şimdi bunda ne var diyeceksiniz..? Ben de diyeceğim ki "Yahu ben kaç para için onay verdim..?" Farz-ı mahal 34.75 YTL tutarında bi DLC Öküzgözü kırmızı şarap, yarım kalıp Ezine peyniri, ufak bi parça eski kaşar aldım ama kasiyer dalgınlıkla -ya da kötü niyetle- POS makinesine 34.75 yerine 347.5 yazdı ve bana uzatılan ekranda o rakam görünmediği için tıkır tıkır şifremi girdim ve makbuzu -elime- aldım. (Büyük marketlerde harcama tutarı kocaman monitorlerde görünüyor zaten filan demeyin onların çoğu POS makieneleriyle entegre değil, harcama tutarları kasiyer tarafından ayrıca elle tuşlanıyor.) Tam o anda şeytan dürttü kasiyerin verdiği kredi kartı makbuzuna baktım ve o da ne..? 34.75 yerine 347.5 YTL çekilmiş kredi kartımdan!!! İşte bu nokta BKM'nin bittiği andır sayın seyirciler! Ne yapacağım şimdi, kasiyerle konuşup bu satışı iptal etmesini mi isteyeceğim, bankamı mı arayacağım yoksa BKM'ye mi başvuracağım..? Olay en basit haliyle kasiyerin bir iptal başvurusu ile çözülse bile burada güvenlik arttırıcı bir prosedür olarak önümüze koyulan "Chip&Pin" müessesesinin daha çok problemlere yol açacağını görüyoruz! "Yahu ne olacak eğil de kasiyer yazarken iki saniye bakıver POS cihazının ekranına ya da makbuzu alınca hata görürsen rica ediver düzeltiversinler" demeyin efendiler, hata oluştu bir kere..! Tasarım disiplininin en temel kurallarından birisi çiğnenmiş bu sistem oluşturulurken; "(Üründe/Sistemde)...hata yapmak mümkünse birisi mutlaka yapar!" Ve evet bu sistem çözmek iddiasıyla geldiği en büyük sorunlardan daha büyük bir hata olasılığı ile geliyor kullanıcının önüne! Düşünün "Chip&Pin" öncesinde önümüze en azından imzalamamız için makbuz geliyordu, imzamız yoksa o harcama geçerli değildi. En kötü ihtimalle de imzamız taklit edilir çözümü mahkemelerde arardık... Şimdi ne olacak, iş çıkışı yorgun argın benzinciye girdiniz, zaten trafikten canınız çıkmış, kafanızda hala patronunuza saydırıyorsunuz, ya da yandaki kubikte dün sabah çalışmaya başlayan güzel kız/ yakışıklı oğlan "Pardon hela ne tarafa düşüyo?" derken aslında sizinle oynaşıyor muydu yoksa sadece o anda orada olduğunuz için mi size sordu diye rüyalara dalıp gidiyorsunuz ve kasiyerin uzattığı numerik keypade şifrenizi girip onay veriverdiniz. Hatta makbuzu da bakmadan cebinize attınız ki artık siz bu aşamada "Fish&Chip&Pin" teknolojisine upgrade ettiniz sayın kendinizi... Hadi benzinci örneğini bir yana bırakın, güvenlik açısında daha riskli yerleri ya da alkollü mekanlarda gecenin geç saatlerinde kafanız binbeşyüzken yapacağınız harcamaları düşünün..!

İkinci senrayo da farklı değil, daha dün yemek yediğim bir restoranda dikkat ettim garson numerik keypadi olmayan kablosuz POS cihazını oturduğum masaya getirdi, ekranda yine tutar yoktu "Şifrenizi girin" yazısına boyun eğerek tıpış tıpış girdim şifremi...



Külahıma... Biraz Daha Yüksek Sesle Lütfen...
Şimdi diyeceksiniz ki bunda büyütecek ne var, adamlar bir yazılım güncellemesi yapar ekranda onay vereceğin tutarı yazdırırlar hemen... E öyle de bu sistem hayata geçmeden önce hiç mi simule edilmemiş, beta testleri yapılmamış..? Yazıyı yazmadan önce BKM'nin sitesine baktım bu konuda herhangi bir uyarı var mı diye ama son kullanıcı ile ilgili kısımda "Alışveriş tutarınızı kontrol ettikten sonra, ödemenizi onaylamak için şifrenizi girin ve ardından "Giriş/Enter" tuşuna basın." işyerleri ile ilgili kısımda da "chip&PIN yöntemine geçişle, yapılan alışverişlerde olası bir ihtilaf (kayıp/çalıntı ya da sahte kart kullanımı) durumunda, yapılan harcamadan chip&PIN'e uygun olmayan taraf, yani işlemi hatalı veya eksik yerine getiren taraf sorumlu tutulacaktır. MasterCard ve Visa, bu uygulamaya 'sorumluluk devri' adını vermiştir." şeklinde bilgiler var. Ama BKM'nin krizde bana karşı sergilediği tutuma karşılık olarak ben de bu bilgileri "Gel de külahıma anlat" diyerek "Külahıma..." başlığı altında topladım. Ya yurtdışında nasıl oluyor, madem ithal bir müessese derseniz BKM'nin sitesinden İngiltere ve İrlanda örneklerine baktım bu konuya BKM kadar değinmişler, külahım Ingiliz dilinden anladığı için onları da sabırla dinleyecektir diye tahmin ediyorum...

Dağlar...
BKM'ye bu konuda bir mail yazacağım, cevap gelirse burada yayınlarım belki de... Belki de diyorum çünkü gelen cevapta "Arkadaşım bizim sistemde sorun yok, numerik keypadin ekranına şaşı bakınca harcama tutarı görünüyo senden başka da kimse mızmızlanmadı bu sistem hakkında" manasında bişiler olursa çok bozulurum ve cevabı yayınlamam... Böyle bir insanım... Tavşanım ben... Dağlara küserim ama küser küsmez dağları haberdar ederim... Gerisi onların bileceği iş...

Linkler:
Bankalararası Kart Merkezi
Chip&Pin Resmi Web Sitesi

8 Mayıs 2006

İçimizdeki Teletubbies



Bildirgeç'te marketallica'nın yazısında okudum kendi kişisel tarihime not düşmeden edemedim; Barcelona'da yerleşik Emiliana Design Studio müessesesi üç boyutlu halı tasarlamış..! Evet evet, halı... Hem de üç boyutlu... Fotoğraflara bakınca içimdeki Teletubby ortaya çıktı, hadi benden Teletubby bile olmaz o zaman en azından sırtını bayıra vermiş kumandası elinin altındaki abi olmak istedim...



Ogo'nun bu aşamada kreatif katılımını bizden ve Barcelona ahalisinden esirgememesi lazım; Mesela hemen üretici firmaya giderek yeşil renkli halının kendinden mangallı modellerini piyasaya sürme önerisini sunmasını bekliyorum ve iddia ediyorum ki bu model kışa doğru memleketimizde yok satar..!

7 Mayıs 2006

Mac OS X on (my) Intel



Kurulumunu izlemek bile çok güzel, -galiba anti-aliasing yüzünden-monitor aynı monitor, bilgisayar aynı bilgisayar ama ekrandaki görüntüler bir başka güzel...

Kurulum tabii ki sorunsuz, dil seçimi, disk formatlama ve üç-beş nazik sorudan yaklaşık 45 dakika sonra ben bi kapatıp açacağım diyor, e tamam ama o da ne açılırken "HFS+ Partition Error" diye bir şey yazıyor..? Araştırılıyor Chain0 marifetiyle Windows bootloader'ın sorunu çözdüğü söyleniyor, gerçekten de "HFS+ Partition Error" artık yok ama bu sefer de GUI'ye geçemeden ekranda takip edemediğim yazılar akıyor ve sanki ben yokmuşum gibi davranıp bilgisayarı resetliyor...

Az kaldı biliyorum ama bu noktadan daha ileriye nasıl geçeceğimi henüz bilmiyorum... Belki de başka bir bilgisayarda sorunsuz çalışır..? Evet evet denemeye değer...

2 Mayıs 2006

Live hakkında bir yazı yaz.

“Looks like I've lost my will to carry on, my friend" she said
And you can hear it in my whispered cries for love
I need your blissful touch to carry me away again
So can we roll tonight, roll through your desert, can we start over and just...

Run away, run away tonight
It aint no victory, but I don't care, I don't care if its wrong or right
We can just run away, run away tonight
It aint no victory but I don't care, I don't care if its wrong or right *

Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz.

* Runaway, Awake / The Best of Live

Tasarlanmaz planlanır...

Yıllar öncesi... Pek havalı bir toplantı odası, içerisi kalabalık... Arka bahçeye açılan boydan boya cam kapılardan Japon bahçesinin küçük yuvarlak havuzu görünüyor ki bu havuz tasarlanma(!) amacı dışında akan suda karpuz soğutulur mu tezini doğrulamak için bir laboratuar olarak da kullanılıyor daha sonraları... Beyaz tahta başındaki adamlar değişiyor, toplantıda hararet yükseliyor ve "Şehir tasarlanmaz, planlanır!" cümlesini duyuyorum ama bu cümle bu toplantıda niye var anlayamıyorum... Ogo'ya bakıyorum o çoktan Japon bahçesine dalıp gitmiş...

30 Nisan 2006

The Architecture of Happiness | Alain de Botton



Binalar bizimle konuşabilir mi? Bir şekilde bizimle(ruhumuzla/aklımızla) iletişime geçebilirler mi? Cevap evet ise, ve onların dilini anlayabiliyorsak, nasıl oluyor da etrafımız berbat binalarla çevrili olabiliyor? Bu kadar zaman sonunda yeni(yapılacak) bir binanın hem güzel hem de kullanışlı olacağından emin olamıyor olmamız hayret verici değil mi? *


Şahsen tanışsaydık sık sık bir araya gelip soğuk biralarımızı yudumlarken keyifli sohbetler yapacağımızdan emin olduğum için gıyabında kendisinden çok yakın arkadaşım olarak bahsettiğim, Statü Endişesi ve Felsefenin Tesellisi gibi ilginç kitapların yazarı Alain de Botton, web sitesi aracılığı ile bir süredir üzerinde çalıştığından bizi haberdar ettiği yeni kitabı "The Architecture of Happiness"ı sonunda bitirdi ve kitabın İngilizce baskısı 20 Nisan'da piyasaya sürüldü.

Türkiye'de ne zaman ve hangi isimle çıkacak bilmiyorum ama "The Architecture of Happiness" ın adından da anlaşılacağı gibi Alain bu sefer de mimari/mekan -ve doğal olarak çevre- ve mutluluk arasındaki ilişki üzerine kafa yoruyor ve yormamız için de bizi teşvik ediyor. Nereden çıktı demeyin, eğer siz de benim gibi hergün geçtiğiniz yollardaki binalara, binaların yerleşimlerine, pencelerine, kaldırım taşlarına, merdivenlerin trabzanlarına, koridorlara ve binaların içinden dışarıdaki hayatın/şehrin nasıl göründüğüne bakıp -evet hergün ve hergün bakıp- her baktığınızda da "Aslında şöyle olsa daha güzel olurdu" diyorsanız ve kafanızda yarattığınız bu yeni mimariyle/peyzajla birkaç saniye de olsa mutlu oluyorsanız bu kitabı okurken kafanızdaki pek çok soruya yanıt alacağınıza, yanıt bulduğunuz pek çok soruya karşılık da yeni sorular sormaya başlayacağınıza şimdiden eminim.

Aslında değişik ölçeklerde (şehir, bina ve eşya) "tasarım"a herkesin bilinçli ya da bilinçsiz olarak kafa yorduğuna ve "tasarım"dan etkildendiğine eminim. Son yıllarda birlikte vakit geçirdiğim dostlarım da farkındadır, sürekli "Bu şehir(ler) neden güzel değil, neden güzel binalar yapıl(a)mıyor?" ya da "Neden bu şehir(ler) gitgide çirkinleş(tiril)iyor?" sorularını sıkça sordum, binalar ve şehir(ler) hakkında bolca hayaller kurdum. Geçen sene başlarında Mimarlık Dergisi'nin 311 numaralı sayısında yayınlanan "Dosya: Soruşturma 2003, Mimarlık Geçmişini Değerlendiriyor, Yapılar Sıralaması" başlıklı yazıyı okuduktan sonra ise farklı geçmişlerden ve değişik meslek gruplarından dostlara yaşadığımız şehirdeki binalar/projeler özelinde sorular sormaya başladım; Beğeniyolar mıydı, acaba o binanın diğer binalar ve şehirle ilişkisi üzerine kafa yormuşlar mıydı, ya da en azından hiç o binanın farkına varmışlar mıydı, acaba yaşadıkları şehrin dokusu hayat kalitelerini ve daha da önemlisi yaratıcılıklarını nasıl etkiliyordu..? Tahmin edileceği gibi birbirinden çok farklı cevaplar aldım ve bu cevaplar sonucunda Mimarlık dergisindeki yazıya da -haddim olmayarak- atıfta bulunarak "Daha Güzel Bir Şehirdeki Ben" başlıklı bir yarı-kurgu yazı yazmaya niyetlendim ama Aralık ayından sonra yazmaya ara verince bu yazıya da başlayamadım doğal olarak... Belki de hayatımdaki bu kesinti hayırlı oldu, geçen zaman içerisinde gıyabında yakın dostum Alain yazımda önemli bir kaynak olacak kitabını bitirmiş oldu.

Sonuçta, web sitesinde yer alan kitaptan alıntı ve The Sunday Times ile The Times gazetelerinde Nisan ayı içerisinde yayınlanan incelemeler doğrultusunda mekan/mimari ve insan(psikolojisi) üzerine okunabilecek ilginç kitaplardan birisi "The Architecture of Happiness"... Eğer hala ikna olmadıysanız kitabı okuduktan sonra yazacağım daha detaylı yazıyı bekleyin derim.

Bu arada biliyorsunuz Alain sadece kitap yazmakla kalmıyor, kitaplarına konu olan mevzular hakkında belgeseller de çekiyor. Web sitesinde "The Architecture of Happiness" belgeselinden üç kısa alıntı da yer alıyor, özellikle "Flying over London with Norman Foster" ve "Islamic Architecture" başlıklı klipler yukarıda anlattıklarımı ilginç bulanları sadece kitap hakkında değil belgesel hakkında da meraklandıracaktır.


* Review, Hugh Pearman, The Sunday Times, 23 Nisan 2006


Linkler :

25 Nisan 2006

Ogo'dan Yeni Blog ve Prag Fotoğrafları


Ogo, bloglar zincirine bir halka daha ekledi, daha doğrusu Ogo's Attic adlı blogundaki maceralarına artık http://ogomogo.com/blog/ adresinde devam ediyor ve ilk yazılarından birini Greta ile geçen günlerde yaptıkları Prag gezisine ayırdı. Prague Photos and Images başlıklı yazıda harika bir kompozisyon içerisinde Ogo'nun gözünden Prag var. Tabi ki bu kadarla kalmıyor, Greta'nın Prag fotoğraflarını ise El Rincon De Greta adlı blogunda Ceska Republika başlıklı yazısında görebilirsiniz.


Prag'a benim gibi çeşitli sebeplerle -şimdilik- sadece hayal edip de bir türlü gidemediyseniz sakın kaçırmayın derim...


Ads by AdGenta.com


23 Nisan 2006

Yeniden...

Yazacak bir sürü şey birikti, kimileri not alındı kimileri unutuldu...

Yeniden başlıyorum, kaldığım yerden...

Yolum açık olsun.

21 Nisan 2006

Emek

İnsan karşılığını alamayacağını bile bile niye emek sarf eder ki, anlaşılan sadece emek harcamaya ihtiyacım varmış. Karşılığını alamadıkça daha çok daha çok daha çok emek verdim ve şimdi fark ediyorum ki tüm "keşke"lerimi öldürmek adına, yeterince emek harcamadığım için sonradan pişman olduğum tüm zamanlar adına ısrarla uğraşmışım son ana kadar. Artık nefessiz kalıp kendini dışarı atmak istediğim, kendi kendime yeter artık kapıdan çıkıp gitmem lazım dediğim halde vucüdumda bir gram ter kalmayana kadar kaldığım bir sauna odası gibiydi ya da belki de cazip bir cehennemdi.

Ama -sonuçta- dışardayım artık, hakeden herşeyden/herkesden daha çok emek verdim/terledim ve şimdi sıra bu kadar emeğe karşılık verecek birşeyi/birisini bulmakta... Çünkü emek vermek çok güzel.

21 Aralık 2005

Aslını Görmenin Keyfi | Erhan Karaesmen

Erhan Hoca'nın Cumhuriyet'te 20 Aralık günü Picasso ve Dubuffet sergileri ile ilgili olarak yayınlanan yazısı mutlaka okunmalı! Özellikle sanat eserinin biricikliği konusundan bahsettiği yer çok önemli bence... Ve tabii ki Ogo'ya teşekkürler!



Picasso ile Stravinsky'nin kendi dallarında evrensel ölçekli geniş ufuklar açışlarındaki benzerlikler, uzunca dönemler tartışılmış ve yorumlanmıştır. Resimde ''Les Desmoiselles d'Avignon'' çok değişik ve hınzır bir şeylerin başlayışının işaretiydi. Müzikte ise Ateş Kuşu-Petruşka dizisiyle gelişip ''Bahar Ayini'' ile doruğuna ulaşan benzersiz değişimcilik oyunu hâlâ hayranlıkla anımsanmaktadır.

Sabahleyin orkestra konserinde Stravinsky dinleyip öğleden sonrasında Picasso' ları görmeye gidiyorsunuz. Hele bir gün öncesinde de Dubuffet' leri görebilme şansını bulmuşsanız, hiç eksikliğiniz yok. Bunlara mekân oluşturarak, İstanbul çok hoş bir tablo çiziyor.

Medyatik tüketimsel unsurlarla çok fazla hamur oluşu günümüz İstanbul'u için haklı yakınmalara yol açabiliyor. Ancak, tüketim merakının sanatsal-kültürel düzlemlere de yansımasının sonucu olarak değişik bir istemcilik doğabiliyor. Böylece Picasso yapıtları, Dubuffet resimleri, aynı dönemde İstanbul'da buluşabiliyor. Aslında her iki serginin de ileri düzeydeki meraklıları tam tatmin etmesi söz konusu değil. Dubuffet'de baskı ürünü gravürler büyük çoğunlukta. Tuval resimlerinin sayısı epeyce az ve bunlar da büyük Dubuffet'yi tam anlatmaya yetmiyor. Özbeöz torununun düzenleyiciliğini yaptığı Picasso sergisi ise desen, tabak çanak (ve bu arada Pablo Usta'nın önemli bazı resimlerinin replikası olan, ama ciddi bir sergi için epeyce hafif kalan duvar halıları) ağırlıklı olmuş. Büyük Picasso'nun asıl güçlü özelliklerini tanıtmaya yarayacak yağlıboya renkli tuvaller ise özel koleksiyonlardan ve muhtemelen biraz da aile arşivlerinden yararlanarak bir araya getirilmiş, evrensel sanat değerlendirmesi ölçütleriyle konuşursak daha ziyade vasat düzeyde bir yapıtlar topluluğunu ortaya koymuş bulunuyor. (Ancak, büyük ustanın bilinegelen benzersiz bir çizme rahatlığını ve desen gücünü yansıtan gençlik dönemi desenlerinden bir bölümü yine de dikkat ve hayranlık çekici.)

Sanat yapıtının biricikliği

Batı ülkelerinde öteden beri sanat-kültür dünyasının destekçiliğini zevk sahibi varlıklı insanların yaptığı bilinir. Kentsoylu toplum katmanının sanatsal yaratıcılığa ve etkinliğe epeyce bir anlayarak ilgi gösterişinin yanı sıra bunların arasından varlık durumu daha uygun olanların maddi destekçiliği benimsediği de uzaktan takdirle izlenir. Bizdeki iş dünyasının bazı kesimlerinde de benzer bir sahipleniciliğin ortaya çıkışı ilginç bir gelişmedir. 'sponsorluk' falan gibilerden bir toplumsal kültürel işlevin ortaya çıkışına tanıklık edilmeye başlanıyor. Bu destekçilik ve benimseyiciliğin geniş kapsamlı uluslararası sergileme işlerini de gündeme alışı memnuniyet verici bir olay. Böylece eksiklere, gediklere karşın Picasso ve Dubuffet İstanbul'a hoş gelmiş oluyorlar.

Bu vesileyle, bir plastik sanat yapıtının aslını görmenin önemi ve keyfi üzerinde biraz durabilme fırsatı yakalıyoruz. Kitap basılarak çoğaltılır; sinema filmi zaten çoğaltıldıktan sonra defalarca gösterilme mantığına göre hazırlanmıştır. Müzik sanatının yapıtları, radyo-televizyon, plak-CD ve en son yayın sistemi olan bilgisayar aracılığıyla dinleyicinin ve tüketicinin kulağına iletilir. Oysa plastik sanatların ürünü olan resim ve heykel, sadece bir tanedir. Klonlamayı düşündürtebilecek türden modern yöntemlerin falan da sanat eserinin bu ''biricik'' liğini ortadan kaldırması olanak dışıdır. İzleyicinin bunu en azından kafasında canlandırabilmesi için reprodüksiyon tekniklerinden, fotoğraf dünyasının olanaklarından yararlanılmasına çalışılır. Ancak, aslı birkaç metrekare yüzeylere yayılmış bir büyük yapıtı, meraklısı bir izleyici için, kitap ya da kartpostal boyutunda bir fikir vericiliğe indirgemek aslında çok yetersiz kalıyor. Öte yandan, heykel olayındaki üç boyutluluğun bir küçük resim sayfasına sığdırılarak anlatılabilmesi çok zordur. Buna göre bir plastik sanat ürününün o tek, tekil, biricik olan aslını görebilmenin ne denli önemli olduğu ortaya kendiliğinden çıkıyor.

İşlenmeden dışa vurulmuş imgeler

Hatası ve sevabıyla birlikte iki önemli çağdaş sanatçıdan toplamda iki yüzü aşkın yapıtın asılları birkaç aylığına el altındadır. Gidiniz; görünüz onları. Elinizle dokunmasanız bile, ruhunuzla okşayın bu yapıtları. Büyük Picasso'nun, henüz on beş yaşındayken gürleyerek dışa vuran dehasını sergileyen Barselona'daki o nefis müzeden gelmiş birkaç gençlik yapıtının önünde diz çökünüz.

Picasso sanat dünyası dışında da çok bilinen, popüler ve medyatik bir şöhrete sahipti. Buna karşılık, Dubuffet, sadece sanat dünyası insanlarının bildiği ve yücelttiği bir büyük adamdır. Kendisine varsıllık sağlayan şarap ticaretini bırakıp kırk küsur yaşından sonra resim sanatına gelmiş bir otodidakttır Jean Dubuffet. Geçen yüzyılın ortalarında çağdaş sanatın tüm oyunlarının oynandığı ve tüm kurallarının yerleştiği varsayılan bir dönemde tüm anlatım yöntemlerine karşı çıkmayı becerecek müthiş bir beyin gücüne ve entelektüel birikime sahipti. Doğadan ve insanın içinden fışkırdığı gibi hiç işlenmemiş (brüt) haliyle dışarı vurulmuş imgelerin şiirsel bir sentezinin peşindeydi. (Dubuffet'nin o olağanüstü Paris-Georges Pompidou sergisinin, hayranlık dolu izlenimlerini, bir yazımızda Cumhuriyet okurlarıyla paylaşmış olduğumu anımsıyorum.)

Buna karşılık Picasso ile ilgili olarak çeşitli dillerde bol miktarda yazma, konferans ve TV söyleşilerinde konuşabilme fırsatı bulmuşumdur. Kendisini etten kemikten, kısa süreli bir rastlaşma çerçevesinde de olsa, tanımış bulunmanın onur verici ve zevkli anısını hep içimde yaşatmışımdır. Bundan önceki dönemlerde sadece birkaç deseniyle de olsa, Picasso yapıtlarının Türkiye'de sergilenişinde okurlara ''gidiniz görünüz'' mesajları veren bir şeyler yazdığımı da hatırlıyorum. Medyatik ve güncel olayların peşinden bir çeşit vazife gibi koşan İstanbul insanlarının adı çok geçen bir yerde bulunma dürtüsüyle Emirgan'daki köşkün salonlarını dolduracağından emin olunabilir. Tümü gerçek sanat meraklısı, resimden anlayan kimseler olmayabilir. Az sayıdaki daha iyi niyetli meraklıların ise hele daha önce asıllarını hiç görmemişlerse, bu kadar çok Picasso'nun İstanbul'da duraklamasından büyük mutluluk duyacağı kesindir. Yazıya Stravinsky ile girmiştik. Metnin sonunda da Stravinsky-Picasso yakınlığının altını çizelim. Bu iki dâhinin kendi dallarında evrensel ölçekli geniş ufuklar açışlarındaki benzerlikler, uzunca dönemler tartışılmış ve yorumlanmıştır. Resimde ''Les Desmoiselles d'Avignon'' çok değişik ve hınzır bir şeylerin başlayışının işaretiydi. Müzikte ise Ateş Kuşu-Petruşka dizisiyle gelişip, 'Bahar Ayini' ile doruğuna ulaşan benzersiz değişimcilik oyunu, üzerinden yüzyıla yakın zaman geçtikten sonra, hâlâ hayranlıkla hatırlanmaktadır. Bu çok büyük adamların anılarına derin saygıyla...

18 Aralık 2005

The Movies



Imagine you could make any movie you wanted to. Imagine you could pluck someone from obscurity and make him or her the hottest star in Tinseltown. Imagine that you had control of an entire movie studio, competing with others to create a string of box office smashes. Imagine being able to use your judgement alone, deciding whether success lies with epic action pictures or lots of low budget, hammy 'B' movies.


İnanamıyorum..! Sıkıntıdan kendime oynamak için yeni bilgisayar oyunları ararken galiba dünyanın en enteresan -ve kuvvetle muhtemel en güzel- oyunlarından birini buldum; The Movies.

Özetle oyun şu; 1925 yılından başlayarak 2005 yılına kadar geçen zaman çizgisi üzerinde yönetmen, yetenek avcısı da ya da prodüktor olarak bir film stüdyosu kuruyor ve film üretiyorsunuz. Ürettiğiniz filmlerle para kazanıp, yeni filmler yapıyorsunuz. Yani tam anlamıyla bir "Film Prodüksiyon Simülasyonu"!

Oyundan görüntüler de inanılmaz güzel üç boyutlu sahneler içeriyor, tabi bu da oyunu oynamak için oyun canavarı bir bilgisayara ihtiyaç duyulacağı anlamına geliyor.

Ben koşarak oyunu bulmak üzere ufukta kayboluyorum, oynadıktan sonra daha ayrıntılı yazacağım ama o zamana kadar bekleyemem diyenler Fatih Tiryaki'nin TrGamer'daki "The Movies" incelemesini okuyabilirler.

Bu arada The Movies'in oyun tasarımcıları arasında en önde gelen isimlerinden ve "God Games" tabir edilen tarzın (Black&White mesela..) babalarından birisi olan Peter Molyneux oyunu olduğunu da söylemek lazım. Yani artık Sid Meier öldü -ki ben hala Pirates oynuyorum- yaşasın Peter Molyneux..!

Linkler :
The Movies Official Site
Lionhead Studios The Movies Site

15 Aralık 2005

Güneş Kafalı Adamlar



"Önceleri ne Ay ne de Güneş varmış.
İnsanlar havada uçar dururlarmış.
Uçarken de çevrelerine ışık saçarlarmış."*


Sır adamlar, göğe uçan kuyruklu insanlar, kozmik yolculuklar, bedensel başkalaşımlar. Atlas'ın Aralık sayısında Servet Somuncuoğlu'nun fotoğraflarıyla süslediği "Şaman İzler, Saymalıtaş, Orta Asya'daki Bilinçaltımız" başlıklı yazıyı görünce aldım dergiyi. Orta Asya figürlerine olan merakım aslında çok da eskiye gitmiyor, Mehmet Siyah Kalem hakkında burada yazalı da çok fazla olmamış ama Pagan ritüelleri ve Şaman törenleri hep ilginç geldi bana...

Somuncuoğlu'nun gezi yazısı Kırgızistan'ın Tanrı Dağları'nda 3 bin 500 metredeki bir vadideki granit taşlara oyulmuş Saymalıtaş kaya resimlerinden bahsediyor. Ya da resim değil, "Petroglif" demek daha doğru galiba; Petroglif yazı öncesi dönemin yazı dili imiş..?

Konu çok ilginç ama yazıyı pek doyurucu bulmadım açıkçası, yazar ortam ışığının değişkenliği ve kayaların parlak yüzeyleri nedeniyle fotoğraf çekmenin zorluğundan da bahsetmiş ama bir türlü Saymalıtaş'da olduğumu canlandıramadım gözümde...

Yazıyı okurken, aslında daha çok yüzyıllar önce kayalara kazınmış şaman figürlerini -üçgen formlu hayvanlar, kuyruklu ve güneş kafalı insanlar, gamalı haç, yılansı boynuzlar, ejderhalar ("Acırğa" lar), gezegenler(?), spiraller ve çiftleşen(!) insanlar - incelerken bir süre önce seyrettiğim ve Gobi Çölü'nde yaşayan bir Moğol aile ile ilgili belgesel olan "Ağlayan Devenin Öyküsü"nden bir sahne geldi gözümün önüne; Çölde yaşayan aileler dua etmek için çıplak bir yükseltinin tam ortasına diktikleri bir direğe mavi -ki maviyi doğadan elde etmek ne zordur- kumaş parçaları bağlayarak paganist bir tören yapıyorlar;



Biz Moğollar doğaya ve onun ruhlarına saygımızı sunuyoruz,
Bugün insanoğlu, hazineleri için yeryüzünü alt üst edip duruyor,
Bu yüzden bizi kötü havalardan ve hastalıklardan koruması gereken ruhlar kaçıyor. Yeryüzünde yaşayan son nesil olmadığımızı unutmamalıyız.
Şimdi bağışlanmak için dua edeceğiz,
Böylece ruhlar geri dönecek.
...


Sonuçta kafa karıştırmaya gerek yok, herşey net; Doğaya saygımızı sunuyoruz, güneş kafalı adamlar gökyüzünde uçuyor ve günler geçiyor şu hayatta...

Ve bu yazının özeti şu aslında; Güneş kafalı bir adam olup -tercihen- kedi bedeninde gökte dolaşmayı istiyorum şu anda diğer şamanlarla...

* Gecename, Altay Türk Efsanesi

14 Aralık 2005

Vega | Hafif Müzik

Mecburen evde geçirilen günlerin sayısı arttıkça dışarı çıkmak pek bir kıymetli oluyor, insan türlü bahaneler yaratıp bir yarım saat de olsa dışarıda olmanın değerini daha iyi anlıyor.



İşte böyle mecbur günlerden bir sonraki mecbur gündü bugün... Müzik kanallarında bu aralar sürekli yayınlanan Vega'nın "Serzenişte" adlı klibini seyredince haberim oldu grubun "Hafif Müzik" adlı yeni albümünün yayınlandığından. Ve bu mecbur günün kaçışı da Vega oldu tabi, öğleden sonra kaçıp aldım "Hafif Müzik"i...

Klip ve albümün grafik tasarımını çok beğendim, bir iki kelam etmek isterdim ama sanırım az önce bunu yapmayı daha sonraya erteledim kendi kendime. Müziğine ise bence diyecek birşey yok, grubu dinleyenler bilirler; Beğenen zaten beğeniyordur.

Neyse yani özetle albüm alındı, hemen itina ve tabii ki ITunes'un yardımı ile en kalitelisinden (Tabii ki 320Kbps) Mp3'e dönüştürülerek iPod'umun hafızasında Vega şarkıları için özenle ayırdığım silikon hücrelere depolandı ve keyifsiz beklemeler ve keyifli yolculuklarda dinlenmek üzere yerini aldı.

"Serzenişte" zaten çok güzel bir şarkı, "Elimde Değil" ve "Yok" da ilk dinleyişte beğendiklerim oldu bakalım biraz daha dikkatli dinleyince favori listem değişecek mi? Ha bir de "Ankara" diye bir şarkı var, adı üzerinde işte; "Ankara"...

Link:
Ideefixe : Vega | Hafif Müzik

8 Aralık 2005

Mavi Ay

Bu sene grip aşısı olduğumdan bu yana geçirdiğim üçüncü orta ve yüksek şiddetli grip yüzünden son birkaç gündür televizyon karşısında bolca ve hem de -maalesef- ayık olarak vakit geçirmek zorunda kalınca yıllar sonra tekrar yayınlanan çocukluğumun en önemli televizyon dizilerinden Mavi Ay'ı izleme fırsatını buldum.



Mavi Ay'ın angi yıl(larda) yayınlandığını hatırlamıyorum ama televizyon dizilerinin pek kıymetli olduğu çocukluk yıllarıma doğru geriye dönüp düşününce "Atlantis'den Gelen Adam" ve "Kökler" ile birlikte ilk aklıma gelen üç diziden biri oldu. Deniz aktiviteleri ile olan yakınlığımı düşününce Atlantis'den Gelen Adam'ın bende pek iz bırakmadığı ortada, Kökler dersek zaten hayal meyal hatırlıyorum ama tekrar seyredince Mavi Ay'ın ve özellikle şımarık oğlan çocuğu kıvamındaki cevval hafiye David Addison (Bruce Willis) karakterinin üzerimde fevkalade etkisi olduğunu farkettim. Şimdi denilebilir ki; O kadar dizi, o kadar uçan kaçan adam gibi karakter varken bu zibididen mi etkilendin o çocuk kafanla..! Ama insan beyni böyle birşey, hangi reseptörleri kapatıp hangi bilgiyi ne kadar saklayacağımız konusunda pek bizimle ekip çalışmasına yatkın olduğu söylenemez, o genelde tek başına çalışıyor... En azından benimki öyle...

Tabi dizide bir de "Maddie Hayes (Cybill Shepherd)" müessesesi var ki, bir kadın nasıl bu kadar entersan bir güzelliğe sahip olabilir yıllar sonra yine bilemedim..! Ve fakat vurgulamadan da yapamayacağım, dizinin ilk yayınlandığı yıllarda hiç farketmemiştim ya da en fazla çocuk kafamla "Yahu kadın nasıl böyle ışıl ışıl bakıyor" filan demişimdir ki dizide Cybill Shepherd'in sadece ve sadece tek başında olduğu kadrajlarda adamlar yıldız filtre denen görüntüyü yumuşaklaştırıp, ışıkları dağıtan bir filtre kullanmışlar ve bu yüzden Maddie Hayes öyle melek gibi ışıl ışıl görünüyormuş yahu..! Boşuna demiyorlar televizyona aptal kutusu diye, işte kutu işte aptal... Yani ben..!



Neyse, bu yaştan sonra yapacak birşey yok, bari iyileşene kadar Mavi Ay'ın diğer bölümlerini de izleyeyim de en azından David Addison'un kötü alışkanlıkları varsa üzerimde etkili olan onları tespit edip kurtulmaya çalışayım!

iMeeting

Bugün yayınlanan Resmi Gazete'nin mükerrer sayısındaki kanun hükmündeki kararname ile tüm devlet ve özel sektör kurumlarında yapılan toplantılar sırasında iPod kullanımı serbest bırakıldı.

Bugün katıldığım ve yaklaşık bir buçuk saat süren toplantıda düşündüm bunu... Toplantı odasına girilse, herkes toplantının başlama saatinde kendi iPod'unun kulaklıklarını kulağına taksa ve toplantı bitene kadar yüksek sesle istediğine istediğini söylese..? Nasılsa herkesin kulağında kendi kulaklığı var, herkes istediğini söylebilirken istediğini de dinleme özgürlüğüne sahip olacak böylece!

Evet bu kanun hükmündeki kararname bugün yürürlüğe girdiğine göre bundan sonra saatlerce sürecek toplantılara daha rahat katlanabilirim, yeter ki toplantıdaki herkesin kulağında beyaz kulaklıklar olsun...

Prag*Prague*Praga*Praha ha ha!



Prag serisi, Prag üzerine Türkçe bir blog ile devam ediyor;

Prag*Prague*Praga*Praha ha ha!
"ve Çek Cumhuriyeti ve ondan şundan bundan"

6 Aralık 2005

Opel Astral Time Traveller

Yaklaşık iki hafta kadar önce kullandığım otomobilin aküsü bitti. Tabii ki akü durup dururken bitmedi, bu aralar aklım/kafam pek yerinde olmadığı için arabanın farlarını bütün gün açık unutup akşam yanımda bir Alman bir de Fransız'la geri döndüğümde halim gerçekten görmeye değerdi.

Bir Alman, bir Fransız ve bir Türk'den oluşan grubumuzun ilk şaşkınlığı atlatması uzun sürmedi çünkü inanılmaz bir yağmur yağıyordu. Kısa bir süre sonra kısa çöpleri çeken Alman ve Fransız arabayı itmeye başladılar, ben de içeride arabayı "Second gear..! Nowww!" sesleri arasında çalıştırmaya uğraşıyordum.

Her neyse sonuçta araba çalıştı, bir Alman, bir Fransız ve bir Türk'den oluşan ideal fıkra ekibi olarak yeni maceralara doğru yola çıktık ve bu mevzu ertesi gün birkaç gülüşmeden sonra unutuldu.

Unutuldu ama arabanın aküsü bittiği için orta konsoldaki sayısal saat ve tarih göstergeleri de sıfırlandı. Yani aslında saat sıfırlandı demek daha doğru çünkü tarih göstergesi 1 Ocak 1997'ye döndü.

Kol saati kullanma gibi bir alışkanlığım olmadığı için hemen arabanın saatini ayarladım ama tembelliğimden tarihe dokunmadım o gün...

Ve dün tarih göstergesine baktığımda 11 Ocak 1997'yi gösterdiğini farkettim, akü macerası da ilk anda aklıma gelmediği için acaba arabam bir tür zamanda seyahat gemisine mi dönüştü diye düşündüm..? Ancak önce aynadan kendime ve ardından cep telefonumun tarihine bakınca kendime geldim ve akü bittikten sonra tarihi ayarlamadığımı hatırladım! Ve bir an düşündükten sonra iyi ki ayarlamamışım dedim kendi kendime; Çünkü iki gündür arabaya binince tarihe bakıyorum ve tam o olarak o gün nerede olduğumu ve neler yaptığımı hatırlamaya çalışıyorum! Başarılı olabiliyor muyum..? Henüz gün bazında değil ama dönemsel anılar getirebiliyor beynim geçmişten bu tarafa ama denemeye devam edeceğim tabi, zamanda yolculuğun kolay olduğunu kim söyledi ki zaten..?

1 Aralık 2005

Ve...



Ve hayat... Hergün yavaşça ve pür dikkat geçtiğin yollar ve virajlardan saatte yüzkırk kilometre süratle geçmek...



Ve alkol... Keyifli dostalarla geçen akıllı sohbetler ve ardından yapayalnız son sürat eve -aslında hiçbir yere- dönerken hayatını kurtaran trafik işareti...



Ve yalnızlık... Sadece trafik işareti, annen ve birkaç eski dost -sadece en en en eskiler- ağlar büyük ihtimalle ardından...

28 Kasım 2005

Depeche Mode | Precious

Angels with silver wings
Shouldn't know suffering
I wish I could take the pain for you

If God has a master plan
That only He understands
I hope it's your eyes He's seeing through

Things get damaged
Things get broken
I thought we managed
But words left unspoken
Left us so brittle
There was so little left to give

I pray you learn to trust
Have faith in both of us
And keep room in your hearts for two


Sürekli dinliyorum... Dinliyorum ve mırıldanıyorum bir dua gibi...

20 Ekim 2005

Shri Live & Burhan Öçal

Tanıtım broşürünü tam olarak okumadığım için sanırım; Konsere giderken bir Burhan Öçal şovu içerisinde Shri Live'ı da izleyeceğimi düşünmüştüm. Oysa son derece net bir şekilde yazıyormuş; "...Hint kökenli bas sihirbazı Shri, özel konuğu Burhan Öçal ile buluşuyor"

Dün gece izlediğim "Shri Live & Burhan Öçal, Ritim Ustalarının Buluşması" konserinden bahsediyorum. Kalıptan çıkma bir cümle olacak ama yine de yazacağım; Shri Live, zaman zaman Burhan Öçal'ın da katılımıyla inanılmaz bir gösteri sergiledi. Gösteri diyorum çünkü izlediğim şey bir konser değildi özellikle Shri Live'ın vokalisti Rags ve tabii ki Shri'nin performanslarını düşününce.



Ancak "Doğal/Hakiki Entellektüel" Sayın Zındırzımba'nın da tespit ettiği gibi Burhan Öçal ile Shri Live'ın beraber sergilediği performans için iyi demek pek de mümkün değil açıkçası, ayrı ayrı değerlendirdiğimizde hem Shri Live hem de Burhan Öçal inanılmaz keyif verdi ama beraberlerinde -belki de dün geceye has- bir kan uyuşmazlığı vardı...

Shri Live'den "Son yıllarda İngiltere başta olmak üzere tüm Avrupa'yı etkisi altına alan Asya Kültürü'nü günümüz standartlarıyla buluşturan..." ve benzeri süslü birçok cümleyle bahsediliyor. Ortada bir kültür buluşması gerçekten var, Shri beslendiği kültürünü batılı grup arkadaşlarıyla inanılmaz keyifli bir şekilde sundu konser boyunca ama grubun iki vokalisti ilgimi çekti en çok: İnanılmaz bir sahne hakimiyeti olan -sanırım İngiliz- Rags, Hint kıyafetleri ve rahatlığıyla "Batı"nın "Doğu"dan duyduğu heyecanı, Batılı kıyafetler içindeki Hintli vokal Hema Jani ise ürkek tavırları ve acılı/yanık/ürkek ama çok daha etkileyici sesiyle "Doğu"nun "Batı"ya öykünmesininin göstergesi gibiydi...



Ve son olarak şunu düşündüm; Maalesef "Müzik kulağı" denilen şeye sahip değilim, kafamın her iki yanında yapışık duran iki şeye olsa olsa en fazla sıradan iki "İnsan kulağı" denilebilir. Ben bile bu müziği dinlerken bu kadar heyecanlanıyorsam, müziğin teorisini bilenler/müzik kulağı olanlar ya benim duyamadığım sesleri de duyuyor, kulağımdan kaçan ayrtıntıları da yakalıyorlarsa..?

Kıskanıyorum...

19 Ekim 2005

Uyuşmak

"... cemaatin (cemiyetin) şefkatli elini hissetmek, cemaatle uyuşmak büyük bir zevktir. Bedeli ise yaratıcılığınızdan, değişik fikirlerinizden vazgeçmektir. Cemaatin içinde sırt sıvazlamak, erkek cemaati, kendi cemaatiniz, iş arkadaşlarınız vardır."

Akşam Gazetesi'nde Serdar Turgut'un Orhan Pamuk'la yaptığı ropörtajdan alıntı.

Love Her Madly | The Doors

Don't ya love her madly
Don't ya need her badly
Don't ya love her ways
Tell me what you say

Don't ya love her madly
Wanna be her daddy
Don't ya love her face
Don't ya love her as she's walkin' out the door
Like she did one thousand times before

Don't ya love her ways
Tell me what you say
Don't ya love her as she's walkin' out the door

All your love
All your love
All your love
All your love

All your love is gone
So sing a lonely song
Of a deep blue dream
Seven horses seem to be on the mark

Yeah, don't you love her
Don't you love her as she's walkin' out the door

All your love
All your love
All your love

Yeah, all your love is gone
So sing a lonely song
Of a deep blue dream
Seven horses seem to be on the mark

Well, don't ya love her madly
Don't ya love her madly
Don't ya love her madly

Dinliyorum : "Stoned Immaculate: The Music of The Doors"

12 Ekim 2005

Alçak Uçuş

Kahramanımız tek motorlu Cessna 400 otomobili ile alçaktan uçarken kendisine gökyüzünde Çin ejderhalari ve balik figürleri çizerek uçan kuş sürüleri ile akşam yemeği olarak tarla fareleri arayan yalnız şahinler eşlik etmektedir.

Henüz ikiyüz gram kavrulmuş fındık içi yenecek kadar mesafe gidilmişken uyku açıcı birşeyler içmek ve yolun anılarını hatırlamak üzere mola verilmiştir.

8 Ekim 2005

Amat | İhsan Oktay Anar - Sonrası...

Kitap yayınlandığı öğrenildiğinin ertesi günü satın alınmış, satın alındığının ertesi günü ve neredeyse bir tam gün sonra okunmuş ve bitirilmiştir. Ve tabii ki bunda tam da hafta sonuna denk gelen ve feci halsizlik ve boğazda yanma belirtileri ile hayatı zindan eden gribal enfeksiyon nedeniyle evde karantina altında olmanın da etkisi olduğu yadsınamayacaktır...

Ve bu halsizlik ve yarı uyku halinde yapılan yanlışlar suratına buz haline getirilmiş kocaman bir kartopu gibi patlayıp da bir an için nefessiz bırakınca "Kendimi tutmalıydım ama aldığım ilaçlar beni sersem gibi yapmıştı!" diyerek hastalığın arkasına sığınılmaya çalışılacak ama artık geçip gitmenin vakti geldiği de sonunda anlaşılacaktır.


İhsan Oktay Anar'ın tüm kitaplarını okudum, bir önceki yazımda da yazdığım gibi Puslu Kıtalar Atlası için okuduğum en iyi kitap diyebilirim. Ardından yayınlanan Kitab-ül Hiyel'i de benzer bir keyifle okudum ama Efrâsiyâb'ın Hikayeleri'nden aynı keyfi almadığımı söylemeliyim.

Amat'ı nasıl bir heyecanla gidip aldığım ve okumaya başladığım malum, aynı heyecanla da bitirdim. İlk sayfaları geride bıraktığımda yıllar önce (1990 ya da 91 yılı olsa gerek..?) Metin Kaçan'ın Ağır Roman'ınını okuduğumda hissettiklerimi düşündüm. Metin Kaçan, Ağır Roman'da sadece karakterleri değil anlatıcıyı da olayların geçtiği bağlamın diliyle konuşturmuştu. Kitabı okurken buna önce çok şaşırmış, ama yazarın inanılmaz akıcı anlatımı ve hikayenin sürükleyiciliği karşısında anadilimin daha önce hiç duymadığım kelimeler ve cümlelerle bu alternatif kullanımına ilk sayfalardan sonra alışmıştım.

Anar'da Amat'da Kaçan'ın Ağır Roman'daki tarzına benzer şekilde çıkyor karşımıza; Nefessiz bir denizcilik jargonuyla okuyucuya çoğu zaman açıklama yapma gereği bile duymadan hikayesini anlatıyor ve kahramanlarını konuşturuyor. Kitapları okurken olayların geçtiği mekanları, kahramanları, detayları hayalimde canlandırma ("Hayalimde somutlama" daha iyi tanımlıyor bu durumu aslında...) alışkanlığımdan olsa gerek itiraf edeyim önce biraz zorlandım. "Rüzgar yıldız tarafından eserken orsa çeken iki fırkateyn, yelkenlerini istinga etmiş ve burnu güneydoğusuna dönük olan Amat'ın kemere hattında, beş gomina kadar açıktaydı." cümlesinin betimlediği nasıl bir resimdi, "orsa çekmek, istinga etmek, kemere hattı" ne demekti ve "beş gomina" ne kadarlık bir mesafeyi tanımlıyordu? Kısa süren bir tereddütten sonra kendimi hikayenin akışına bıraktım, bir masal okuduğumu düşünerek Anar'ın cümlelerinden kendi resimlerimi çizdim kafamda, sonuçta beş gomina dediğin şey bir gominanın beş katıydı :)

Hikaye
Gelelim hikayeye... Amat'ı bir cümlede nasıl anlatabilirim diye düşünüyorum kitabı bitirdiğimden beri, mesela "Ölümsüzlük hakkında bir roman" desem anlamlı olur mu ya da "Alternatif bir dinler efsanesi" denilebilir mi bilmiyorum. Anar kitapta İsrafil'den Nuh'a, Süleyman'dan Kırmızı Başlıklı Kız hikayesine pek çok gönderme yapıyor ve hikayenin tamamını deşifre etmek de bu yüzden biraz zaman alacak gibi görünüyor. Kitap daha yeni yayınlandığından olsa gerek, nette de hakkında tanıtım yazısı dışında pek birşey bulamadım (Aslında sadece Google Efendi'ye buyurdum o aradı). Bu noktada Ogo'nun ve kitabı okuyan ya da okumaya niyetlenen diğer arkadaşların izlenimlerini de çok merak ediyorum doğrusu...

Bu yazıyı yazdığımın ertesi günü Hürriyet Gazetesi Pazar Keyif ekinin "Kitap/Haftanın Yenileri" sayfasında Ayşe Gür'ün Amat ile ilgili olarak yazdığı tanıtım yazısına rastladım. Ayşe Gür de Amat üzerine konuşmanın zorluğundan bahsediyor;

"Yazarın diğer eserleri gibi bunu da anlatmak zor. Bu yazıyı yazmak için büyük bir hızla okudum romanı; Dönüp dönüp tekrar okuyacağımı biliyorum. Çünkü binlerce farklı şekilde okunacak romanlardan biri "Amat". Bir gemicilik ve deniz romanı gibi, bir Tevrat hikayesi gibi, bir semboller denizi gibi, bir macera romanı gibi okunabilir, kim bilir İhsan Oktay Anar'ı sevenler onu daha nasıl okuyacaktır. Ama kimseyi hayal kırıklığına uğratmayacaktır."

Kapak Tasarımı
Kitabın kapak tasarımı Suat Aysu tarafından yapılmış; Tüm kapağı önden arkaya saran kırmızı ağırlıklı doku ve arka kapakta bu dokuya yedirilmiş remil falı figürleri kaplıyor. Ön kapakta yukarıdan aşağıya yazarın adı, kitabın adında sonra ana figür olarak bir ambarlı kalyon minyatürü (1720, Sûrname) kullanılmış. Arka kapakta ise sadece tanıtım yazısı var.

Bir önceki yazımda da kullandığım kitabın ön kapağını kitap sitelerinde gördüğümde beğenmiştim ama kitabın kendisini evirip çevirdiğimde kitabın adının ve kalyon minyatürünün seçilen fonda kaybolduğunu farkettim. Belki de seçilen fonttan ama dün kitabı almaya gittiğimde, kapağı daha önce görmüş olmama rağmen raflarda pek de kolay bulmadım; Yazarın ve kitabın adı bence kolay okunamıyor/seçilemiyor.

Kapakta tek figür olarak kullanılan kanyon minyatürü ise bence çok doğru bir seçim olmasına rağmen arka fon içerisinde kaybolmuş, minyatürün perspektifsizliği içerisinde yazarın adı, kitabın adı, minyatür ve yayınevinin adından hiçbirisi kendisini öne çıkaramamış, fon-ön plan ilişkisi doğru kurulamamış.

Minyatür mü..?
Bunların ötesinde kapakta kullanılan minyatürü biraz daha yakından inceleyince bu sanat ile ilgili olarak da bir okuma planı yapmaya ve ardından da bir yazı yazmaya karar verdim; Bana hep ilginç gelmiştir, bir yandan resmin/tasvir etmenin din tarafından yasaklanmasına boyun eğip diğer yandan da biraz da ulemâyı kandırırmışcasına tamamen insanın dünyayı algısına aykırı bir resim teorisi yaratıp, -bence- inanılmaz güzellikte ve son derece naif, bebeksi yüzlü adamlar olarak resmedilen orduların kanla kazanılmış zaferlerinin kağıda dökülmesi... Seçilen renkler, perspektifsizlik ve tıpkı Anar'ın yaptığı gibi kenardan köşeden göndermeler (Örneğin Kanunî Sultan Süleyman'ın cenaze töreninin tasvir edildiği minyatürde Mimar Koca Sinan'ın gözlerden uzak bir köşede mezar için ölçü alması gibi) bu yasak-savmak üzere tasarlanmış kurallarla yapılan resimlere bakan izleyicilere tıpkı bir masal okur gibi kendi hayal güçlerini kullanıp resimlenen olayları kendilerince tasvir etme şansı veriyor gibi geliyor bana.

Ve Bir Tavsiye
Ve minyatürler, Kanunî, Mimar Sinan demişken işte bir kitap tavsiyesi daha; Mimar Sinan, Kanunî dönemi ve İstanbul'un silüetinin nasıl tasarlandığına, Mihrimah Sultan Camii ve bir sanatçının/yaratıcının aşkını nasıl ifade ettiğine dair geçmişle bugün arasında gidip gelen müthiş bir roman. Yazarken bile tekrar okumak için heyecanlanıyorum..!



Işıkla Yazılsın Sonsuza Adım, Mehmet Coral
Doğan Kitap, 2001

"Bir gün mutlu padişahın başmimarı olan Abdülmennan oğlu Sinan, güçsüz bir ihtiyar olunca, tarih sahifesinde ad ve şan bırakarak, hayırlı duayla anılmasına vesile olmak üzere, kırık kalpli, değersiz, düşkün olan bu duacı Sai'den, nazım ve nesir olarak, hatıralarını yazmamı dilediler. Elinden geldiğince, bana büyük bir huzur ve sevinç kaynağı olan bu kırık ezgili armağanı hazırladım..."

"... Sinan'ın hacimlerinde yarattığı sessiz şiirin dizelerinde arıyorum, kuracağım yeni dünyanın sütunlarını. Yapıtlarında zamanı durdurur. Sinan. Anı yoktur o mekanlarda. Zamanı geriye doğru sayamazsın. Çünkü kavramsal olarak mevcut değildir. Hiç olmamıştır..."

Mimar Sinan'ın romanı... Tarihin ateşinde yanan kahramanların, koşut kurguyla, günümüzden geçmişe dek uzanan kozmik bir çizgide gelişen olağanüstü serüveni... Umarsız bir aşk ve şaşırtıcı bir son...

(Arka Kapak)

6 Ekim 2005

Amat | İhsan Oktay Anar

Kitapları bana hayaller kurduran, yıllar sonra bile en sevdiğim kitap sorulduğunda aklıma ilk gelen "Puslu Kıtalar Atlası"nın yazarı İhsan Oktay Anar'ın yeni kitabı "Amat"ın yayınlandığını az önce Pınar'ın sayesinde öğrendim ve yarın ilk fırsatta gidip kitabı alana kadar tanıtım yazısını buraya koymaya karar verdim.



"Olağanüstü" dünyaların yaratıcısı İhsan Oktay Anar yine, tarihin gizemli sayfalarını aralayan, adeta masalsı; ironik ama derin felsefi anlamlar yüklü, şaşırtıcı, sürükleyici bir romanla çıkıyor karşımıza...

Aynalar, atlaslar, okunması yasak sır dolu kitaplar, savaşlar, gülleler, yeniçeriler... üç direkli, iki güverteli ve 58 toplu bir kalyonda ilâhî düzeni bozmaya meyyal bir kaptan, karanlığa ve kırmızı atlasa sarılı bir deniz seferi...

Kıyıda ise üç direkli, iki güverteli ve 58 toplu bir kalyon, o karanlıkta usturmaçalarını puta edip iskeleye palamar vermişti. Yelkenlerin sarılı olduğu serenler hisa edilmiş ve tez zamanda yola çıkacağını ilân için mizana direğine mavi bayrak çekilmişti. Esrarengiz adam, kalabalığı yarıp elinden tuttuğu İsrâfil'le iskeleden gemiye doğru yürümeye başladı. Kalyonun dikmesinin palangalarına asılan ve tıraka tutan gemicilere vardiyan, Yisa, sizi gidi sütü bozuk sünepeler! Yisa beraber! Varda ruhsuzlar! Varda! Bre aman! Laşka! Laşka!? diye feryat ediyor ve hurçların, sandıkların ve fıçıların ambarlara usûlünce istifine nezaret ediyordu. Güneşin doğmasına 7 saat kala esrarengiz adam, sürme iskeleden kalyonun çukur güvertesine çıkmak istedi. Fakat eline ne kadar asılırsa asılsın Eşek İsrâfil yerinden bir türlü kımıldamıyordu. O karanlıkta eline son bir kez daha asılıp Gel yâ mübarek diye nida eyledi. Bunun üzerine çocuk her nedense inat etmekten vazgeçti. Ne var ki, sürme iskelenin kayganlığından dolayı düşmemek için midir, İsrâfil'in kuşağına 40-50 yaşlarında, iri yapılı, sırma işlemeli siyah kaput giymiş biri yapışmıştı. İşte bu adam kuşağı bırakıp küpeşteye tutundu ve güverteye ayak bastı. Bunun ilâhi düzenin bozulması demek olduğunu hiç kimse bilmeyecekti.

(Arka Kapak'tan)

4 Ekim 2005

Gandy Phoebus | Blips

Gandy Phoebus'un "Aynı yatakta yatmak güzel, ama aynı rüyaları görmüyoruz" konulu ödevi için hazırladığı canlandırma videolarına mutlaka göz atın! Ben "Plus" adlı çalışmayı beğendim!

Ödev hazırlamak için ne kadar keyifli bir konu..!

Link:
Gandy Phoebus

2 Ekim 2005

Med-Cezir | Elif Şafak **

Yazmanın sadece ya da temelde "yaratmak" anlamına geldiğini sanmak hayli nahifçe bir yanılgı. Yazmak aynı zamanda "yıkmak" demektir. Yaratmak kadar yıkmak da yazıya içkindir. İlle de her zaman insana bir şeyler katmaz, kazandırmaz yazı. Öyle zamanlar var ki verebileceğinden çok daha fazlasını talep eder senden. Vermezsen eğer, arsızlaşır, zorla alır ellerinden, benliğinden. Eksiltir çoğalttığı kadar. Parçalar bütünleştirirken dahi. Çekip alıverir ayaklarının altından dünyayı. Bir bakarsın boşluktasın, salınıyorsun, sarkaç misali. *



Elif Şafak'ın "Mahrem"i okuduğum en güzel roman olmadığı söyleyebilirim ama sıkılmadan okuduğumu hatırlıyorum bir de sonu ile beni şaşırttığını. Dolayısıyla yeni kitabı Med-Cezir'i almama sebep olan şey Elif Şafak okuru olmam değildi, her ne kadar gazetelerde söyleşilerini okumuş olsam ve "Bit Palas"ın enteresan tanıtım kampanyasını hatırlıyor olsam da Med-Cezir'i bunlar için almadım.

Med-Cezir'i en sevdiğim kitapçıdaki yeni kitaplar rafında farketmemi sağlayan şey kitabın adını desteklercesine sade ama çarpıcı bir şekilde tasarlanmış olan kapağıydı. Sürekli takip ettiğim kitap sitelerinde ya da gazetelerin kitap eklerinde kitaptan bahsedildiğine rastladığım hatırlamıyorum, içerisinde Eylül 2005'de yayınlandığı yazsada sanırım kitapçılara bile dağıtımı yeni yapılmış. İlk kez elime aldığım her kitaba yaptığım gibi Med-Cezir'in de önce ön kapağını, sonra sırtını sonra da arka kapağını dikkatle inceledim. Arka kapağında kitapla ilgili bir metin bulamayınca yine her zaman yaptığım gibi kitabı hafifçe ortasından kıvırdıktan sonra sayfaları önce doğru hızlıca çevirerek -ki bunu yaparken yeni kitap kokusunu içime çekmek çok hoşuma gidiyor- ön kapağın içinden başlayarak ilk sayfalara ulaşmak isterken kitabın bazı sayfalarının siyah renkte basıldığını farkettim.

Yazarın Aries, Radikal Kitap, Milliyet Sanat dergileri ve Zaman gazetesinde yayınlanmış yazılardan oluşan kitapta her yazının ilk sayfası siyah fon üzerine beyaz (renksiz) karakterlerle basılmış. Ve bu siyah sayfaların her birinin sağ üst köşesine bir Ay ya da daha doğrusu sırayla Ay'ın halleri (Hilalden dolunaya kadar...) eklenmiş.

İç sayfalardaki bu renk ve grafik tasarım oyunu kitabın üzerinde konuşulacakları "Kapak tasarımı"ndan çıkarıp "Kitap tasarımı"na getiriyor. İç kapak içerisindeki bilgilerden kitabın Semih Sökmen tarafından tasarlandığını öğreniyoruz. Daha önce de kapak/kitap tasarımı konusunun üzerinde konuşulmaya değer bir konu olduğundan bahsetmiştim ama Semih Sökmen Med-Cezir'de Türkiye'de basılan romanlarda pek de alışık olmadığımız ama görünce kitabın içeriğinden de ayrı olarak mutlaka kütüphanemde bulunsun diyebileceğimiz yeni bir algılama modu yaratıyor. Bu çok önemli çünkü bir anlamda artık yazarın ürününe bir kapak yapmaktan çok okuyucuya "yazarın ve tasarımcının ürünü" olarak bir kitap sunuyor.

Biraz araştırınca Semih Sökmen'in Metis Yayınları'nın kurucu ortağı olduğunu öğreniyoruz. Semih Sökmen kendi yayınevinde yayınladığı pek kitabın görsel ve teknik yönetmenliğini yapmış ama sanırım Med-Cezir'i farklı bir yere koyarsak kendisine de haksızlık etmeyiz.

Kitabın içeriğinden henüz bahsetmediğimden farkındayım çünkü kitabı okumayı bitirmeden tasarımı hakkında yazmak için sabırsızlandım açıkçası... Sürekli okuru olmadığımdan yukarıda da bahsetmiştim ama daha ilk birkaç yazıda bile Elif Şafak niye yazı yazdığını, dünyanın farklı noktalarında iç dünyası ve dış dünya ile ilişkilerini bazen alt cümlelerle zorlaşan ama okudukça kendine has anlatımı okuyucuya aktarıyor.

Kitaptaki yazılardan daha henüz yarısına bile gelmeden aktarmak istediğim pek çok detay -mesela bir şeylerden kaçılarak varılan ya da gün gelip de kendisinden kaçılan şehir ve devamı- ve Elif Şafak'ın Med-Cezir vesilesi ile öğrendiğim ilk kitabı "Kem Gözlere Anadolu" var ama Med-Cezir'in tamamını okuduktan sonra yazacağım.

* Med-Cezir, Elif Şafak
LXVII Med ile Cezir Arasında Bir Dem
Metis Yayınları, 2005

** Bu yazı yazıldıktan sonra edit edilmedi.

Link:
Metis Yayınları

1 Ekim 2005

Atmasyon Spekulatif : Uzayda sarapcilik ve turizm

Ogo, "Şarap mı..?" başlıklı yazıma da göz kırparak, dünyanın üçüncü uzay turisti Greg Olsen'in Kazakistan Baykonur Uzay Üssü'nden uzaya doğru yola çıkarken yanına asma fidanları da aldığının haberini veriyor..!

29 Eylül 2005

"New version of me"

Erken saatlerde evde olursam bir yerlere çıkana kadar seyrettiğim ya da abuk sabuk saatlerde tekrar bölümlerine rastladığım bir dizi var... Dizinin kendisinden bahsetmeyeceğim, sadece boş vaktiniz varsa izleyeceğiniz sıradan bir yapım; "Üniversitede okuyan bir grup gencin günlük hayatlarında cereyan eden hadiseler" diyebiliriz konusu için.

Ve fakat aslında dizi değil ilgimi çeken, açılış jeneriğinin şarkısı... Şarkının sözleri şöyle;

Can you become
Can you become
A new version of you

New wallpaper
New shoe leather
A new way home
I don't remember

New version of you
I need a new version of me

New version of you
I need a new version of me


Bu aralar izlediğim filmlerin, dizilerin müziklerini daha dikkatli dinlediğimi farkettim...

26 Eylül 2005

Motorola Homesight | Home Monitoring & Control System



Teknolojik ıvır zıvıra oldum olası bayılırım zaten, Motorola'nın "Ev izleme ve kontrol sistemi" Homesight'ın Türkiye'ye gelmesinden ümidi kesince bari bir yazı yazayım da içimde kalmasın dedim.

Güvenlik sistemleri pek çok kişinin kulağına sevimsiz gelecektir şüphesiz ama eminim -özellikle yalnız yaşayanlar- bir çok kez keşke ben evde yokken evimi izleyebilsem diye düşünmüştür. Olayı yalnız yaşayanlardan ve güvenlikten çıkaralım, farzedelim ki evde yaşlılar, küçük çocuklar ya da kedimiz, köpeğimiz var bunları biz evde olmadığımız zamanlarda izlemek, ne yaptıklarından haberdar olmak istiyoruz.

Bu durumda etrafımızda bu işlerden anlayanlara sorarsak hemen bir webcam önereceklerdir, artık çok ucuza satılan bu kameralardan bir ya da birkaç tane alıp hele bir de broadband (ADSL, Kablo...) internet bağlantımız varsa evimizi internet bağlantısı olan herhangi bir bilgisayardan izleyebiliriz.

Buraya kadar sorun yok, bir iki webcam, biraz kablo, bir bilgisayar ve/veya hub/switch ile işi hallettik. Ama iş kamera ile izlemekten öte uzaktan evin sıcaklığını, herhangi bir su baskını olup olmadığını, herhangi bir kapının açılıp açılmadığını ya da biz yokken sessiz sakin olması gereken köşelerde bir hareket olduğunda anlamak istersek..? Biliyorum bu söylediğim şeyler zaten sıradan bir güvenlik şirketine giderseniz hemen çözüm bulabileceğiniz şeyler ama ya bu işi en ekonomik ve güvenilir şekilde üstelik evi kablolar çekmek için delik deşik etmeden ve tek başımıza yapmak istiyorsak..?

İşte bu yazıyı yazmamın sebebi bu; Motorola, Homesight ürün serisi ile tüm bu ihtiyaçlarımıza cevap veriyor! Homesight serisinde ADSL ya da Kablo modemimize bağlanan bir kablosuz ulaşım noktası (Access point) üzerinden çalışan tümü kablosuz gece/gündüz kameraları, hareket ve kapı/pencere algılayıcıları, priz kontrol aparatları (Evet evet priz kontrol aparatı, yani ofisten çıkmadan çamaşır makinenizi çalıştırıp tam eve geldiğinizde yıkamamanın sona ermesini sağlayabilirsiniz!) ve alarmlar bulunuyor!

Tekrar ediyorum; Amerika'yı tekrar keşfetmiyor Motorola, son kullanıcıya giriş seviyesinde ekonomik ve teknolojik bir ev izleme ve kontrol sistemi sunuyor ve kendin-kur modeli ile aradaki güvenlik şirketi katmanını ortadan kaldırıp kablosuz ağ teknolojilerini kullanarak en kolay ve hasarsız kurulumu vaadediyor.

Bu kadar dil dökmemin sonucunda Motorola yetkililerinin blogumu ve bu yazıyı keşfedip kendilerine sağladığım bedava reklam karşılığında bana bir adet "Homesight Easy Start Kit" hediye etmesi için kendilerine 3 tam gün süre veriyorum, bu süre içerisinde onlardan ses çıkmazsa ben arayıp "Arkadaşım bu mamüller ne zaman gelecek memleketimize?" demeyi düşünüyorum. Hadi Motorola, süren başladı..!

Linkler:
* Motorola Homesight Site
* Experience Motorola Homesight
* See How People Are Using The Motorola Homesight
Bu yazıyı sonuna kadar okuduysanız bu linki mutlaka ziyaret edin, çeşitli kullanıcı senaryoları ve ev planlarında sistemin nasıl kullanıldığı çok güzel anlatılmış. Hatta mevcut kurulumlara yeni modüller eklenerek kaça malolacağı bile öğrenilebiliyor..! Bu arada benim favorim "Frank, The Traveling Salesman"

24 Eylül 2005

Ravallama, Moritz ve ...



New Orleans'dan Ankara'ya, Barcelona'dan Paris'e geniş bir harita üzerinde çeşitli kültürleri özümsemiş olmasıyla gerçek bir "Dünya İnsanı" olmaya hak kazanmış Ogo, atmasyonspekulatif.blogspot.com adresindeki blogunda yine müthiş keyifli fotoğraf ve yazılarıyla bizi değişik dünyalara sürüklüyor..! Özellikle Ravallama, Moritz ve Centre Georges Pompidou başlıklı/konulu son yazılarına göz atmayı sakın ihmal etmeyin..!

Bu arada fabrikasında kaynağından bira içmiş ve bir anlamda şerbetlenmiş olan ekibin içerisinde ben de vardım tabii ki! Kanaatimce söz konusu ekibin dünyanın dört bir yanına dağılmış olmasında bu şerbetin de etkisi vardır..!

The Wild Thornberrys Movie



"The Wild Thornberrys" Nickelodeon'da dizi olarak yayınlanıyormuş ama ben hiç seyretmemiştim. Uzun metrajlı animasyon filmi "The Wild Thornberrys Movie" son zamanlarda seyrettiğim en keyifli filmlerden birisi oldu.

Uzun metrajlı animasyon filmler denildiğinde Disney Stüdyoları'nın etkisini görmezden gelmek mümkün değil ama bende her yeni filmde hep aynı oyuncuları izlermiş gibi bir his yaratan Disney karakterleri/çizgilerine alternatif bir çok yapım olduğunu unutmuşum. The Wild Thornberrys Movie'de bunlardan birisi; Afrika'da bir şaman tarafından kimseye söylememesi şartıyla hayvanlarla konuşma yeteneği verilen Eliza Thornberry, maymunu Darwin -Evet Darwin :), ailesi ve vahşi hayvan avcıları etrafında gelişen olaylar çok da orijinal bir senaryoya dayanmasa da her karakterin kendine has keyifli ve komik özellikleri müthiş çizimler ve teknikle birleşince geriye sadece keyifle geçirelecek bir bir buçuk saate hazırlanmak kalıyor.



Filmi seyretmeden önce müzikleri ile Oscar ödüllerine aday olduğunu okumuştum ama kapanış jeneriğinde Paul Simon'ın "Father & Daughter" adlı şarkısını dinleyince martinmystere.blogspot.com Oscar ödüllerinin hepsini kendi umumî arzum doğrultusunda Paul Simon'a ve filme verdim.

Linkler:
* The Wild Thornberrys Movie, IMDB
* The Wild Thornberrys Movie, Soundtrack Previews, Amazon.com

22 Eylül 2005

Prag'a...

Spiral şeklinde merkezden dışa doğru bölgelere ayrılmış bir şehir... Kimi zaman sadece bir kişinin geçebileceği kadar daralan sokaklarında kaybolmanı tavsiye ediyorlar, çünkü diyorlar ki "Bu şehir en iyi böyle öğrenilir..."



Aylardır görmemiştim... Dün ziyaret ettiğimde aklımda sadece iş konuşmak vardı ama konuşmada kontrolü aldığından ben ayrılana kadar -Neredeyse birbuçuk saat geçmiş olmalı- kendisi kadar keyifli ve cana yakın bir insan olan eşiyle beraber gittiği Prag gezisinden bahsetti. Diyordu ki "Beraber gittiğimiz o keyifli geceleri ve gezmeleri ile ünlü şehir bile hiç kalır, mutlaka Prag'a gitmelisin hayatımın tatilini yaşadım"... Alkollü içkiler konusundaki uzmanlığını bildiğimden -Ve nazik davetlerine rağmen bir türlü evindeki zengin koleksiyonundan tatma şansına erişemediğimden- parmaklarıyla kapattığı hortumlardan sınırsızca beyaz ve kırmızı şarap ikram eden garsonların olduğu keyifli geceleri ve şimdi adını hatırlayamadığım -Ama içerisinde tarçın olan- içkiyi uzun uzun anlatmasını keyifle dinledim... Cevabını biliyordum ama yine de sordum ; "Kafka'nın evine de gittin mi?". "Evet" dedi... "Yılbaşında da Budapeşte ya da St.Petersburg'a gitmeyiz düşünüyoruz!"

Bu konuşmadanın üzerinden tam bir gün ve daha fazlası geçmişti. Televizyonda hedefsizce kanallar arasında zaplarken Cnbc-e'de yıllar önce önce kitabını okuyup daha sonra da tekrar tekrar filmini izlediğim "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği"ne rastladım ve Teresa'nın tam da Sovyet işgali öncesinin Prag'ındaki fotoğraf çekme sahnelerini izleyince şöyle dedim kendime;

"Prag'a gitmeliyim... Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim... Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim... Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim... Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim...Prag'a gitmeliyim..."

Prag'a gitmeliyim...


Linkler:
* Prague Information Service
* Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, Milan Kundera
* Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, Philip Kaufman (Yönetmen)
* The Unbearable Lightness of Being (Wikipedia)
* Prague Spring (Wikipedia'dan)
* The Unbearable Lightness of Being, The Movie
* The Unbearable Lightness of Being, Analysis of Major Characters

20 Eylül 2005

Birinci yıl...

martinmystere.blogspot.com'un birinci yılı tüm yurtta, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve dış temsilcilikler ile Red Light District'de çoşkuyla kutlandı. Kutlama komitesi stadyumlarda gösteri yapacak kız öğrencilerin etek boylarını "Bir nebze" olarak belirledi.

Bugün bu bloga yazmaya başlayışımın tam olarak birinci yılı, "Hayırlısı Olsun" başlıklı ilk yazımı yazarken içinde bulunduğum ruh halim, heyecanım ve mutsuzluğum dün gibi aklımda hala... Zaman zaman geriye dönüp yazdıklarımı okumak, aklımdakileri nasıl yazıya dökerim diye düşünmek çok hoşuma gidiyor. Bakalım sonu nereye varacak...

19 Eylül 2005

Kedi ve Sanat



Hayvanlarda ters giden
bir şey vardı:
Kuyrukları fazla uzun
ve bir talihsizlikti kafaları.
Sonra toplanmaya başladılar
yavaş yavaş
parçaları uydurarak birbirine,
hoş bir görünüm yaratmak için,
doğum lekeleri, zerafet, heybet.

Ama kedi,
yalnızca kedi oldu tamamlanabilen,
gururluydu:
Doğuştan her şeyi yerli yerindedir ne olsa,
kendinden hoşnut
ve tam olarak emindir ne istediğinden.

İnsan balık ya da kuş olmak ister,
kanatlarımız olsa der yılanlar,
köpekler müstakbel aslan,
mühendisler ozan olmaya can atar,
sinekler kırlangıçlara özenir,
inatla sinekler gibi davranır ozanlar.

Ama kedi
kedi olmaktan başka bir şey istemez,
her kedi katıksız kedidir,
bıyıklarından kuyruğuna kadar,
altıncı duyudan kıvranan saçına kadar,
gece vaktinden, altın gözlerine kadar.*



Kütüphanemde halihazırda iki tane P dergisi var ama sanırım satın alarak sahip olduğum ilk sayısı "Kedi ve Sanat" başlıklı Bahar 2005 sayısı oldu. Tahmin edileceği gibi kütüphanemdeki sayıları geri-verilmemek-üzere-ödünç-alma yöntemi ile elde etmiştim ama hiç vicdan azabı duymuyorum çünkü benden önceki sahibi bir toplantı odasındaki sehpanın üzerindeki dekor olarak kullanıyordu onları...

Pırıl pırıl baskısı, ilgi çekici tematik sayılarındaki yazıları ile büyük boy olarak yayınlanan "P Dünya Sanatı Dergisi"ni gittiğim kitapçılarda dergilerin olduğu raflara değil de sanat kitaplarının durduğu yerlere yakıştırıyorum aslında, belki de içeriği ve formatı ile kitaplar gibi uzun süre saklama hissi uyandırdığı için bende...

Bahar 2005 sayısında "Kedi ve Sanat" temasının işlendiğini görünce dergiyi hemen aldım ve zamana yayarak yaptığım keyif-okumalarım listesinin hemen ilk sırasına yerleştirdim. İtiraf edeyim keyif-okumalarım aslında en çok keyif aldığım okumalar oluyor, bu kitaplar, dergiler her zaman çalışma masamda, seyahate gidiyorsam arabamın koltuğunda bir yerlerde hep gözümün önünde oluyor ve onlara ayrılmış bir okuma zamanı yaratmamı beklemeden işten-güçten sıkıldığımda, konsantrasyonum dağıldığımda hemen beni tekrar hayata döndürecek yeni okumalar, yeni rüyalar, yeni dünyalar sunuyorlar bana...

P'yi aldığımda daha paketini açmadan o güzel baskılı sayfalarında bir sürü güzel fotoğraf ve resim göreceğime emindim. Eee bu sayının teması da "Kedi ve Sanat" olduğuna göre yazı içeriğinden şüphe etmeye zaten gerek yoktu...

Gerçekten de Gerald Hausman'ın "Kedilerin Masalsı Tarihi" ve Gökhan Akçura'nın "Türk Edebiyatında Kedi, Kuyruklu Yazılar" başlıklı yazılarını çok büyük bir keyifle okumakla kalmadım Gökhan Akçura'nın yazısındaki "Karasu'nun kedi sevmek üzerine yaptığı tarif"i okuduktan sonra Bilge Karasu'nun "Göçmüş Kediler Bahçesi" adlı masallar kitabını alınacak-kitaplar listeme ekledim ve sanırım bu kitabı okuduktan sonra kendime de dersler çıkaracağım...



Dergideki keyifli yazılar bir yana özellikle Orhan Peker ve Avni Arbaş'ın özel kolleksiyonlarından alınan resimlerle Selçuk Demirel'in iki sayfalık çalışmasını derginin sayfaları kadar evimin duvarlarında da görmekten büyük keyif alırdım açıkçası.

Tabi ki Franz Marc'ın "Oyun Oynayan Kediler"ini, Paul Klee'nin "Kedi ve Kuş"unu ve dergideki diğer yazıları ihmal etmiyorum ama böyle bir derlemede Andy Warhol'un kedilerine de birkaç sayfa ayrılamaz mıydı diye de düşünmeden edemedim açıkçası...

* Kediye Türkü, Pablo Neruda
Çeviren : Nazmi Ağıl
P, Sayı 35, Sayfa 102

** Resim 1 : Paul Klee, Kedi ve Kuş
1928, The Museum of Modern Art

** Resim 2 : Orhan Peker, Kedi

Link:
P Dünya Sanatı Dergisi

18 Eylül 2005

iPod nano

Dinlediğim albümlerin yüksek veri oranlarında kodladığım MP3 kopyalarını bir süredir harddisklerimde arşivliyorum ama "iPod nano"yu görünceye kadar kendime bir MP3 player alayım diye niyetlenmemiştim bugüne kadar.



iPod nano'yu ilk defa geçen hafta içerisinde Steve Jobs'un tanıtımını yaptığı lansman toplantısı CNN sabah haberlerinde yayınlandığında gördüm. Sektörün en efsanevi kişiliği Steve Jobs, kot pantolonun bozuk para cebinden -Evet evet... Hani var ya kot pantolonlarımızın bozuk para koymak için sadece iki parmağımızın içine girebildiği ufacık cepleri..!- iPod nano'yu çıkardığında "Tamam" dedim kendi kendime "Apple teknoloji alemine bir köşe taşı daha dikti, bana da bu yolda kendimi kurban etmek düşer..."

Tabi iPod serisini diğer MP3 playerlardan ayıran en önemli özelliklerinin başında başlı başına bir kişisel müzik içerik sistemi olan iTunes'un geldiğini de unutmamak lazım bu arada...

Bende inanılmaz bir şekilde kendisine sahip olma hissi uyandıran bu teknoloji ve tasarım harikası henüz memleketimizde satışa sunulmadı ama internetteki ABD kökenli alışveriş sitelerinde oldukça makul fiyatlarla satılmaya başlandı. Biraz bekleyelim bakalım, Türkiye satış fiyatları belirlendiğinde arada nasıl bir uçurum olacak ya da başka bir deyişle Türkiye'de bir iPod nano'ya vereceğimiz parayla Amerika'dan kaç tane alabileceğiz... Bu konuda bir tahminim var; Şu anda Amerika'da 2GB kapasiteli beyaz iPod nano 199 USD'ye alınabiliyor. Ben bu mamülün Türkiye'de Bilkom tarafından KDV dahil 235 Euro karşılığı bir meblağa satılacağını düşünüyorum. Bu rakamın altı beni iPod nano'yu Türkiye'den, üstü yurtdışından almaya doğru iter. Zamanla göreceğiz...

Son söz; Şu anda kapı açılıp içeri Bill Gates girse "Bu sizin yeni Windoz ne zaman çıkıyo bilader..?" derim. Ama kapıdan giren kişi Steve Jobs olursa "Abi çay demlenene kadar karpuz kesiyorum sen buyur istirahat et" derim...

Linkler:
- iPod nano
- iTunes
- Hangi iPod'u seçeceğiz?
- Steve Jobs'un iPod nano tanıtımı

Şarap mı..?

Asma demiş ki; Elimden tutsalar göğe tırmanırım...*

Kökenim her tarafı üzüm bağları, bahçelerdeki çardaklardan salınan hatta arsızca yakınındaki her ağaca sarılıp göğe tırmanmaya çalışan asmalarla çevrili topraklara dayanıyor olmasına rağmen şarap konusunda ahkam kesecek son adam olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Neden bilmiyorum ama şarap bana hep zor göründü, içme aşamasına gelmeden doğru seçim yapabilmek için bile pek çok ön bilgiye sahip olmak pek bana göre değildi...

Ancak geçenlerde -yine- bira almaya gittiğim markette karşıma "Kayra" şarapları çıkınca fikrim değişti açıkçası... Dikkatimi önce "Terra" serisinin etiket tasarımları çekti ve şişeleri daha yakından inceleyince "Kayra ne güzel isim yahu..?" diye düşündüm. Dedim ya şaraptan hiç anlamadığım için gözüme en güzel görünen "Terra, Öküzgözü-Boğazkere" kırmızı şarabı aldım elime etiketini okudum önce; Acaba "Uygun koşullarda 6-8 yıl kadar olgunlaştırılabilir" ne demekti..? Şimdi içsem acaba başıma ne gelirdi..? Riski alacak kadar cesur bir karakter olmadığımdan şişeyi elimde sıkıca tutup gözlerimi kapattım ve önümüdeki sekiz yılın gözlerimin önünden film şeridi gibi akıp gitmesini sağladım. Gözlerimi açtığımda şarap kıvama gelmişti, parasını ödeyip eve gittim...

O akşam pek keyifle içtiğim Terra serisinin Öküzgözü-Boğazkere karışımından pek keyif aldım ama aradan geçen süre içerisinde farklı markalardan değişik şaraplar denemeyi de ihmal etmedim. Bugün aldığım Öküzgözü-Boğazkere'yi de az önce açıp aynı keyifle içmeye başlayınca bu yazıyı yazmaya karar verdim.

Benim gibi biranın tembel sularından gelen bir adam için şarap dünyasında okuyup hayallere kapılacak çok hikaye var gibi görünüyor...

Link:
http://www.kayrasaraplari.com/

* Bu yaz bahçenin girişindeki asma için nasıl bir çardak yaptıracağımızı konuşurken Annem'in söylediği özlü söz.

14 Eylül 2005

Unutmayayım...

Bir de bu var: http://www.l-opera.nl

Bunları derleyip toparlamayı unutmayayım, böyle durmasın burada! (Kafa sesim) Tamamdır!

12 Eylül 2005

Kendime not

www.cafedejaren.nl

"Halt"

Dun gece yedigim halta inanamiyorum, benim de civim cikti sonunda :) Ama kolaylikla "Benim degil bu sehrin kabahatiydi!" diyerek kendimi temize cikarabilirim :P

Neyse buraya yazdim tarihe gecti okur okur sasiririm kendime ilerde...

11 Eylül 2005

http://www.adobe.com/kuruyemish

Bütün standları gezdim en leziz kuruyemişe Adobe standında rastladım. Photoshop'unla Premiere Pro'nla, kuruyemişinle çok yaşa Adobe, Macromedia kurban olsun sana..!

Ne..? Bugün Pazar mı?

Bugünün Pazar olduğunu katıldığım toplantıdaki açılış konuşmasını yapan adının önündeki havalı ünvanları kadar keyifli konuşmacı "Geceleriyle ünlü bu şehirde Pazar sabahı erkenden burda olduğunuz için teşekkür ederim" dediğinde öğrendim.

Dün geceden sonra yarı açık gözlerle gittiğim toplantıda son derece ciddi konulardaki sunuşların arasında aniden patronları hakkında hazırladıkları komik klipleri göstererek eğlenen süper keyifli insanlarla karşılaştım.

10 Eylül 2005

Çivisi çıkmış...

Öte yandan bu şehrin "Çivisi çıkmış" da diyebiliriz. Ve fakat hiç kimse şikayetçi gibi görünmüyor. Ben de dahil tabi...

9 Eylül 2005

EU Looks to Regulate TV on the Internet

Nasıl..? Okuduğum dergide ayrıntılı bilgi yok, dönünce şu linke bir göz atayım;

http://europa.eu.int/comm/avpolicy/revision-tvwf2005/consult_en.htm

Rüzgar...

Düşünüyorum da birkaç sene önce yine aşağı yukarı bugünlerde yine aynı sokaklarda dünyayı gözüm görmeden rüzgar güllerinin peşlerinde koşuyordum...

Saat gece yarısını çoktan geçti, yarın oldu bile; Oysa saatlerdir bakıyorum da rüzgar güllerindenw eser yok ortalıkta... Sanki benden kaçıyor gibiler, tam da dünyanın merkezinde sadece ve sadece rüzgar güllerin olduğunun farkına vardığımda...

8 Eylül 2005

Hadi hayırlısı...

Kahramanımız dünyanın bir ucunda yeni bir maceraya adım atmak üzeredir ve dudaklarının arasından belli belirsiz "Hadi hayırlısı..." kelimeleri dökülür.

Daha iyi...

Microsoft Flight Simulator çok daha iyi, ne güvenlik kontrolü ne check-in kuyruğu var. Hiç sıra beklemeden uçağa binip -hem de pilot kabininde- istediğiniz yere uçabiliyorsun...

Bu arada keşke sadece Mister No edasıyla tek motorlu Cessna ile değil de yolcu uçaklarıyla da uçsaydım şimdi pilot gelse iki dakka sen kullan biz yardımcı pilotla yemeğimizi yiyelim dese ne yapacağım..?

Sahi ya... Sabahın dördünde nereye gider bu kadar insan..?

7 Eylül 2005

"Giden" olmak...

"Giden" sen isen bir türlü giremezsin konuya, aklında kurduğun cümleleri sese dönüştürecek nefes bir türlü çıkmaz boğazından...

Hele soru hiç soramazsın, "Gitmeseydin" cevabına dayanamayacağını bildiğin için...

Mola...

İki şehrin ortalarında bir yer...

Yolculuklarda mola yerlerindeki marketlerin müzik reyonlarını çok seviyorum. Aradığınız albümü hemen hemen hiç bulamazsınız. Ama öte yandan size sunulan çeşitsizliğin içerisinde -tabi eğer cesaret edebilirseniz- hic bilmediğiniz ve belki de daha önce hiç merak etmediğiniz yeni müzikleri -belki de sadece sesleri- de keşfedebilirsiniz.

Kahvem bitmek üzere... Bakalım bu sefer hangi albüm bana kendini aldıracak..?

6 Eylül 2005

CSI...

Ne CSI:New York, ne başkası... Benim favorim CSI:Miami'dir, hatta tam olarak oradaki Horatio abimizdir. Kendisi diğer meslektaşları gibi beyaz önlüğü giyip tezgahın başına geçmez elini kana, kimsayallara bulaştırmaz. Horatio düşünce ve koordinasyon adamıdır, eli cebinde olaylara düşünerek ve koordinasyon yaparak dahil olur, çözümü masaya koyar ve karizmatik bi şekilde olay yerinden ayrılır. İddia ediyorum ki bu tip adamlar ne iş yapsa en iyi şekilde yapar, misal Horatio yarın birgün gelse İstanbul İMÇ'de bi "kasetçi" dükkanı açsa dünyanın dev yapımcıları arasına girer iki yıla kalmaz...

5 Eylül 2005

Control Room | Different channels. Different truths.

İnsan kendini nerede güvende hisseder..? Ya da bir Iraklı kendini nerede güvende hisseder..? Savaşla ilgili beylik laflar edecek değilim, geçen hafta seyrettiğim "Control Room" adlı belgesel filmden bahsetmek istiyorum sadece...

"Control Room" Al Jazeera çalışanlarının gözünden Irak savaşının perde arkasını ama bu sefer işe medyanın perde arkasından bakarak anlatıyor. Anlatıyor demek de doğru mu bilmiyorum aslında bir amatör kamerayla çekilmiş görüntüler ve Al Jazeera çalışanlarının çaresizlik içerisindeki çabalarını anlatan anektodların arka arka getirilmesinden oluşuyor film... Ya da belki de Al Jazeera bu sefer televizyon haberlerinden izlediğimiz Irak Savaşı hakkında bakın aynanın bu tarafından da bunlar görünüyordu siz savaşı müttefik kuvvetlerin gözünden izlerken diyor...

Filme adını "Control Room" aslında televizyon kanallarında reji ya da kumanda odası denilen bir çok kaynaktan (muhabirlerden, stüdyolardan...) gelen görüntülerin yönetmen ve ekibi tarafından seçilip izleyiciye -genellikle- gerçek zamanlı bir kurguyla aktarıldığı odanın adı. Gerçekten de film Al Jazeera kumanda odası ile müttefik kuvvetlerin karargahı olan Cent-Com(Central Command)'un medya merkezi arasında götürüp getiriyor izleyenleri.



Filmde Cent-Com'un aslında bir savaş filmine lojistik sağlamak üzere kurulmuş bir üs gibi düşünüldüğünü görüyoruz, batılı gazeteciler odalarında heyecanla Amerikan subaylarının savaştaki gelişmelerle ilgili yapacağı açıklamaları bekliyor, Bağdat düştüğünde heyecanla yumruklar havaya savruluyor. Öte yandan Al Jazeera'nin binasında kendi kanlarından insanların yaşadığı bir ülkenin işgali hakkındaki gerçekleri/alternatif bilgileri dile getirememenin sıkıntısı var insanlarda, Batılı mesteklaşlarının aksine bu olanlara inanamıyor ve şaşkınlıkla izliyor gibiler...

"Cent-Com" kulağa "Sit-Com" gibi gelmiyor mu?
Film ya da belgesel olarak eleştirmek zor Control Room'u, bize müttefiklerin yarattığı savaş filmini gerçekler olarak izlettiren televizyonun arkasına geçip orada olanları gösteriyor diye değerlendirmek belki de daha doğru olur.

* Link : IMDB'de Control Room

4 Eylül 2005

"Sıvılaştırılmış ipek" mi..?

Marketten her zaman kullandığım şampuan markasının yeni çıkan modelinin üzerindeki Türkçe ve İngilizce "Sıvılaştırılmış İpek" içerdiğine dair ibareler ve saçıma ipeksi bir görüntü ve ışıltı vereceği yönündeki vaatlerine kanarak/kandırılarak -böyle diyorum çünkü sanırım biraz sonra anlatacağım gibi şampuan şişesi tarafından hipnotize edildim- bir şişe aldım ve eve gelip de şampuanı banyoda durması gereken yere koyarken kendime geldim...

"Sıvılaştırılmış ipek" de neydi yahu..? Ben buna nasıl kanmıştım..? Hadi bu adamlar ipeği sıvılaştırıp şişeye tıkmışlardı, bunun benim saçımla ne ilgisi vardı ki..?

İşte o zaman olayın nasıl geliştiğini hatırlamaya başladım; Ben her zamanki şampuanımı almak üzere markette şampuanların olduğu rafa uzandığımda üzerinde "Sıvılaştırılmış ipek" yazan şişeyle gözgöze geldim. Ve işte tam o anda görüntü bulanmaya başladı ve şişenin gözünden kendimi görmeye başladım. Şampuan şişesi beni kendisini almak üzere rafa elini uzatmış ve tişörtünde "Dangalaklaştırılmış tüketici" yazan bir lego adam olarak görüyordu..! Evet, "Sıvılaştırılmış ipek" ile "Dangalaklaştırılmış tüketici" karşı karşıyaydı ve tabii ki "Dangalaklaştırılmış tüketici" bu karşılaşmadan kasada bile ne aldığına uyanmadan tıkır tıkır parasını ödediği koltuğunun altındaki şampuan şişesiyle marketten çıkarak mağlup ayrıldı...



Şampuan şişesi şu anda masamın üstünde duruyor, bu yazıyı yazarken üzerinde "Sıvılaştırılmış ipek" ne manaya geliyor belki açıklama bulurum dedim ama okuduklarımdan işe yarar birşey çıkmadı. Bu arada şu anda üzerimde tişört yok ama "Dangalaklaştırılmış tüketici" yazısı sanırım şu anda alnımda belirdi...

Bu Kadar Fotoğraf Nereye Sığacak... | "Macera Devam Ediyor" ya da 2.Bölüm

Fotoğraf çekmenin dijital fotoğraf makineleriyle iyice kolaylaşmasından sonra kendimizi bir anda binlerce fotoğraf dosyasının içerisinde bulduğumuzda aradığımız fotoğraflara nasıl ulaşacağımız konusunda burada atıp tutmuş ardından da "Dijital Fotoğraf Arşiv ve İçerik Yönetimi" için kullanabileceğimiz yazılımları inceleyip değerlendirdikten sonra sonuçları yazacağımı söylemiştim.

Aradan geçen neredeyse bir ay içerisinde bir yandan yazıda bahsettiğim yazılımlarn demo sürümlerini kurcalarken bir yandan acaba Adobe Bridge'e haksızlık mı ediyorum, onu da mı değerlendirme listeme alsam diye düşünüyordum ki sevgili Google, Google Desktop ile yaptı yine yapacağını..!

Bir kere Google ("Google" ne mi demek, buradan alalım sizi ama okur okumaz buraya dönüp okumaya devam etmeniz şartıyla!)deyince aklıma gelen ilk üç şeyi söylemeden geçemeyeceğim; Basitlik, hız ve kolay kullanım... Bilmiyorum bana mı öyle geliyor ama bu arkadaşlar gündelik hayatımızın bilgisayar başında geçirdiğimiz zamanlarında en çok kullandığımız servisleri en basit, en hızlı çalışan ve en kolay kullanılan şekilde ayağımıza getiriyor... Küçümsemeyelim lütfen, bu üç basit kelimeyi aynı cümle içerisinde kullandırtan mamülleri üretmektir kanaatimce en zor olanı -Bu arada vallahi Google'dan para almıyorum reklamlarını yapmak için... Yani aslında onlar veriyor da ben almıyor değilim, henüz kimse teklif etmeyi akıl etmedi ama telefonum elimde beklemedeyim biliyorum her an arayabilirler!



Tekrar konumuza dönelim; Bu Google Efendi ne yapmış da benim Saadettin Teksoy edası ve "Araştırmacı-Tasarımcı" kimliğimle yürüttüğüm araştırmamı nafile bir çabaya dönüştürmüş..? Az -bir iki kelime ve noktalama işareti- sonra..!

Şimdi dijital fotoğraf dosyalarımıza bakışımızı iki başlık altında ayıralım;

Birincisi bu dosyalar sonuçta birer veri dosyası ve kullandığımız işletim sisteminin dosya yönetim sistemi tarafından yazılıyor ve okunuyor yani işletim sistemimiz bu dosyaların ne zaman diskimizin neresinde olduğunu ve adı, büyüklüğü kayıt edilme ve son değiştirilme tarihi gibi bilgileri zaten -işinin bir parçası olarak- aklında tutuyor.

Öte yandan fotoğraf dosyası formatlarının işletim sistemlerinden ve -büyük ölçüde fotoğraf makinesi üreticilerinden bile- bağımsız olarak geliştirilen ve bu yüzden yaygın olarak kullanılan bazı üst bilgileri, görüntülerin yanı sıra saklama olanakları var. Örneğin JPEG, TIFF -ya da üreticilere özel RAW dosyaları- gibi yaygın olarak kullanılan fotoğraf dosyalarında fotoğraf makinesinden gelen teknik bilgilerin yanı sıra fotoğrafı çeken kişi, nerede çekildiği, eğer haber niteliği taşıyorsa haber detayları (story) hatta makinenizde bir GPS eklentisi varsa fotoğrafı çektiğiniz koordinartları ya da kendi belirlediğiniz veri alanlarını bu dosyanın içerisine tabiri caizse gömmeye yarayan EXIF (Exchangeable Image File Format), IPTC (International Press Telecommunications Council) , XMP (Extensible Metadata Platform) gibi formatlardan bahsedebiliriz.

Teknik zırvalıkları geçiyorum, özetle bilmemiz gereken şu; Fotoğraf dosyaları içlerinde kendi formatları ile ilgili zaten okunabilir text olarak kolayca ulaşılabilen bir takım bilgiler içeriyor, biz de bunlara daha fazla bilgi ekleyebiliyoruz sonuçta elimizde yine tek bir dosya oluyor. Buradaki önemli nokta şu; İlk yazımda bahsettiğim içerik yönetim yazılımları kullanıcının eklediği verileri kendi veritabanlarında tutarken biz şu anda EXIF, IPTC ve XMP ile artık kullanıcı verilerini de fotoğraf dosyasının içerisine gömebilmekten bahsediyoruz.

Bu iki noktayı birleştirince karşımıza şu çıkıyor; Fotoğraf dosyaları zaten onları arşivlerken kullanabileceğimiz üst-verileri (metadata) kendi içlerinde saklıyor ve işletim sistemimiz de doğal fonksiyonlarından birisi olarak kullandığımız her dosya gibi bu fotoğraf dosyalarımızın nerede olduğunu ve nasıl ulaşacağımızı biliyor.

Peki bu durumda başka hiçbir içerik yönetim yazılımına gerek kalmadan kullandığımız işletim sistemi -mesela sevgili Windows- üstlense bu içerik yönetim işini de ben dosya isimleriyle sıradan döküman dosyalarını arar gibi verdiğim anahtar kelimelerle (mesela fotoğrafı çektiğim yer ve makinenin markası gibi..) fotoğraflarımı arasa, bulsa ve bana bunları listelese..?

Ne kadar basit ve işletim sistemlerinin doğal bir parçası olması gereken bir istek gibi değil mi? Ama maalesef -en azından- sevgili Windows bunu bu kadar basitçe yapamıyor. Dosyaları indeksleyip anahtar kelimelerle arama yapmayan yarayan "Windows Indexing Service" standart kurulumda yer almıyor, sonradan kurmanız gerekiyor ama bun üzülmenize gerek yok çünkü "Indexing Servive" Windows'un en samimiyetsiz servislerinden birisi bence. Zaman zaman arka planda indeksleme yaparken kendini kaybedip harddiskinizin kontrolünü ele geçiren ve MS Office uygulamaları dışında pek de işe yaramayan bu servisi sakın kurmaya çalışmayın.

İşte tam burada sahneye Google Desktop giriyor ve özetle şunu yapıyor; İlk kurulumundan sonra sizin bilgisayarı açık bırakıp gittiğiniz zamanlarda harddiskini şöyle bir didik didik gözden geçirip dosyaları indeksliyor, yani takip edebileceği dosyaların aklının bir köşesine yazıyor ve size ekranınızın herhangi bir yerinde floating ya da embedded olarak kullanabileceğiniz ufak bir arama kutusu veriyor. Siz de aramak istediğiniz kelimeyi, mesela Outlook mail klasörünüzdeki maillerde geçen bir kelimeyi ya da PDF dökümanlarınızda araadığınız bir detayı girdiğinizde arama kriterinize uygun dosyaları browser ekranınız içerisinde ayağınıza getiriyor. Bu kısmı uzatmıyorum, Google Desktop tek kelimeyle Windows Indexing Service'e çok iyi ve basit bir alternatif...

Ve mutlu son; Google Desktop, bu adresten erişebileceğiniz eklentiler sayesinde fotoğraf, ses, görüntü, animasyon proje dosyalarınızı da indeksleyip onlara kolayca ulaşmanızı sağlıyor. Fotoğrafla ilgili olarak ise bu yazı sonunda Google Desktop'ı kurarsanız (Kurduktan sonra bir defalık indeksleme işlemi için bilgisayarınızın hızına göre en az birkaç saat açık bırakıp başından kalkmanızı öneririm!) Digimarc firmasının ürettiği Digimarc Image Search Application eklentisini de mutlaka kurmanızı öneririm. Henüz beta sürümü olmasına ve kullanıcı ayarlarının oldukça kısıtlı olmasına rağman JPG ve TIFF dosyaların EXIF veri alanlarını başarıyla okuyor ve son derece hızlı olarak arama sonuçlarını listeliyor. Arama sonuçlarında dönen bilgilerin bir kısmının kullanıcı-dostu şekillere dönüştürülmemiş olması da sanırım release versiyonlarında kolayla üstesinden gelinebilecek bir sorun...

Sonuçta Google Desktop, Digimarc Image Search eklentisi ile birlikte kullanıldığında göreceli olarak kurulumu ve kullanımı daha karmaşık içerik yönetim sistemlerinin yaptığı temel fonksiyonları başarıyla yerine getiriyor ve gelecekteki sürümlerinde bu başarısını daha da geliştireceğinden en ufak bir şüphem yok. Ama öte yandan içerik yönetim sistemlerini de offline arşivleme ve üst-veri girme, güncelleme yeteneklerinden dolayı tamamen göz ardı etmek de şimdilik mümkün görünmüyor...

Bu yazıdan da anlaşılacağı gibi Google Desktop, içerik yönetim meselesine benim için alternatif bir bakış ekledi ve tabi incelenecek ve üzerinde konuşulacak konulara yenilerini kattı...

1 Eylül 2005

...

Başlıksız ve -yine aslında- yazısız... -Ve yine- Sadece kendime... Dönüp yıllar sonra okuyunca bana hatırlatsın diye...