10 Ekim 2006

"Am I Sugar Sensitive...?" ya da "Şekere Duyarlı İnsanlar Prozac Yerine Patates Yesinler"

İki gündür bu konuyla ilgili şeyler okuyorum ve uzun uzun yazmak istiyordum ancak vakit ayıramadığım için şimdilik bir iki yazıyı arka arkaya buraya koymakla yetineceğim. Hikaye kısaca şu;

Pazar günü Hürriyet Gazetesi'nin Hürriyet Pazar ekinde Ersin Kalkan'ın "Patatesi yiyen şıp diye iyileşmiş" başlıklı bir yazısı yayınlandı. Yazının tamamını okumaya üşenirseniz özetle Prof.Dr. Faruk Erden, Dr. Kathleen DesMaisons adlı bir beslenme uzmanının şekere duyarlı insanların beslenme alışkanlıklarını değiştirerek hem daha sağlıklı fiziksel bir forma sahip olacaklarını hem de daha stabil ruh halleriyle hayatlarını devam ettirebileceklerinden bahseden araştırmalarına gönderme yaparak patates gibi C vitamini içeren gıdaların mutluluk hormonu da denilen serotonin seviyesini yükselttiğinden bahsediyor ve diyor ki;

Şekere duyarlı insanlar Prozac yerine patates yesinler

Aslında genelleme yapmayı sevmem ama bilimde kategorize etmeden bir şeyleri açıklamanız zor. Dr. Kathleen DesMaisons’un bilim çevrelerince de desteklenen bir tezi var. Bu teze göre iki tip insan var: Şekere duyarlı olanlar ve olmayanlar. Şekere, tatlıya, çikolataya, pastaya düşkün olan insanların depresyona daha yatkın, daha kırılgan ve ince bir ruh yapısına sahip olduğu biliniyor. Eğer şekere duyarlıysanız yani şişmanlatıcı besinlere aşırı ilgi duyuyor, alkole hayır diyemiyor, kompülsüf yani tekrarlayıcı hareketler yapıyorsanız, doğal yoldan kan şekerinizi stabil hale getirerek, fazla kilolarınızdan, yorgunluk halinden, depresyondan ve alkol özleminden kurtulabilirsiniz. İşte Dr. DesMaisons, şekere duyarlı depresyon hastalarına Prozac yerine patates yemeleri tavsiyesinde bulunuyor.

Evet, bu tez bana çok ilginç geldi. Kısaca, tatlıyı, ekmeği, pastayı ve alkolü özleyenlerde, depresyon ve kompülsif davranışları için tedavide Prozac yerine patates önerisi bizim gibi gelişmekte olan ve ilaç giderleri gün geçtikçe sorun olacak ülkeler için uygun gözükmekte. Ayrıca son günlerde ilaç üreticilerinin bilinçli olarak hastalıklar üretebildiği ve pazar yarattıkları da yaygın olarak tartışılıyor.

Depresyon dediğimiz karamsar duygularımızı ilaç kullanmadan önce ya da ilaçlara yardımcı olacak şekilde, doğru besin tercihleri ile alt etmek elimizde. Patates, yüksek dozda içerdiği C vitamini ile beyinde serotonin adını verdiğimiz "mutluluk hormonu" yapımını arttırıyor. Bu hormonun artışı bir şekilde depresyonda hafifleme sağlıyor. Beyaz ekmek ve pirinçle birlikte kan şekerini hızla yükselten besinler arasında. Ancak diyabetli kişilerin sınırlı tüketmesi gerekir.

Şimdi bunu okuyunca "Ben Prozac kullanmıyorum ki bundan bana ne?" diyebilirsiniz ama Faruk Erden sadece Hurriyet Pazar'daki yazıda geçen olaydan hareketle Prozac yerine patates öneriyor. Olay aslında şekere hassas olup olmamamızla ilgili bir durum Dr. Kathleen DesMaisons'a göre... Fazla uzatmayayım aşağıdaki soruları cevapladıktan ve linkteki açıklayıcı yazıları okuduktan sonra anlayacaksınız... Ben manava patates almaya gidiyorum yavaştan...

Am I Sugar Sensitive?

See Which Apply to YOU

  • I really like sweet foods
  • I eat a lot of sweets
  • I am very fond of bread, cereal, popcorn or pasta
  • I have problem with alcohol or drugs
  • I am in recovery from alcohol or drug addiction
  • One or both of my parents are alcoholic
  • One or both of my parents are/were especially fond of sugar
  • I am overweight and don't seem to be able to easily lose the extra pounds
  • I continue to be depressed no matter what I do
  • I often find myself overreacting to stress
  • I have a temper or short fuse

If you checked:

3 or more, it is very likely that you are sugar sensitive.

5 or more, you have come to the right place! Let's explore an answer you have been looking for a long time. You don't have to live with the craziness you have experienced for so long. You can work with the simple solutions and change your life.


Üç sorudan fazlasına evet cevabı verdiyseniz sizi aşağıdaki linke alalım, yavaş yavaş 7 adımda şeker hassasiyetinizi (ya da bağımlılığınızı) tedavi etmeye başlayın;

http://www.radiantrecovery.com/addicted.htm



1 Ekim 2006

Delikanlı Saylonlar!



Battlestar Galactica'nın eski bölümlerindeki (Classic Series) "Saylonlular" -Evet biz o yıllarda kendilerine "Saylonlular" derdik, en azından bizim mahallede böyle çağırılırlardı ve aslında "Cylon"lar olduklarını şu yaşımda öğrendim- daha delikanlılardı!

Bakın yukardaki resme, yolda görsem korkarım, abi derim..! Oysa yeni bölümlerdekiler nedir öyle yahu, incecik belli yüksek yakalı soytarı gibi..!

Saylonlular benim gönlümde hala eski delikanlı görünümlerini koruyorlar, o kadar delikanlılar ki öyle insan kılığına girip alicengiz oyunları yapmıyorlar delikanlı gibi yıldız savaşçılarından lazer şualarıyla savaşıyorlar insanlarla...

18 Eylül 2006

Toplumca David Lynch'e doğru!

Eğer bir gün çok ünlü bir yazar olursam "Kimlerden etkilendiniz?" sorusuna vereceğim "Tabii ki Ogo'dan..!" şeklindeki cevabıma bir ekleme yapıyorum; "Tabii ki Ogo'dan ve Kaan Sezyum'dan..!"

Nası yani demeyin Kaan Sezyum'un (Ki yanılmıyorsam kendisi www.sezyum.kom'un şeysidir) 16 Eylül'de yayınlanan "Toplumca David Lynch'e doğru!" başlıklı yazısını okuyun ve tekrar tekrar şunu düşünün; "Aslında hepimiz birer David Lynch karakteriyiz şu memlekette..."

Ben yazıyı annemin yaptığı köy makarnası ile koyu kıvamlı cacığı içerken mutfak masasının üzerinde okudum ve kendi kendimle konuşuyormuşçasına zevk aldım okurken...

İbo ne muhteşem bir insan! Elinden her iş geliyor. Hatta ondan bir uçanla bir de kaçan kurtulabiliyor. Geçtiğimiz hafta İbo, İbo Şov'da bir insanlık dramını daha tıkadı ve Mahmut Tuncer'i ailesiyle barıştırdı. Şimdi kendinizi Mahmut Tuncer'in yerine koyun, uçamıyorsunuz, kaçamıyorsunuz ve İbo sizi barıştırmış. Ailenizle bu andan itibaren bir tatsızlık yapsanız İbo'nun bıyıkları üstünüzde olacak... Bence İbo, şu İsrail olayına da bir el atsın. Bir pazar akşamı İbo Şov'da İsrail meselesini bir güzel halletsin. Taraflar barışsın. Eğer İsrail'den önce bir ısınma turu gerekiyorsa İbo, ısınma amaçlı Kıbrıs sorununu çözsün. Formula 1'de seneye kupayı da İbo versin.

Yazının tamamı için klikleyin...

31 Ağustos 2006

Deneme...

Sesim geliyor mu..? Deneme... Deneme... Pıhhh... Pıhhh...

9 Ağustos 2006

19 Temmuz 2006

Adobe Lightroom



Sonunda oldu... Adobe, yeni dijital fotoğraf yazılımı Lightroom Beta 3'ü yayınladı ve bununla da kalmayıp Beta 3'ün Windows versiyonunu da hazırladı, bundan önceki beta versiyonları sadece MacOSX için yayınlanmıştı...

Lightroom fotoğrafla uğraşanlar için sıradan bir yazılım değil, karanlık oda terminolojisini dijital fotoğrafa taşıyan bir çözüm, ya da galiba en açıklayıcı şekilde bir "Dijital karanlık oda" ya da "Dijital fotoğraf laboratuarı".

RAW fotoğraflarla uğraşmayı sevmeyenler, makine çeksin ben sonradan fotoğrafın üzerinde oynamayı sevmiyorum şeklinde cahil cühela konuşanlar ya da sadece cep telefonlarıyla fotoğraf çekenler hiç ilişmesinler Lightroom'a, onları yorar...

http://labs.adobe.com/technologies/lightroom/

18 Temmuz 2006

Kitaplar

The Photographic Eye, Learning to See with a Camera
Michael O'Brien, Norman Sibley
Sterling; Revised edition (June 30, 1995)

Emotional Design: Why We Love (Or Hate) Everyday Things
Donald A. Norman
Basic Books (December 23, 2003)

10 Temmuz 2006

Zidane Materazzi'ye Niye Kafa Attı..?

Halihazırda şu dünyadaki tüm sırlara vakıf olan Ogo, herkes Zidane'ın Materazzi'ye niye kafa attığını konuşurken yine gündemi kökünden değiştirecek bir mevzuyla çıktı ortaya! Blogunda yayınladığı Hint klibi beni paralize etti, şarkının ritminde mi dansların ahenginde mi birşey var anlayamadım ama şimdiden arka arkaya defalarca seyrettim Zidane Midane uçtu gitti aklımdan..! Buradan buyrun; http://atmasyonspekulatif.blogspot.com/

Yaşam Anlamsızsa Şehriye Çorbasıyla İlgili Ne Yapılabilir?

9 Temmuz günü Radikal İki'de Woody Allen'ın The New Yorker'da 3 Temmuz günü yayınlanan Böyle Yerdi Zerdüşt (Thus Ate Zarathustra) başlıklı yazısının kısaltılmış bir tercümesi yayınlandı. Yemek ve perhiz mevzusuna felsefi(!) bir bakış açısı getiren yazıyı çok keyifli buldum.

Aşağıda yazının hem The New Yorker'da yayınlanan orijinalinden hem Radial İki'de yayınlanan tercümesinden alıntıyı ve yazıların linklerini bulabilirsiniz;

No philosopher came close to solving the problem of guilt and weight until Descartes divided mind and body in two, so that the body could gorge itself while the mind thought, Who cares, it’s not me. The great question of philosophy remains: If life is meaningless, what can be done about alphabet soup?

http://www.newyorker.com/shouts/

Hiçbir filozof suç ve kilo problemini çözmeye yaklaşamadı, ta ki Descartes akıl düşünürken beden tıkınsın diye akılla bedeni ikiye ayırana dek. Felsefenin büyük sorusu hâlâ şu: Yaşam anlamsızsa şehriye çorbasıyla ilgili ne yapılabilir?

Radikal İki, 9 Temmuz 2006

7 Temmuz 2006

Dolandırıcılardan Korur


Mozilla Firefox'un Google giriş sayfasında sürekli değişen bilgilendirme metinleri yer alıyor. Bugün dikkat edince çok eğlendim, aynen şöyle yazıyor;

"Internette güvenle gezin. Firefox sizi virüslerden, casus yazılımlardan ve dolandırıcılardan korur"

Bizi dolandırıcılardan koru Firefox..!

27 Haziran 2006

27

27 Haziran'ın şu hayatta benim için en önemli günlerden birisi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim... Söylemekle kalmayayım dedim, kendi kişisel tarihime de not düştüm...

Yani tabi bir de Live - The River var onu da eklememek olmaz...

It came without warning
A love like I ain't ever felt before
She's like my destiny calling
And she's lying there all naked on the floor
And suddenly, out of the blue she's singin'

Oh, baby, let my lovin' ease your pain
Bring your burnin' skin to my river once again
I'll give you life
Oh, baby, let my lovin' ease your pain tonight

She came without warning
Like an angel come from Heaven in the night
Her kiss makes me tremble
So she pulls me close and she holds me oh so tight
Then suddenly, out of the blue she starts singin'

Oh, baby, let my lovin' ease your pain
Bring your burnin' skin to my river once again
I'll give you life
Oh, baby, let my lovin' ease your pain

I'll give you life

Oh, baby, let my lovin' ease your pain
Bring your burnin' skin to my river once again
I'll give you life
Oh, baby, let my lovin' ease your pain, yeah
Bring your burnin' skin to my river
Oh, to my river

21 Haziran 2006

Making Sense of Marcel Duchamp

Daha önceki yazılarımdan birinde Hasan Bülent Kahraman'ın Radikal Gazetesi'nin 16 Aralık 2004 tarihli sayısında yayınlanan 'Pisuar'ı nereye koymalı? başlıklı yazısına gönderme yaparak Marcel Duchamp'dan bahsetmiştim.

Marcel Duchamp'ın Pisuar'ını herkes bilir, -en azından Hasan Bülent Kahraman'ın yazısını okuyanlar da niye önemli olduğunu anlamışlardır herhalde- ama bu 'farklı' adamı ve dünyaya etkisini daha iyi tanımak için çok güzel bir site hazırlamışlar. Kafa yormaya hazır olanları düşünmeye ve daha çok okumaya sevkedecek, poz peşinde olanlara sohbetlerde artı puan kazandıracak sitenin adresi şöyle; http://www.understandingduchamp.com

19 Haziran 2006

Foto-Röportaj | Fatih Pınar

Fatih Pınar'ı NTVMSNBC'de yayınlanan Foto-röportajları sayesinde tanıdım. Kendi web sitesindeki özgeçmişinde şöyle diyor;

Özellikle Anadolu'da ve Ortadoğu'da yaşayan halklar üzerine yoğunlaşan Pınar, modernleşme süreciyle kaybolmaya yüz tutan kültürleri belgeliyor.

Egemen kültürün yaşamın dışına itip görmezden geldiği hayatları gösterebilmeyi amaçlıyor.


NTVMSNC'de yayınlanan foto-röportajlarına bu linkten ulaşabilirsiniz, özellikle "Şefik Hayatından Memnun!" izledikten sonra bile Şefik'in hayatı üzerine ya da daha doğrusu Şefik'in memnun olduğu hayatı üzerine düşünmeye sevkediyor insanı... İzlerken bilgisayarınızın sesini açmayı sakın unutmayın, durdurmak, ileri sarmak, başa almak gibi şımarıklara yer yok Fatih Pınar'ın foto-röportajlarında, sadece izleyin ve dinleyin....

Şimdi Ben Ekipler Amiriyim ve Uçacağım. Hadi Çek Beni!

Fatih Pınar'ın kendi web sitesinde de yine aynı çalışmalardan fotoğraflar ve diğer çalışmaları yer alıyor. Fatih Pınar'ın sitesine de http://www.fatihpinar.com/ adresinden ulaşabilirsiniz.

Güneş Kocatape Ne mi Yapıyor..?

Fatih Pınar'ın NTVMSNC'deki fotoğrafları ve onları sunuş tarzı bana Güneş Kocatepe'yi hatırlattı, dünyanın dört bir yanında çektiği fotoğrafların hikayelerini heyecanla anlatmasını anımsadım... Güneş şimdi ne mi yapıyor, onun maceraları da aynı hızla devam ediyor tabii ki... Buyrun size güncel bir Güneş Kocatepe fotoğrafı, fotoğraftaki beyin kim olduğunu sormadım ama belki bir ara o siyah iç çamaşırının hikayesini anlatır bize...



Daha önce bahsetmiştim, Güneş'in fotoğrafları http://www.photoessays.com/ adresindeki Shannon Bishop ile ortak sitesinden izlenebilir.

Escher Gibi...

Burçak kendisinin -belki de hayatının- Escher'in çalışmaları gibi olduğunu düşünmektedir... Yaz henüz tam anlamıyla gelmemiştir, ya da geldiyse az önce gelmiştir... Merhum Escher'in gıyabında aşağıdaki diyalog kayıtlara geçer...



MartinMystere: Niye Escher'in çalışmaları gibiymişsin bakalım?

Burçak: Merdivenlerden iniyor ya da çıkıyor gibi görünüyorum, ama bi bakıyorum aynı kattayım...

MartinMystere: Etkilendim...


Resim:
Relativity (Lithograph)
M.C. Escher, 1953

Link:
M.C. Escher Resmi Web Sitesi
(M.C. Escher Foundation)

15 Haziran 2006

Krizden Kaçış Yokmuş...

"Ciddi" Serdar Turgut 2001 krizinden önceki aylarda memleketin medyasında inanılmaz olumlu bir hava eserken köyün delisinin "Hepimiz ölecez!" diye bağırması gibi o zamanki köşesinde sık sık "Kriz geliyor efendiler!" yazıları yazıyordu. Ve fakat "Ciddi" Serdar Turgut'un yazıları "Komedi Yazarı" Serdar Turgut'un yazıları arasında kaynamış olacak ki insanlar ancak krizden sonra "Ben söylemiştim..." dediğinde farkettiler kriz habercisi yazılarını...

"Ciddi" Serdar Turgut bu sabah yine kriz habercisi bir yazı yazmış, bu sefer bilinmedik/beklenmedik birşey değil ama krizlerin belli bir paterni olduğundan bahsediyor, küçük depremlerle yer kabuğunda birikmiş enerjinin boşalması ve daha büyük depremlerin oluşmasının -tabiat tarafından- engellenmesi gibi belli bir ritmde patlayan -lokal- krizlerin sistemi daha büyük krizlerden koruduğundan bahsediyor.

Ekonomi teorilerinden anlamam ama memleketimizin her vatandaşı gibi benim de "Ben Başbakan olsam..." lafıyla başlayan ülkeyi kurtarma planlarım var, malum eş dost muhabbetinde konuşulacak konu kalmayınca sıra memleketi kurtarmaya geliyor, e hazırlıksız olmak da olmaz. Her vatandaşın cebinde bir erken seçim, darbe ve beş yıllık kalkınma planı mevcut ama benim -ve de hayatında en az bir fabrika görmüş her vatandaşın- memleketi kurtarma cümlelerinde fazladan bir kelime daha var; "Üretim"... "Ciddi" Serdar Turgut da zaten bu büyülü kelimeyle bitiriyor yazısını...

Sonuçta kendi kişisel tarihime not düşmek adına "Ciddi" Serdar Turgut'un bugün Akşam gazetesindeki Gündem başlıklı köşesinde yazdığı yazının bir kısmını burada yayınlamaya karar verdim, zamanla göreceğiz bakalım neler gelecek başımıza..?



KRİZDEN KAÇIŞ YOK
Serdar Turgut
Akşam Gazetesi, 15 Haziran 2006

...

Üretim biçiminin tarihine dönemsel olarak baktığımızda göreceğiz ki; her dönem farklı sermaye birikim karakteristiği sergiler. Dahası her farklı sermaye birikim süreci döneme niteliğini verir. Fakat her sermaye birikim süreci kendi içinde kendi tıkanmalarının koşullarını da yaratır. Bu tıkanma koşulları olgunlaştığı zaman krizler çıkar, kriz dönemlerinde eski sermaye birikim sürecinde sistemi aksatan unsurlar tasfiye olur ve yeni bir sermaye birikim sürecinin temelleri atılır. Tasfiye tamamlandıktan sonra yeni dönem başlar. Yeni sermaye birikim sürecinin karakteristikleri ve başat sermaye türleri farklıdır. Bu sermaye birikimi tıkanma koşulları olgunlaşana kadar sorunsuz sürer. Olgunlaşınca da tekrar kriz çıkar, tekrar tasfiyeler olur, iflaslar, banka kapanmaları, işsizlik gibi olaylar yaşanır. Sonra sermaye birikim süreci kendisini yeniden üretecek gücü kazanınca sistem tekrar normal işlemeye başlar.

BUNDAN KAÇIŞ YOK

Dolayısıyla dönemsel krizler sistemin tümünde büyük krizler çıkmamasının da güvencesidir. Çünkü dönemsel krizler ve tasfiyeler olmasa, sistem sorunları içinde biriktirip büyük bir çöküşe doğru yol alabilecektir.

İçinde şimdi yaşadığımız dönemde kapitalist sistem tekrar dönemsel kriz koşullarına düşmüş durumda ve bundan kaçış yok. Çünkü eski sermaye birikim süreci tıkanmış durumda, dünya genelinde gayret, dönemsel krizi önlemek için değil sistemin tümünde büyük bir krizin oluşmaması için veriliyor.

Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası'nın yeni başkanı ne yaparsa yapsın; ister faiz yükseltsin ister dolar satsın, fazla sonuç alması mümkün değildir. Sistem dönemsel krizin zorunlu koşullarını yaşamaya başlamıştır ve bu dinamiğin ana motoru da globaldir, lokal değildir

DURGUNLUK GELİR


Eski sermaye birikim süreci likidite fazlasına dayanıyordu. Son dönemde kapitalizm tarihinin en büyük likidite genişlemelerinden bir tanesi yaşandı. Düşük faiz bölgelerinden alınıp yüksek faiz bölgelerine yatırma (carry-on trade) sistemin karakteri oldu. Şu aralar hesapların kapanma sürecine girildi ana eğilim tersine döndü, likidite daralmaya başladı, tabii ki bu düzeltme borsalarda da yansımasını buldu. Şimdi gündelik tedbirler ile bu sürecin dışına kaçma ihtimali maalesef yok. Sadece bazı düzeltmelerin biraz ertelenmesi sağlanabilir. Büyük ihtimalle bu dönemin arkasından bir durgunluk dönemi gelecek ve eski sermaye birikim sürecinin içinde tıkanmış olan unsurların tasfiyesi başlayacak. Kapitalizmin yeni bir birikim sürecine ihtiyacı var. Daha önceki birikim süreci mali unsurlara dayanıyordu ve dolayısıyla da spekülatifti. (Türkiye'deki emlak sektöründe oluşan balon da buna bağlıdır) Ama kapitalist üretim biçiminin üretim ağırlıklı bir birikim sürecine de ihtiyacı vardır ve sermaye üretime yönelik birikim dallarını aramaya başlamıştır.

Türkiye'nin bu yeni kriz döneminden fazla yara almadan çıkabilmesi arayışa çıkmış olan global sermayeye, üretime yönelik yeni yatırım dallarını açmasıyla olabilir ancak. Bu da katiyen yapılamaz bir şey değildir, zordur ama yapılabilir. Türkiye'nin de bunu yapacak kapasitesi var...

Link:
- Akşam Gazetesi

12 Haziran 2006

Ian Anderson Plays the Orchestral Jethro Tull



Ian Abi geliyor dediler, bana mı geliyo yahu demedim yemedim içmedim hemen bilet aldım! Güzel olacak..! Hatta belki Steel Monkey filan söylerken beni de çağırır sahneye eşlik edeyim diye, çıkmam/söylemem/oynamayı bilmiyorum demek olmaz, iPod'uma bir best of Jethro Tull yüklemesi yapayım da çalışmaya başlayayım... Guess what I am. I'm a steel monkey...

As the moon slips up, and the sun sets down,
I'm a highrise jockey, and I'm heaven-bound.
Do the workboot shuffle, loose brains from brawn.
I'm a monkey puzzle and the lid is on.
Can you guess my name? Can you guess my trade?
I'm going to catch you anyway.
You might be right. I'll give you guesses three.
Feel me climbing up your knee.
Guess what I am. I'm a steel monkey.

9 Haziran 2006

Mac OS X on (my) Intel - 'Mutlu Son'a bir adım...

Bu yazıyı Intel Pentium IV işlemcili toplama masaüstü bilgisayarımda Mac OS X Intel üzerinde kullandığım Safari browser ile yazıyorum...

Herşey çok güzel, 3COM network kartını tanıması için biraz araştırma ve 3rd party bir driver gerekti ama sorun değil... Bir de ATI 9600 Pro ekran kartını layıkıyla tanısa -şu anda VESA driverı ile 1024x768 çözünürlükte kullanabiliyorum- tadından yenmeyecek..!

Amma velakin bir dirhem bir çekirdek işletim sistemi ve ben sabahtan beri karşılıklı olarak birbirimize bakıyoruz, bakalım neler yapabileceğiz..?

Bu arada halihazırda Mac'ci arkadaşlar -onlara damardan Mac'ci demek istiyorum- ne kadar şanslılar yahu, kendi blogumu tanıyamadım herşey ne kadar güzel görünüyor ekranda..?

Steve Jobs sadece işletim sistemini piyasaya sürerse ilk alanlardan birisi olurum baştan söyleyeyim...

4 Haziran 2006

Beni Gördüğünde Yerdeydim

O şehir. Öğleden sonra...

Önce o beni gördü... Beni gördüğünde ben yerdeydim... O ise havadaydı ve benim onu görmem onun bana baktığını farketmem sonucu oldu... Yani aslında ben ona bakmıyordum dolayısıyla onu havada görmüş sayılmam, ben sadece boylu boyunca neredeyse tüm duvarı kaplayan camdan dışarı -ne tam gökyüzüne ne de ufuk çizgisine, tam arasına diyebiliriz- boş boş bakıyor ama bir yandan da odadakilere boş boş baktığımı çaktırmamak için sol elimi sağ dirseğime destek yapmış sağ işaret parmağım yanağımda, orta ve baş parmaklarım ise çenemi okşarcasına aralarına almış durumda derin derin düşünüyor görüntüsü vermeye çalışıyordum... Aslında düşünecek o kadar çok şey vardı ki o anda ve konsantrasyonum ise o kadar düşüktü ki zaten bir süredir bununla başa çıkmaya çalışıyordum/zaten kendimi dışarıdan izliyor, vakit geçirmek için kendimi bir kukla gibi iplerimden çekerek oynatıyordum... Hayata katılımım bir kukla kadardı, kukla çırpınır durur ama aslında hayat onun hayatı değildir ki, kuklacı karar verir onun ne yapacağına... Kendi kuklamın kuklacısıydım galiba o anda...

Ve evet... Önce o beni gördü eminim... Ben kesinlikle gökyüzüne doğru bakmıyordum, hatta bakmıyordum bile diyebiliriz. Göz kapaklarım açıktı ama beynim gelen görüntüleri işlemeyi bir süreliğine bırakmıştı, zaten kukla değil miydim o anda..!

Birdenbire birinin bana baktığını hissettim, hani olur ya hisseder insan, hele bakan gözlerini dikmiş "Evet sana bakıyorum" dercesine bakıyorsa...

İki taneydiler ve yanyana uçarak gökyüzünde aynı yerde büyük bir çember çiziyorlardı. Bana baktığını farkettiğimde dış çemberde uçuyordu ve çemberin hangi noktasında olursa olsun kafasını bana doğru çevirip alaycı gözlerle beni süzüyordu, diğerinin ise umurunda bile değildim.
Durumu farketmem en azından birkaç dakika sürdü ve o şaşkınlıkla "Leyleği havada gördüm!" dedim kendi kendime... İkisi de kocamandı, gökyüzünde çizdikleri çemberin bana yakın olan noktasına geldiklerinde beyaz kanatlarının uçlarındaki siyah tüyleri bile seçebiliyordum ve o anda kendimi rüyasında "Şefaat ya Resulallah" demeye niyetlenip yanlışlıkla "Seyahat Ya Resulallah" diyen Evliya Çelebi gibi hissettim bir an; Leyleği havada görmüştüm ve bundan sonra sürekli seyahat edecektim..! Seyahat lafı tek başına kulağa çok eğlenceli gelse de bu aralar benim hayatımla aynı cümle içerisinde kullanınca bal gibi de oradan oraya savrulmak anlamına gelebilirdi..!

Kendimi toparlamam da sanırım birkaç dakika aldı; Bir kere ben onu görmemiştim ki, o beni gördü..! Yani aslında onu görmem için gereken herşeyi hazırladı, gözümün önünde aynı yerde çemberler çizmeler, gözünü dikip alaycı alaycı bakmalar filan... Bu durumda kesinlikle ben leyleği havada gören birisi sayılmazdım ki, ortada bir alicengiz oyunu olduğu son derece netti! Gerçi birkaç saat sonra o şehirden ayrılacaktım ama bu sayılmazdı ki, günler önceden planlanmıştı herşey...

Bu sefer ben dik dik bakmaya başladım her ikisine de, "Sizi ben görmedim ki, ikiniz gelip size bakmamı sağladınız" der gibi manalı manalı bakıyordum. Karşılıklı sinir harbine başladık, alaycı bakışları sinirli bakışlara dönüşmüştü ama diğerine daha çok kızmaya başlamıştım; Hala umrunda değilmişim gibi iç çemberde uçuyordu... Bir beş dakika daha bakışabilseydik eminim beni farketmesini sağlayabilirdim ama birdenbire çemberi bozmadan dönerek yükselmeye başladılar, nereye gidiyorlar diya kafamı kaldırdığımda ormanın üzerinden gelen leylek sürüsünü farkettim... En az kırk ya da elli taneydiler... Kimileri çok büyüktü, artık oldukça uzakta -ve yüksekte- olmalarına rağmen son derece net görebiliyordum onları. Ve tam o anda bunun da oyunun bir parçası olduğunu farkettim, bu sefer bir sürü leyleği havada görmüştüm, artık hiçbir bahanem kalmamıştı, oradan oraya savrulacak olmayı kabul ederek pencerenin önünden ayrılarak kahve makinesine doğru yürüdüm. Makinenin mekanik bir hamaratlıkla hazırladığı kahveyi beklerken geriye dönüp bakmamak için kendimi zor tuttum ama leyleklerin kahkalarla bana güldüğünü duyar gibi oluyordum, "Bizden kurtulamazsın, istediğimizi alıp oradan oraya savururuz" diyorlardı kahkahalarla...

O şehirle bu şehrin arasında bir yer, ama o şehre daha yakın... Akşamüstü...

Leylekleri unutmuştum... Ve zaten şu anda yapabilecekleri bir şey yoktu ki, zaten yoldaydım... Hayatım boyunca gördüğüm leyleklerden daha fazlasın görmüştüm ama nasılsa o şehirde kalmışlardı, bu şehirde güçleri yetmezdi ki..? Tüm bunlar aklımdan, yol arabanın tekerlerinin altından akıp giderken, ve altında bot olan delta kanadı inişe geçerken az önce görmüşken ve büyük sarı deniz uçağını havalandıktan az sonra görmeden bir süre önce gayri ihtiyari gözümün sol üstünde gökyüzünde birşeyin benimle aynı hızla gittiğini farkettim, yolun sola kıvrılmasıyla onun leylek olduğunu farketmem ve biraz ileride yolun üzerinden geçerek sağda ufukta kaybolması bir oldu...

Hala takip ediyorlar dedim kendi kendime... Ve acaba diye düşündüm, sadece hayatlarını oradan oraya savuracakları insanları mı seçiyorlar yoksa o insanların başlarına neler geleceğini de biliyorlar mı..?

31 Mayıs 2006

DıPlaza




Kubrick filmleri toplu gösterisi gibiydi...

Binadaki herşey 2001 Space Odyssey'in başındaki uzay gemisinde seyahat ediliyor -maymunun kemiği havaya fırlatmasından hemen sonraki sahne- mükemmelliğinde tıkır tıkır işliyor, herkes sürekli "çok" zarif, asansörlerde son derece alçak sesle konuşuluyor...

Dekorasyon girişten itibaren şaşırtıcı, Clockwork Orange'daki Süt Bar gibi diyebilirim... Benzer olduğundan değil, sadece şaşırtıcı olması açısından...

Ve bu "yapay" mükemmel çevre ve asansördeki fısıltılar her an birisi cinnet geçirip ortalığı birbirine katacakmış hissi uyandırıyor bende... The Shining geliyor aklıma birden ve geldiği hızla çıkıp gidiyor aniden...

30 Mayıs 2006

Her Şehrin...

Let him come into the city
Let him find his lucky penny
Let him put it in his pocket
And shake it all around

Spread your wings and fly

This distance is dreamin'
We're already there tonight

Her şehrin farklı bir kokusu var...

25 Mayıs 2006

Eski...

Baharın geldiğini ve hemen ardından mevsimin yaza döndüğünü nasıl anlıyoruz..? Ağaçların yeşerip çiçek açmasından mı yoksa güneşin yavaş yavaş derimizin altına sızıp bizi ısıtmaya başlamasından mı..?



Ben şehir(lerimiz)de hummalı inşaat faaliyetlerinin başlamasından anlıyorum açıkçası... Apartman, site, rezidans, plaza inşaatlarından bahsetmiyorum; Kaldırım taşlarındaki hareketlilikten anlıyorum baharın geldiğini... Bu yazıyı okuduktan sonra sabah işe giderken, akşam eve dönerken kaldırımlara dikkat edin lüften ama dikkat ederken -tabi yaşınıza göre- son on, onbeş yılınızı geçirdiğiniz şehrin/şehirlerin kaldırımlarını da düşünün... Hatırlayabildiğiniz bir kaldırım taşı var mı? Mesela benim hatırlayabildiğim bir kaç kaldırım taşı var; Muhtemelen ilkokula başladığım yıllarda annemin elimden tutup gezmeye götürdüğü eş-dostun evinden dönerken bindiğimiz MAN marka -Çok iyi hatırlıyorum, Peugeot'nun logosuna benzeyen metal bir arslandı o yıllarda MAN firmasının logosu ve altında da "MAN Bussing" yazıyordu- otobüsleri beklediğimiz otobüs durağının kaldırım taşları mesela... Bir de lise yıllarımda Batı sinemasının önündeki cepteki otobüs durağının kaldırım taşları... Bu yazıyı yazmadan, birkaç gün arayla yolumun üzeri olduğu için her iki durağın olduğu yere de gittim, tabi duraklar artık yerinde değildi, metro, hafif raylı sistem ve yeni trafik akışı tüm otobüs ulaşımını ve dolayısıyla durakların yerlerini değiştirmişti. Zaten ben de duraklara değil, kaldırım taşlarına bakmaya gitmiştim, biraz yürüdüm ama aradığım taşlar orada değildi..? Onların yerinde yepyeni, ama özensizce yerleştirilmiş kaldırım taşları vardı ve onlar da pek kalıcı gibi değildiler... Seneye, ya da en fazla iki sene sonraki baharın habercisi olarak onlar da yerlerini yenilerine bırakacak gibi duruyorlardı...

Neden şehir(lerimiz)de eski kaldırım taşları yok..? Neden herşey sürekli yenileniyor..? Havaların ısınmasıyla birlikte her sene başlayan bu hummalı çalışma da neyin nesi? Ne zaman bitecek..? Neden şehrin kaldırımlarında anılarımın birikmesine izin vermiyorlar..? Ya da kaldırım taşlarında mı bir sorun var, sürekli söküp yenilerini mi yapmak gerekiyor..? Ya da bir türlü doğru dürüst yapamıyoruz da, doğrusunu yapana kadar denemeye devam mı edeceğiz..?

Kaldırım taşları eski değil de ne eski ki şehir(lerimiz)de..? Sürekli inşaat hali devam ediyor, kış aylarında bir kenarda usul usul bekleyip havalar ısındığı anda ortalıkta beliriveren göçmen kuşlar gibi kendilerini şehrin ortak alanlarına atıp kaldırım taşlarını söküp yenilerini koyuyorlar. Bir sene önce yürüdüğüm kaldırımı bu sene yürürken tanıyamıyorum...

Eski kaldırım taşları istiyorum, bir kere yapılsın uzun yıllar anılar biriksin üzerinde istiyorum. Eski "gibi" değil, gerçekten eski kaldırım taşları istiyorum bu şehirde. Yıllar sonra geriye dönüp üzerinden yürürken anılarım canlanabilsin istiyorum, birileri her sene havalar ısınınca göçmen kuşlar edasıyla gelip ortalığı toza dumana bulayıp kaldırım taşlarını söküp gitmesin istiyorum...

Artık kocaman şantiye-şehirlerde yaşamak istemiyorum, bırakın birkaç sene şu kaldırım taşlarını söküp takmayı, bakın siz de rahat edeceksiniz... Bırakın bu şehir(ler) kendilerini tekrar sevdirsinler bize...

17 Mayıs 2006

Kimden: chipandpin

Kimden: chipandpin [mailto:chipandpin@bkm.com.tr]
Gönderilmiş: Çar 05/17/2006 11:26
Kime: .........
Konu: YNT: Chip&Pin uygulamasi ile ilgili aksaklik

Merhaba,
iletmiş olduğunuz husus daha önce de iletilmiş olup ilgili bankalar ile paylaşılmıştır, piyasada bulunan bir kısım pos/pinpad cihazlarında şifrenizi girmeden önce tutarı görebilmektesiniz, goremediginiz durumlarda, kasiyer/satis elemanindan tutari gormek istediginizi belirterek, posu gorebileceginiz bir yere getirmesini/yerlestirmesini rica edebilirsiniz, bahsettiginiz senaryoda slip uzerinde yuksek tutar gordugunuz anda bankaniz ile irtibata gecerek konu hk bilgi verebilirsiniz,konu hakkinda bizimle paylastiginiz goruslerinizi bankaniz ile de paylasmanizi rica ederiz,

Iyi calismalar,

chip&PIN
ŞİFRENİ GİR,
İMZANI TUŞLA!
www.chipandpin.com.tr

15 Mayıs 2006

Chip ve Pin ve Ben



Bankalararası Kart Merkezi -kendi cümleleriyle- kartlı ödeme sistemi içerisinde ortak sorunlara çözüm bulmak, ülkemizdeki banka ve kredi kartları kural ve standartlarını geliştirmek amacıyla 1990 yılında, 13 kamu ve özel Türk bankasının ortaklığı ile kurulmuş. Senin ne alakan var diyeceksiniz, anlatacağım konu dışında kendileri beni veritabanlarındaki bir "entry" olarak tanırlar, 2001 krizinde çalıştığım şirket zor duruma düşünce doğal olarak kredi kartı ödemelerim aksamış, ben telefonla ulaştığım BKM'nin ortakları olan bankalara "Yahu bu kriz bankalar sisteminin yarattığı bir kriz değil mi, sizin krizinizin faturasını niye bana çıkarıyorsunuz, bu kadar faizi akşamdan sabaha nasıl uyguluyorsunuzi bi durun hele..!" dedikçe robotik tonlarda değişik defalarda "Kusura bakmayın yerseniz, sizin için yapabileceğimiz başka birşey var mı?" yanıtlarını almıştım. Bankalar krizi atlattılar ama benim BKM'nin öcü müşterler veritabanından çıkmam uzun zaman aldı, bankalar nezdindeki kredibilitem yerlerde süründü yıllarca, hayatım altüst oldu...

Çilek Reçeli...
Ve intikam zamanı..! Şimdi bu BKM'deki arkadaşlar kredi kartlarının güvenliğini arttırmak üzere düşünüp taşınmışlar yurtdışında örnekleri de olan "Chip&Pin" adlı bir sistemi güzide memleketimizde uygulamaya karar vermişler. Aylar önce ilk duyduğumda okuma yazmam az olduğu için "Fish&Chips" kampanyası var zannedip soluğu o zaman pek sık gittiğim(iz) birahanede almıştım. Neyse uzatmaya gerek yok bu "Chip&Pin" hadisesi artık kredi kartları ile ödeme yaptıktan sonra kart makbuzlarındaki tutara imza ile değil POS makinesinin uzantısı olan ya da kendi üzerindeki tuşlara sadece kendinizin bildiği bir şifreyi girerek onay vermek manasına geliyor. Bir süredir uygulamada olan bu sistem, tüm kredi kartları zorunlu olarak chipli hale getirildikten sonra mecburi hale dönecekmiş, yani o zaman "Benim parmaklarıma çilek reçeli bulaştıydı, şimdi sizin makineyi yapış yapış yapmayayım, imza atıversem olma mı?" demek işe yaramayacak, tıpış tıpış şifremizi gireceğiz her yerde...

If an Error is Possible...
E peki ben bu kadar lafı niye sarfediyorum derseniz, işte geliyor; Bu uygulama başladığından beri şifre girerek yaptığım her alışverişte -ki bu yazıyı yazmaya karar verdikten sonra son birkaç günümün geçtiği dört ayrı şehirdeki büyük-küçük her türlü mağaza, market, bakkal vs dahildir- dikkat ediyorum şifreyi girerken aslında kaç paralık harcamaya onay verdiğimizi görmüyoruz..!

Konuyu biraz daha açayım; Birinci senaryoda "Chip&Pin" uygulamasından sonra yaygınlaşmaya başlayan müşterinin şifre girmesi için kullanılan numerik keypad cihazlarını gözümüzün önüne getirelim... Bir markete girdik, ya da bir benzinlikte ödeme yapıyoruz, kasiyer POS cihazının ana ünitesine kartımızı sokup alışveriş tutarımızı giriyor ve ardından bize numerik keypadi uzatıyor. Pratik uygulamalarda dikkat ettim, kasa görevlileri POS cihazlarını -doğal olarak- kendi görüş ve kullanımlarına uygun şekilde yerleştiriyorlar, hele bir de alışveriş yaptığınız yer kalabalıksa o ekrandan hangi tutarın harcama tutarınız olarak girildiğini görmek pek de kolay değil. Kaldı ki görsek bile o ekran bir operatör ekranı, son kullanıcı için tasarlanmış değil. Evet kasiyerin şifremizi girmek için keypadi bize uzattığı ana geri dönüyorum, cihazın ekranına bakıyorum ama o da ne..? Ekran sadece kullanılan kredi kartı ve cihaza göre ufak tefek değişiklikler içermekle birlikte sadece "Şifrenizi giriniz" manasında birşeyler yazıyor. E tabi bu teknolojiye yeniyiz, gelişmekte olan ülke vatandaşı ezikliğiyle tıpış tıpış tuşluyoruz rakamları, en sağdaki yakışıklı ve tombik yeşil tuşa da basınca POS makinesi tereyağından kıl çeker gibi iki kopya makbuz yazıyor ve görevli ilgiyi kopyayı bize teslim ediyor. Şimdi bunda ne var diyeceksiniz..? Ben de diyeceğim ki "Yahu ben kaç para için onay verdim..?" Farz-ı mahal 34.75 YTL tutarında bi DLC Öküzgözü kırmızı şarap, yarım kalıp Ezine peyniri, ufak bi parça eski kaşar aldım ama kasiyer dalgınlıkla -ya da kötü niyetle- POS makinesine 34.75 yerine 347.5 yazdı ve bana uzatılan ekranda o rakam görünmediği için tıkır tıkır şifremi girdim ve makbuzu -elime- aldım. (Büyük marketlerde harcama tutarı kocaman monitorlerde görünüyor zaten filan demeyin onların çoğu POS makieneleriyle entegre değil, harcama tutarları kasiyer tarafından ayrıca elle tuşlanıyor.) Tam o anda şeytan dürttü kasiyerin verdiği kredi kartı makbuzuna baktım ve o da ne..? 34.75 yerine 347.5 YTL çekilmiş kredi kartımdan!!! İşte bu nokta BKM'nin bittiği andır sayın seyirciler! Ne yapacağım şimdi, kasiyerle konuşup bu satışı iptal etmesini mi isteyeceğim, bankamı mı arayacağım yoksa BKM'ye mi başvuracağım..? Olay en basit haliyle kasiyerin bir iptal başvurusu ile çözülse bile burada güvenlik arttırıcı bir prosedür olarak önümüze koyulan "Chip&Pin" müessesesinin daha çok problemlere yol açacağını görüyoruz! "Yahu ne olacak eğil de kasiyer yazarken iki saniye bakıver POS cihazının ekranına ya da makbuzu alınca hata görürsen rica ediver düzeltiversinler" demeyin efendiler, hata oluştu bir kere..! Tasarım disiplininin en temel kurallarından birisi çiğnenmiş bu sistem oluşturulurken; "(Üründe/Sistemde)...hata yapmak mümkünse birisi mutlaka yapar!" Ve evet bu sistem çözmek iddiasıyla geldiği en büyük sorunlardan daha büyük bir hata olasılığı ile geliyor kullanıcının önüne! Düşünün "Chip&Pin" öncesinde önümüze en azından imzalamamız için makbuz geliyordu, imzamız yoksa o harcama geçerli değildi. En kötü ihtimalle de imzamız taklit edilir çözümü mahkemelerde arardık... Şimdi ne olacak, iş çıkışı yorgun argın benzinciye girdiniz, zaten trafikten canınız çıkmış, kafanızda hala patronunuza saydırıyorsunuz, ya da yandaki kubikte dün sabah çalışmaya başlayan güzel kız/ yakışıklı oğlan "Pardon hela ne tarafa düşüyo?" derken aslında sizinle oynaşıyor muydu yoksa sadece o anda orada olduğunuz için mi size sordu diye rüyalara dalıp gidiyorsunuz ve kasiyerin uzattığı numerik keypade şifrenizi girip onay veriverdiniz. Hatta makbuzu da bakmadan cebinize attınız ki artık siz bu aşamada "Fish&Chip&Pin" teknolojisine upgrade ettiniz sayın kendinizi... Hadi benzinci örneğini bir yana bırakın, güvenlik açısında daha riskli yerleri ya da alkollü mekanlarda gecenin geç saatlerinde kafanız binbeşyüzken yapacağınız harcamaları düşünün..!

İkinci senrayo da farklı değil, daha dün yemek yediğim bir restoranda dikkat ettim garson numerik keypadi olmayan kablosuz POS cihazını oturduğum masaya getirdi, ekranda yine tutar yoktu "Şifrenizi girin" yazısına boyun eğerek tıpış tıpış girdim şifremi...



Külahıma... Biraz Daha Yüksek Sesle Lütfen...
Şimdi diyeceksiniz ki bunda büyütecek ne var, adamlar bir yazılım güncellemesi yapar ekranda onay vereceğin tutarı yazdırırlar hemen... E öyle de bu sistem hayata geçmeden önce hiç mi simule edilmemiş, beta testleri yapılmamış..? Yazıyı yazmadan önce BKM'nin sitesine baktım bu konuda herhangi bir uyarı var mı diye ama son kullanıcı ile ilgili kısımda "Alışveriş tutarınızı kontrol ettikten sonra, ödemenizi onaylamak için şifrenizi girin ve ardından "Giriş/Enter" tuşuna basın." işyerleri ile ilgili kısımda da "chip&PIN yöntemine geçişle, yapılan alışverişlerde olası bir ihtilaf (kayıp/çalıntı ya da sahte kart kullanımı) durumunda, yapılan harcamadan chip&PIN'e uygun olmayan taraf, yani işlemi hatalı veya eksik yerine getiren taraf sorumlu tutulacaktır. MasterCard ve Visa, bu uygulamaya 'sorumluluk devri' adını vermiştir." şeklinde bilgiler var. Ama BKM'nin krizde bana karşı sergilediği tutuma karşılık olarak ben de bu bilgileri "Gel de külahıma anlat" diyerek "Külahıma..." başlığı altında topladım. Ya yurtdışında nasıl oluyor, madem ithal bir müessese derseniz BKM'nin sitesinden İngiltere ve İrlanda örneklerine baktım bu konuya BKM kadar değinmişler, külahım Ingiliz dilinden anladığı için onları da sabırla dinleyecektir diye tahmin ediyorum...

Dağlar...
BKM'ye bu konuda bir mail yazacağım, cevap gelirse burada yayınlarım belki de... Belki de diyorum çünkü gelen cevapta "Arkadaşım bizim sistemde sorun yok, numerik keypadin ekranına şaşı bakınca harcama tutarı görünüyo senden başka da kimse mızmızlanmadı bu sistem hakkında" manasında bişiler olursa çok bozulurum ve cevabı yayınlamam... Böyle bir insanım... Tavşanım ben... Dağlara küserim ama küser küsmez dağları haberdar ederim... Gerisi onların bileceği iş...

Linkler:
Bankalararası Kart Merkezi
Chip&Pin Resmi Web Sitesi

8 Mayıs 2006

İçimizdeki Teletubbies



Bildirgeç'te marketallica'nın yazısında okudum kendi kişisel tarihime not düşmeden edemedim; Barcelona'da yerleşik Emiliana Design Studio müessesesi üç boyutlu halı tasarlamış..! Evet evet, halı... Hem de üç boyutlu... Fotoğraflara bakınca içimdeki Teletubby ortaya çıktı, hadi benden Teletubby bile olmaz o zaman en azından sırtını bayıra vermiş kumandası elinin altındaki abi olmak istedim...



Ogo'nun bu aşamada kreatif katılımını bizden ve Barcelona ahalisinden esirgememesi lazım; Mesela hemen üretici firmaya giderek yeşil renkli halının kendinden mangallı modellerini piyasaya sürme önerisini sunmasını bekliyorum ve iddia ediyorum ki bu model kışa doğru memleketimizde yok satar..!

7 Mayıs 2006

Mac OS X on (my) Intel



Kurulumunu izlemek bile çok güzel, -galiba anti-aliasing yüzünden-monitor aynı monitor, bilgisayar aynı bilgisayar ama ekrandaki görüntüler bir başka güzel...

Kurulum tabii ki sorunsuz, dil seçimi, disk formatlama ve üç-beş nazik sorudan yaklaşık 45 dakika sonra ben bi kapatıp açacağım diyor, e tamam ama o da ne açılırken "HFS+ Partition Error" diye bir şey yazıyor..? Araştırılıyor Chain0 marifetiyle Windows bootloader'ın sorunu çözdüğü söyleniyor, gerçekten de "HFS+ Partition Error" artık yok ama bu sefer de GUI'ye geçemeden ekranda takip edemediğim yazılar akıyor ve sanki ben yokmuşum gibi davranıp bilgisayarı resetliyor...

Az kaldı biliyorum ama bu noktadan daha ileriye nasıl geçeceğimi henüz bilmiyorum... Belki de başka bir bilgisayarda sorunsuz çalışır..? Evet evet denemeye değer...

2 Mayıs 2006

Live hakkında bir yazı yaz.

“Looks like I've lost my will to carry on, my friend" she said
And you can hear it in my whispered cries for love
I need your blissful touch to carry me away again
So can we roll tonight, roll through your desert, can we start over and just...

Run away, run away tonight
It aint no victory, but I don't care, I don't care if its wrong or right
We can just run away, run away tonight
It aint no victory but I don't care, I don't care if its wrong or right *

Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz. Live hakkında bir yazı yaz.

* Runaway, Awake / The Best of Live

Tasarlanmaz planlanır...

Yıllar öncesi... Pek havalı bir toplantı odası, içerisi kalabalık... Arka bahçeye açılan boydan boya cam kapılardan Japon bahçesinin küçük yuvarlak havuzu görünüyor ki bu havuz tasarlanma(!) amacı dışında akan suda karpuz soğutulur mu tezini doğrulamak için bir laboratuar olarak da kullanılıyor daha sonraları... Beyaz tahta başındaki adamlar değişiyor, toplantıda hararet yükseliyor ve "Şehir tasarlanmaz, planlanır!" cümlesini duyuyorum ama bu cümle bu toplantıda niye var anlayamıyorum... Ogo'ya bakıyorum o çoktan Japon bahçesine dalıp gitmiş...

30 Nisan 2006

The Architecture of Happiness | Alain de Botton



Binalar bizimle konuşabilir mi? Bir şekilde bizimle(ruhumuzla/aklımızla) iletişime geçebilirler mi? Cevap evet ise, ve onların dilini anlayabiliyorsak, nasıl oluyor da etrafımız berbat binalarla çevrili olabiliyor? Bu kadar zaman sonunda yeni(yapılacak) bir binanın hem güzel hem de kullanışlı olacağından emin olamıyor olmamız hayret verici değil mi? *


Şahsen tanışsaydık sık sık bir araya gelip soğuk biralarımızı yudumlarken keyifli sohbetler yapacağımızdan emin olduğum için gıyabında kendisinden çok yakın arkadaşım olarak bahsettiğim, Statü Endişesi ve Felsefenin Tesellisi gibi ilginç kitapların yazarı Alain de Botton, web sitesi aracılığı ile bir süredir üzerinde çalıştığından bizi haberdar ettiği yeni kitabı "The Architecture of Happiness"ı sonunda bitirdi ve kitabın İngilizce baskısı 20 Nisan'da piyasaya sürüldü.

Türkiye'de ne zaman ve hangi isimle çıkacak bilmiyorum ama "The Architecture of Happiness" ın adından da anlaşılacağı gibi Alain bu sefer de mimari/mekan -ve doğal olarak çevre- ve mutluluk arasındaki ilişki üzerine kafa yoruyor ve yormamız için de bizi teşvik ediyor. Nereden çıktı demeyin, eğer siz de benim gibi hergün geçtiğiniz yollardaki binalara, binaların yerleşimlerine, pencelerine, kaldırım taşlarına, merdivenlerin trabzanlarına, koridorlara ve binaların içinden dışarıdaki hayatın/şehrin nasıl göründüğüne bakıp -evet hergün ve hergün bakıp- her baktığınızda da "Aslında şöyle olsa daha güzel olurdu" diyorsanız ve kafanızda yarattığınız bu yeni mimariyle/peyzajla birkaç saniye de olsa mutlu oluyorsanız bu kitabı okurken kafanızdaki pek çok soruya yanıt alacağınıza, yanıt bulduğunuz pek çok soruya karşılık da yeni sorular sormaya başlayacağınıza şimdiden eminim.

Aslında değişik ölçeklerde (şehir, bina ve eşya) "tasarım"a herkesin bilinçli ya da bilinçsiz olarak kafa yorduğuna ve "tasarım"dan etkildendiğine eminim. Son yıllarda birlikte vakit geçirdiğim dostlarım da farkındadır, sürekli "Bu şehir(ler) neden güzel değil, neden güzel binalar yapıl(a)mıyor?" ya da "Neden bu şehir(ler) gitgide çirkinleş(tiril)iyor?" sorularını sıkça sordum, binalar ve şehir(ler) hakkında bolca hayaller kurdum. Geçen sene başlarında Mimarlık Dergisi'nin 311 numaralı sayısında yayınlanan "Dosya: Soruşturma 2003, Mimarlık Geçmişini Değerlendiriyor, Yapılar Sıralaması" başlıklı yazıyı okuduktan sonra ise farklı geçmişlerden ve değişik meslek gruplarından dostlara yaşadığımız şehirdeki binalar/projeler özelinde sorular sormaya başladım; Beğeniyolar mıydı, acaba o binanın diğer binalar ve şehirle ilişkisi üzerine kafa yormuşlar mıydı, ya da en azından hiç o binanın farkına varmışlar mıydı, acaba yaşadıkları şehrin dokusu hayat kalitelerini ve daha da önemlisi yaratıcılıklarını nasıl etkiliyordu..? Tahmin edileceği gibi birbirinden çok farklı cevaplar aldım ve bu cevaplar sonucunda Mimarlık dergisindeki yazıya da -haddim olmayarak- atıfta bulunarak "Daha Güzel Bir Şehirdeki Ben" başlıklı bir yarı-kurgu yazı yazmaya niyetlendim ama Aralık ayından sonra yazmaya ara verince bu yazıya da başlayamadım doğal olarak... Belki de hayatımdaki bu kesinti hayırlı oldu, geçen zaman içerisinde gıyabında yakın dostum Alain yazımda önemli bir kaynak olacak kitabını bitirmiş oldu.

Sonuçta, web sitesinde yer alan kitaptan alıntı ve The Sunday Times ile The Times gazetelerinde Nisan ayı içerisinde yayınlanan incelemeler doğrultusunda mekan/mimari ve insan(psikolojisi) üzerine okunabilecek ilginç kitaplardan birisi "The Architecture of Happiness"... Eğer hala ikna olmadıysanız kitabı okuduktan sonra yazacağım daha detaylı yazıyı bekleyin derim.

Bu arada biliyorsunuz Alain sadece kitap yazmakla kalmıyor, kitaplarına konu olan mevzular hakkında belgeseller de çekiyor. Web sitesinde "The Architecture of Happiness" belgeselinden üç kısa alıntı da yer alıyor, özellikle "Flying over London with Norman Foster" ve "Islamic Architecture" başlıklı klipler yukarıda anlattıklarımı ilginç bulanları sadece kitap hakkında değil belgesel hakkında da meraklandıracaktır.


* Review, Hugh Pearman, The Sunday Times, 23 Nisan 2006


Linkler :

25 Nisan 2006

Ogo'dan Yeni Blog ve Prag Fotoğrafları


Ogo, bloglar zincirine bir halka daha ekledi, daha doğrusu Ogo's Attic adlı blogundaki maceralarına artık http://ogomogo.com/blog/ adresinde devam ediyor ve ilk yazılarından birini Greta ile geçen günlerde yaptıkları Prag gezisine ayırdı. Prague Photos and Images başlıklı yazıda harika bir kompozisyon içerisinde Ogo'nun gözünden Prag var. Tabi ki bu kadarla kalmıyor, Greta'nın Prag fotoğraflarını ise El Rincon De Greta adlı blogunda Ceska Republika başlıklı yazısında görebilirsiniz.


Prag'a benim gibi çeşitli sebeplerle -şimdilik- sadece hayal edip de bir türlü gidemediyseniz sakın kaçırmayın derim...


Ads by AdGenta.com


23 Nisan 2006

Yeniden...

Yazacak bir sürü şey birikti, kimileri not alındı kimileri unutuldu...

Yeniden başlıyorum, kaldığım yerden...

Yolum açık olsun.

21 Nisan 2006

Emek

İnsan karşılığını alamayacağını bile bile niye emek sarf eder ki, anlaşılan sadece emek harcamaya ihtiyacım varmış. Karşılığını alamadıkça daha çok daha çok daha çok emek verdim ve şimdi fark ediyorum ki tüm "keşke"lerimi öldürmek adına, yeterince emek harcamadığım için sonradan pişman olduğum tüm zamanlar adına ısrarla uğraşmışım son ana kadar. Artık nefessiz kalıp kendini dışarı atmak istediğim, kendi kendime yeter artık kapıdan çıkıp gitmem lazım dediğim halde vucüdumda bir gram ter kalmayana kadar kaldığım bir sauna odası gibiydi ya da belki de cazip bir cehennemdi.

Ama -sonuçta- dışardayım artık, hakeden herşeyden/herkesden daha çok emek verdim/terledim ve şimdi sıra bu kadar emeğe karşılık verecek birşeyi/birisini bulmakta... Çünkü emek vermek çok güzel.

21 Aralık 2005

Aslını Görmenin Keyfi | Erhan Karaesmen

Erhan Hoca'nın Cumhuriyet'te 20 Aralık günü Picasso ve Dubuffet sergileri ile ilgili olarak yayınlanan yazısı mutlaka okunmalı! Özellikle sanat eserinin biricikliği konusundan bahsettiği yer çok önemli bence... Ve tabii ki Ogo'ya teşekkürler!



Picasso ile Stravinsky'nin kendi dallarında evrensel ölçekli geniş ufuklar açışlarındaki benzerlikler, uzunca dönemler tartışılmış ve yorumlanmıştır. Resimde ''Les Desmoiselles d'Avignon'' çok değişik ve hınzır bir şeylerin başlayışının işaretiydi. Müzikte ise Ateş Kuşu-Petruşka dizisiyle gelişip ''Bahar Ayini'' ile doruğuna ulaşan benzersiz değişimcilik oyunu hâlâ hayranlıkla anımsanmaktadır.

Sabahleyin orkestra konserinde Stravinsky dinleyip öğleden sonrasında Picasso' ları görmeye gidiyorsunuz. Hele bir gün öncesinde de Dubuffet' leri görebilme şansını bulmuşsanız, hiç eksikliğiniz yok. Bunlara mekân oluşturarak, İstanbul çok hoş bir tablo çiziyor.

Medyatik tüketimsel unsurlarla çok fazla hamur oluşu günümüz İstanbul'u için haklı yakınmalara yol açabiliyor. Ancak, tüketim merakının sanatsal-kültürel düzlemlere de yansımasının sonucu olarak değişik bir istemcilik doğabiliyor. Böylece Picasso yapıtları, Dubuffet resimleri, aynı dönemde İstanbul'da buluşabiliyor. Aslında her iki serginin de ileri düzeydeki meraklıları tam tatmin etmesi söz konusu değil. Dubuffet'de baskı ürünü gravürler büyük çoğunlukta. Tuval resimlerinin sayısı epeyce az ve bunlar da büyük Dubuffet'yi tam anlatmaya yetmiyor. Özbeöz torununun düzenleyiciliğini yaptığı Picasso sergisi ise desen, tabak çanak (ve bu arada Pablo Usta'nın önemli bazı resimlerinin replikası olan, ama ciddi bir sergi için epeyce hafif kalan duvar halıları) ağırlıklı olmuş. Büyük Picasso'nun asıl güçlü özelliklerini tanıtmaya yarayacak yağlıboya renkli tuvaller ise özel koleksiyonlardan ve muhtemelen biraz da aile arşivlerinden yararlanarak bir araya getirilmiş, evrensel sanat değerlendirmesi ölçütleriyle konuşursak daha ziyade vasat düzeyde bir yapıtlar topluluğunu ortaya koymuş bulunuyor. (Ancak, büyük ustanın bilinegelen benzersiz bir çizme rahatlığını ve desen gücünü yansıtan gençlik dönemi desenlerinden bir bölümü yine de dikkat ve hayranlık çekici.)

Sanat yapıtının biricikliği

Batı ülkelerinde öteden beri sanat-kültür dünyasının destekçiliğini zevk sahibi varlıklı insanların yaptığı bilinir. Kentsoylu toplum katmanının sanatsal yaratıcılığa ve etkinliğe epeyce bir anlayarak ilgi gösterişinin yanı sıra bunların arasından varlık durumu daha uygun olanların maddi destekçiliği benimsediği de uzaktan takdirle izlenir. Bizdeki iş dünyasının bazı kesimlerinde de benzer bir sahipleniciliğin ortaya çıkışı ilginç bir gelişmedir. 'sponsorluk' falan gibilerden bir toplumsal kültürel işlevin ortaya çıkışına tanıklık edilmeye başlanıyor. Bu destekçilik ve benimseyiciliğin geniş kapsamlı uluslararası sergileme işlerini de gündeme alışı memnuniyet verici bir olay. Böylece eksiklere, gediklere karşın Picasso ve Dubuffet İstanbul'a hoş gelmiş oluyorlar.

Bu vesileyle, bir plastik sanat yapıtının aslını görmenin önemi ve keyfi üzerinde biraz durabilme fırsatı yakalıyoruz. Kitap basılarak çoğaltılır; sinema filmi zaten çoğaltıldıktan sonra defalarca gösterilme mantığına göre hazırlanmıştır. Müzik sanatının yapıtları, radyo-televizyon, plak-CD ve en son yayın sistemi olan bilgisayar aracılığıyla dinleyicinin ve tüketicinin kulağına iletilir. Oysa plastik sanatların ürünü olan resim ve heykel, sadece bir tanedir. Klonlamayı düşündürtebilecek türden modern yöntemlerin falan da sanat eserinin bu ''biricik'' liğini ortadan kaldırması olanak dışıdır. İzleyicinin bunu en azından kafasında canlandırabilmesi için reprodüksiyon tekniklerinden, fotoğraf dünyasının olanaklarından yararlanılmasına çalışılır. Ancak, aslı birkaç metrekare yüzeylere yayılmış bir büyük yapıtı, meraklısı bir izleyici için, kitap ya da kartpostal boyutunda bir fikir vericiliğe indirgemek aslında çok yetersiz kalıyor. Öte yandan, heykel olayındaki üç boyutluluğun bir küçük resim sayfasına sığdırılarak anlatılabilmesi çok zordur. Buna göre bir plastik sanat ürününün o tek, tekil, biricik olan aslını görebilmenin ne denli önemli olduğu ortaya kendiliğinden çıkıyor.

İşlenmeden dışa vurulmuş imgeler

Hatası ve sevabıyla birlikte iki önemli çağdaş sanatçıdan toplamda iki yüzü aşkın yapıtın asılları birkaç aylığına el altındadır. Gidiniz; görünüz onları. Elinizle dokunmasanız bile, ruhunuzla okşayın bu yapıtları. Büyük Picasso'nun, henüz on beş yaşındayken gürleyerek dışa vuran dehasını sergileyen Barselona'daki o nefis müzeden gelmiş birkaç gençlik yapıtının önünde diz çökünüz.

Picasso sanat dünyası dışında da çok bilinen, popüler ve medyatik bir şöhrete sahipti. Buna karşılık, Dubuffet, sadece sanat dünyası insanlarının bildiği ve yücelttiği bir büyük adamdır. Kendisine varsıllık sağlayan şarap ticaretini bırakıp kırk küsur yaşından sonra resim sanatına gelmiş bir otodidakttır Jean Dubuffet. Geçen yüzyılın ortalarında çağdaş sanatın tüm oyunlarının oynandığı ve tüm kurallarının yerleştiği varsayılan bir dönemde tüm anlatım yöntemlerine karşı çıkmayı becerecek müthiş bir beyin gücüne ve entelektüel birikime sahipti. Doğadan ve insanın içinden fışkırdığı gibi hiç işlenmemiş (brüt) haliyle dışarı vurulmuş imgelerin şiirsel bir sentezinin peşindeydi. (Dubuffet'nin o olağanüstü Paris-Georges Pompidou sergisinin, hayranlık dolu izlenimlerini, bir yazımızda Cumhuriyet okurlarıyla paylaşmış olduğumu anımsıyorum.)

Buna karşılık Picasso ile ilgili olarak çeşitli dillerde bol miktarda yazma, konferans ve TV söyleşilerinde konuşabilme fırsatı bulmuşumdur. Kendisini etten kemikten, kısa süreli bir rastlaşma çerçevesinde de olsa, tanımış bulunmanın onur verici ve zevkli anısını hep içimde yaşatmışımdır. Bundan önceki dönemlerde sadece birkaç deseniyle de olsa, Picasso yapıtlarının Türkiye'de sergilenişinde okurlara ''gidiniz görünüz'' mesajları veren bir şeyler yazdığımı da hatırlıyorum. Medyatik ve güncel olayların peşinden bir çeşit vazife gibi koşan İstanbul insanlarının adı çok geçen bir yerde bulunma dürtüsüyle Emirgan'daki köşkün salonlarını dolduracağından emin olunabilir. Tümü gerçek sanat meraklısı, resimden anlayan kimseler olmayabilir. Az sayıdaki daha iyi niyetli meraklıların ise hele daha önce asıllarını hiç görmemişlerse, bu kadar çok Picasso'nun İstanbul'da duraklamasından büyük mutluluk duyacağı kesindir. Yazıya Stravinsky ile girmiştik. Metnin sonunda da Stravinsky-Picasso yakınlığının altını çizelim. Bu iki dâhinin kendi dallarında evrensel ölçekli geniş ufuklar açışlarındaki benzerlikler, uzunca dönemler tartışılmış ve yorumlanmıştır. Resimde ''Les Desmoiselles d'Avignon'' çok değişik ve hınzır bir şeylerin başlayışının işaretiydi. Müzikte ise Ateş Kuşu-Petruşka dizisiyle gelişip, 'Bahar Ayini' ile doruğuna ulaşan benzersiz değişimcilik oyunu, üzerinden yüzyıla yakın zaman geçtikten sonra, hâlâ hayranlıkla hatırlanmaktadır. Bu çok büyük adamların anılarına derin saygıyla...

18 Aralık 2005

The Movies



Imagine you could make any movie you wanted to. Imagine you could pluck someone from obscurity and make him or her the hottest star in Tinseltown. Imagine that you had control of an entire movie studio, competing with others to create a string of box office smashes. Imagine being able to use your judgement alone, deciding whether success lies with epic action pictures or lots of low budget, hammy 'B' movies.


İnanamıyorum..! Sıkıntıdan kendime oynamak için yeni bilgisayar oyunları ararken galiba dünyanın en enteresan -ve kuvvetle muhtemel en güzel- oyunlarından birini buldum; The Movies.

Özetle oyun şu; 1925 yılından başlayarak 2005 yılına kadar geçen zaman çizgisi üzerinde yönetmen, yetenek avcısı da ya da prodüktor olarak bir film stüdyosu kuruyor ve film üretiyorsunuz. Ürettiğiniz filmlerle para kazanıp, yeni filmler yapıyorsunuz. Yani tam anlamıyla bir "Film Prodüksiyon Simülasyonu"!

Oyundan görüntüler de inanılmaz güzel üç boyutlu sahneler içeriyor, tabi bu da oyunu oynamak için oyun canavarı bir bilgisayara ihtiyaç duyulacağı anlamına geliyor.

Ben koşarak oyunu bulmak üzere ufukta kayboluyorum, oynadıktan sonra daha ayrıntılı yazacağım ama o zamana kadar bekleyemem diyenler Fatih Tiryaki'nin TrGamer'daki "The Movies" incelemesini okuyabilirler.

Bu arada The Movies'in oyun tasarımcıları arasında en önde gelen isimlerinden ve "God Games" tabir edilen tarzın (Black&White mesela..) babalarından birisi olan Peter Molyneux oyunu olduğunu da söylemek lazım. Yani artık Sid Meier öldü -ki ben hala Pirates oynuyorum- yaşasın Peter Molyneux..!

Linkler :
The Movies Official Site
Lionhead Studios The Movies Site

15 Aralık 2005

Güneş Kafalı Adamlar



"Önceleri ne Ay ne de Güneş varmış.
İnsanlar havada uçar dururlarmış.
Uçarken de çevrelerine ışık saçarlarmış."*


Sır adamlar, göğe uçan kuyruklu insanlar, kozmik yolculuklar, bedensel başkalaşımlar. Atlas'ın Aralık sayısında Servet Somuncuoğlu'nun fotoğraflarıyla süslediği "Şaman İzler, Saymalıtaş, Orta Asya'daki Bilinçaltımız" başlıklı yazıyı görünce aldım dergiyi. Orta Asya figürlerine olan merakım aslında çok da eskiye gitmiyor, Mehmet Siyah Kalem hakkında burada yazalı da çok fazla olmamış ama Pagan ritüelleri ve Şaman törenleri hep ilginç geldi bana...

Somuncuoğlu'nun gezi yazısı Kırgızistan'ın Tanrı Dağları'nda 3 bin 500 metredeki bir vadideki granit taşlara oyulmuş Saymalıtaş kaya resimlerinden bahsediyor. Ya da resim değil, "Petroglif" demek daha doğru galiba; Petroglif yazı öncesi dönemin yazı dili imiş..?

Konu çok ilginç ama yazıyı pek doyurucu bulmadım açıkçası, yazar ortam ışığının değişkenliği ve kayaların parlak yüzeyleri nedeniyle fotoğraf çekmenin zorluğundan da bahsetmiş ama bir türlü Saymalıtaş'da olduğumu canlandıramadım gözümde...

Yazıyı okurken, aslında daha çok yüzyıllar önce kayalara kazınmış şaman figürlerini -üçgen formlu hayvanlar, kuyruklu ve güneş kafalı insanlar, gamalı haç, yılansı boynuzlar, ejderhalar ("Acırğa" lar), gezegenler(?), spiraller ve çiftleşen(!) insanlar - incelerken bir süre önce seyrettiğim ve Gobi Çölü'nde yaşayan bir Moğol aile ile ilgili belgesel olan "Ağlayan Devenin Öyküsü"nden bir sahne geldi gözümün önüne; Çölde yaşayan aileler dua etmek için çıplak bir yükseltinin tam ortasına diktikleri bir direğe mavi -ki maviyi doğadan elde etmek ne zordur- kumaş parçaları bağlayarak paganist bir tören yapıyorlar;



Biz Moğollar doğaya ve onun ruhlarına saygımızı sunuyoruz,
Bugün insanoğlu, hazineleri için yeryüzünü alt üst edip duruyor,
Bu yüzden bizi kötü havalardan ve hastalıklardan koruması gereken ruhlar kaçıyor. Yeryüzünde yaşayan son nesil olmadığımızı unutmamalıyız.
Şimdi bağışlanmak için dua edeceğiz,
Böylece ruhlar geri dönecek.
...


Sonuçta kafa karıştırmaya gerek yok, herşey net; Doğaya saygımızı sunuyoruz, güneş kafalı adamlar gökyüzünde uçuyor ve günler geçiyor şu hayatta...

Ve bu yazının özeti şu aslında; Güneş kafalı bir adam olup -tercihen- kedi bedeninde gökte dolaşmayı istiyorum şu anda diğer şamanlarla...

* Gecename, Altay Türk Efsanesi

14 Aralık 2005

Vega | Hafif Müzik

Mecburen evde geçirilen günlerin sayısı arttıkça dışarı çıkmak pek bir kıymetli oluyor, insan türlü bahaneler yaratıp bir yarım saat de olsa dışarıda olmanın değerini daha iyi anlıyor.



İşte böyle mecbur günlerden bir sonraki mecbur gündü bugün... Müzik kanallarında bu aralar sürekli yayınlanan Vega'nın "Serzenişte" adlı klibini seyredince haberim oldu grubun "Hafif Müzik" adlı yeni albümünün yayınlandığından. Ve bu mecbur günün kaçışı da Vega oldu tabi, öğleden sonra kaçıp aldım "Hafif Müzik"i...

Klip ve albümün grafik tasarımını çok beğendim, bir iki kelam etmek isterdim ama sanırım az önce bunu yapmayı daha sonraya erteledim kendi kendime. Müziğine ise bence diyecek birşey yok, grubu dinleyenler bilirler; Beğenen zaten beğeniyordur.

Neyse yani özetle albüm alındı, hemen itina ve tabii ki ITunes'un yardımı ile en kalitelisinden (Tabii ki 320Kbps) Mp3'e dönüştürülerek iPod'umun hafızasında Vega şarkıları için özenle ayırdığım silikon hücrelere depolandı ve keyifsiz beklemeler ve keyifli yolculuklarda dinlenmek üzere yerini aldı.

"Serzenişte" zaten çok güzel bir şarkı, "Elimde Değil" ve "Yok" da ilk dinleyişte beğendiklerim oldu bakalım biraz daha dikkatli dinleyince favori listem değişecek mi? Ha bir de "Ankara" diye bir şarkı var, adı üzerinde işte; "Ankara"...

Link:
Ideefixe : Vega | Hafif Müzik

8 Aralık 2005

Mavi Ay

Bu sene grip aşısı olduğumdan bu yana geçirdiğim üçüncü orta ve yüksek şiddetli grip yüzünden son birkaç gündür televizyon karşısında bolca ve hem de -maalesef- ayık olarak vakit geçirmek zorunda kalınca yıllar sonra tekrar yayınlanan çocukluğumun en önemli televizyon dizilerinden Mavi Ay'ı izleme fırsatını buldum.



Mavi Ay'ın angi yıl(larda) yayınlandığını hatırlamıyorum ama televizyon dizilerinin pek kıymetli olduğu çocukluk yıllarıma doğru geriye dönüp düşününce "Atlantis'den Gelen Adam" ve "Kökler" ile birlikte ilk aklıma gelen üç diziden biri oldu. Deniz aktiviteleri ile olan yakınlığımı düşününce Atlantis'den Gelen Adam'ın bende pek iz bırakmadığı ortada, Kökler dersek zaten hayal meyal hatırlıyorum ama tekrar seyredince Mavi Ay'ın ve özellikle şımarık oğlan çocuğu kıvamındaki cevval hafiye David Addison (Bruce Willis) karakterinin üzerimde fevkalade etkisi olduğunu farkettim. Şimdi denilebilir ki; O kadar dizi, o kadar uçan kaçan adam gibi karakter varken bu zibididen mi etkilendin o çocuk kafanla..! Ama insan beyni böyle birşey, hangi reseptörleri kapatıp hangi bilgiyi ne kadar saklayacağımız konusunda pek bizimle ekip çalışmasına yatkın olduğu söylenemez, o genelde tek başına çalışıyor... En azından benimki öyle...

Tabi dizide bir de "Maddie Hayes (Cybill Shepherd)" müessesesi var ki, bir kadın nasıl bu kadar entersan bir güzelliğe sahip olabilir yıllar sonra yine bilemedim..! Ve fakat vurgulamadan da yapamayacağım, dizinin ilk yayınlandığı yıllarda hiç farketmemiştim ya da en fazla çocuk kafamla "Yahu kadın nasıl böyle ışıl ışıl bakıyor" filan demişimdir ki dizide Cybill Shepherd'in sadece ve sadece tek başında olduğu kadrajlarda adamlar yıldız filtre denen görüntüyü yumuşaklaştırıp, ışıkları dağıtan bir filtre kullanmışlar ve bu yüzden Maddie Hayes öyle melek gibi ışıl ışıl görünüyormuş yahu..! Boşuna demiyorlar televizyona aptal kutusu diye, işte kutu işte aptal... Yani ben..!



Neyse, bu yaştan sonra yapacak birşey yok, bari iyileşene kadar Mavi Ay'ın diğer bölümlerini de izleyeyim de en azından David Addison'un kötü alışkanlıkları varsa üzerimde etkili olan onları tespit edip kurtulmaya çalışayım!

iMeeting

Bugün yayınlanan Resmi Gazete'nin mükerrer sayısındaki kanun hükmündeki kararname ile tüm devlet ve özel sektör kurumlarında yapılan toplantılar sırasında iPod kullanımı serbest bırakıldı.

Bugün katıldığım ve yaklaşık bir buçuk saat süren toplantıda düşündüm bunu... Toplantı odasına girilse, herkes toplantının başlama saatinde kendi iPod'unun kulaklıklarını kulağına taksa ve toplantı bitene kadar yüksek sesle istediğine istediğini söylese..? Nasılsa herkesin kulağında kendi kulaklığı var, herkes istediğini söylebilirken istediğini de dinleme özgürlüğüne sahip olacak böylece!

Evet bu kanun hükmündeki kararname bugün yürürlüğe girdiğine göre bundan sonra saatlerce sürecek toplantılara daha rahat katlanabilirim, yeter ki toplantıdaki herkesin kulağında beyaz kulaklıklar olsun...

Prag*Prague*Praga*Praha ha ha!



Prag serisi, Prag üzerine Türkçe bir blog ile devam ediyor;

Prag*Prague*Praga*Praha ha ha!
"ve Çek Cumhuriyeti ve ondan şundan bundan"

6 Aralık 2005

Opel Astral Time Traveller

Yaklaşık iki hafta kadar önce kullandığım otomobilin aküsü bitti. Tabii ki akü durup dururken bitmedi, bu aralar aklım/kafam pek yerinde olmadığı için arabanın farlarını bütün gün açık unutup akşam yanımda bir Alman bir de Fransız'la geri döndüğümde halim gerçekten görmeye değerdi.

Bir Alman, bir Fransız ve bir Türk'den oluşan grubumuzun ilk şaşkınlığı atlatması uzun sürmedi çünkü inanılmaz bir yağmur yağıyordu. Kısa bir süre sonra kısa çöpleri çeken Alman ve Fransız arabayı itmeye başladılar, ben de içeride arabayı "Second gear..! Nowww!" sesleri arasında çalıştırmaya uğraşıyordum.

Her neyse sonuçta araba çalıştı, bir Alman, bir Fransız ve bir Türk'den oluşan ideal fıkra ekibi olarak yeni maceralara doğru yola çıktık ve bu mevzu ertesi gün birkaç gülüşmeden sonra unutuldu.

Unutuldu ama arabanın aküsü bittiği için orta konsoldaki sayısal saat ve tarih göstergeleri de sıfırlandı. Yani aslında saat sıfırlandı demek daha doğru çünkü tarih göstergesi 1 Ocak 1997'ye döndü.

Kol saati kullanma gibi bir alışkanlığım olmadığı için hemen arabanın saatini ayarladım ama tembelliğimden tarihe dokunmadım o gün...

Ve dün tarih göstergesine baktığımda 11 Ocak 1997'yi gösterdiğini farkettim, akü macerası da ilk anda aklıma gelmediği için acaba arabam bir tür zamanda seyahat gemisine mi dönüştü diye düşündüm..? Ancak önce aynadan kendime ve ardından cep telefonumun tarihine bakınca kendime geldim ve akü bittikten sonra tarihi ayarlamadığımı hatırladım! Ve bir an düşündükten sonra iyi ki ayarlamamışım dedim kendi kendime; Çünkü iki gündür arabaya binince tarihe bakıyorum ve tam o olarak o gün nerede olduğumu ve neler yaptığımı hatırlamaya çalışıyorum! Başarılı olabiliyor muyum..? Henüz gün bazında değil ama dönemsel anılar getirebiliyor beynim geçmişten bu tarafa ama denemeye devam edeceğim tabi, zamanda yolculuğun kolay olduğunu kim söyledi ki zaten..?

1 Aralık 2005

Ve...



Ve hayat... Hergün yavaşça ve pür dikkat geçtiğin yollar ve virajlardan saatte yüzkırk kilometre süratle geçmek...



Ve alkol... Keyifli dostalarla geçen akıllı sohbetler ve ardından yapayalnız son sürat eve -aslında hiçbir yere- dönerken hayatını kurtaran trafik işareti...



Ve yalnızlık... Sadece trafik işareti, annen ve birkaç eski dost -sadece en en en eskiler- ağlar büyük ihtimalle ardından...

28 Kasım 2005

Depeche Mode | Precious

Angels with silver wings
Shouldn't know suffering
I wish I could take the pain for you

If God has a master plan
That only He understands
I hope it's your eyes He's seeing through

Things get damaged
Things get broken
I thought we managed
But words left unspoken
Left us so brittle
There was so little left to give

I pray you learn to trust
Have faith in both of us
And keep room in your hearts for two


Sürekli dinliyorum... Dinliyorum ve mırıldanıyorum bir dua gibi...

20 Ekim 2005

Shri Live & Burhan Öçal

Tanıtım broşürünü tam olarak okumadığım için sanırım; Konsere giderken bir Burhan Öçal şovu içerisinde Shri Live'ı da izleyeceğimi düşünmüştüm. Oysa son derece net bir şekilde yazıyormuş; "...Hint kökenli bas sihirbazı Shri, özel konuğu Burhan Öçal ile buluşuyor"

Dün gece izlediğim "Shri Live & Burhan Öçal, Ritim Ustalarının Buluşması" konserinden bahsediyorum. Kalıptan çıkma bir cümle olacak ama yine de yazacağım; Shri Live, zaman zaman Burhan Öçal'ın da katılımıyla inanılmaz bir gösteri sergiledi. Gösteri diyorum çünkü izlediğim şey bir konser değildi özellikle Shri Live'ın vokalisti Rags ve tabii ki Shri'nin performanslarını düşününce.



Ancak "Doğal/Hakiki Entellektüel" Sayın Zındırzımba'nın da tespit ettiği gibi Burhan Öçal ile Shri Live'ın beraber sergilediği performans için iyi demek pek de mümkün değil açıkçası, ayrı ayrı değerlendirdiğimizde hem Shri Live hem de Burhan Öçal inanılmaz keyif verdi ama beraberlerinde -belki de dün geceye has- bir kan uyuşmazlığı vardı...

Shri Live'den "Son yıllarda İngiltere başta olmak üzere tüm Avrupa'yı etkisi altına alan Asya Kültürü'nü günümüz standartlarıyla buluşturan..." ve benzeri süslü birçok cümleyle bahsediliyor. Ortada bir kültür buluşması gerçekten var, Shri beslendiği kültürünü batılı grup arkadaşlarıyla inanılmaz keyifli bir şekilde sundu konser boyunca ama grubun iki vokalisti ilgimi çekti en çok: İnanılmaz bir sahne hakimiyeti olan -sanırım İngiliz- Rags, Hint kıyafetleri ve rahatlığıyla "Batı"nın "Doğu"dan duyduğu heyecanı, Batılı kıyafetler içindeki Hintli vokal Hema Jani ise ürkek tavırları ve acılı/yanık/ürkek ama çok daha etkileyici sesiyle "Doğu"nun "Batı"ya öykünmesininin göstergesi gibiydi...



Ve son olarak şunu düşündüm; Maalesef "Müzik kulağı" denilen şeye sahip değilim, kafamın her iki yanında yapışık duran iki şeye olsa olsa en fazla sıradan iki "İnsan kulağı" denilebilir. Ben bile bu müziği dinlerken bu kadar heyecanlanıyorsam, müziğin teorisini bilenler/müzik kulağı olanlar ya benim duyamadığım sesleri de duyuyor, kulağımdan kaçan ayrtıntıları da yakalıyorlarsa..?

Kıskanıyorum...

19 Ekim 2005

Uyuşmak

"... cemaatin (cemiyetin) şefkatli elini hissetmek, cemaatle uyuşmak büyük bir zevktir. Bedeli ise yaratıcılığınızdan, değişik fikirlerinizden vazgeçmektir. Cemaatin içinde sırt sıvazlamak, erkek cemaati, kendi cemaatiniz, iş arkadaşlarınız vardır."

Akşam Gazetesi'nde Serdar Turgut'un Orhan Pamuk'la yaptığı ropörtajdan alıntı.

Love Her Madly | The Doors

Don't ya love her madly
Don't ya need her badly
Don't ya love her ways
Tell me what you say

Don't ya love her madly
Wanna be her daddy
Don't ya love her face
Don't ya love her as she's walkin' out the door
Like she did one thousand times before

Don't ya love her ways
Tell me what you say
Don't ya love her as she's walkin' out the door

All your love
All your love
All your love
All your love

All your love is gone
So sing a lonely song
Of a deep blue dream
Seven horses seem to be on the mark

Yeah, don't you love her
Don't you love her as she's walkin' out the door

All your love
All your love
All your love

Yeah, all your love is gone
So sing a lonely song
Of a deep blue dream
Seven horses seem to be on the mark

Well, don't ya love her madly
Don't ya love her madly
Don't ya love her madly

Dinliyorum : "Stoned Immaculate: The Music of The Doors"

12 Ekim 2005

Alçak Uçuş

Kahramanımız tek motorlu Cessna 400 otomobili ile alçaktan uçarken kendisine gökyüzünde Çin ejderhalari ve balik figürleri çizerek uçan kuş sürüleri ile akşam yemeği olarak tarla fareleri arayan yalnız şahinler eşlik etmektedir.

Henüz ikiyüz gram kavrulmuş fındık içi yenecek kadar mesafe gidilmişken uyku açıcı birşeyler içmek ve yolun anılarını hatırlamak üzere mola verilmiştir.

8 Ekim 2005

Amat | İhsan Oktay Anar - Sonrası...

Kitap yayınlandığı öğrenildiğinin ertesi günü satın alınmış, satın alındığının ertesi günü ve neredeyse bir tam gün sonra okunmuş ve bitirilmiştir. Ve tabii ki bunda tam da hafta sonuna denk gelen ve feci halsizlik ve boğazda yanma belirtileri ile hayatı zindan eden gribal enfeksiyon nedeniyle evde karantina altında olmanın da etkisi olduğu yadsınamayacaktır...

Ve bu halsizlik ve yarı uyku halinde yapılan yanlışlar suratına buz haline getirilmiş kocaman bir kartopu gibi patlayıp da bir an için nefessiz bırakınca "Kendimi tutmalıydım ama aldığım ilaçlar beni sersem gibi yapmıştı!" diyerek hastalığın arkasına sığınılmaya çalışılacak ama artık geçip gitmenin vakti geldiği de sonunda anlaşılacaktır.


İhsan Oktay Anar'ın tüm kitaplarını okudum, bir önceki yazımda da yazdığım gibi Puslu Kıtalar Atlası için okuduğum en iyi kitap diyebilirim. Ardından yayınlanan Kitab-ül Hiyel'i de benzer bir keyifle okudum ama Efrâsiyâb'ın Hikayeleri'nden aynı keyfi almadığımı söylemeliyim.

Amat'ı nasıl bir heyecanla gidip aldığım ve okumaya başladığım malum, aynı heyecanla da bitirdim. İlk sayfaları geride bıraktığımda yıllar önce (1990 ya da 91 yılı olsa gerek..?) Metin Kaçan'ın Ağır Roman'ınını okuduğumda hissettiklerimi düşündüm. Metin Kaçan, Ağır Roman'da sadece karakterleri değil anlatıcıyı da olayların geçtiği bağlamın diliyle konuşturmuştu. Kitabı okurken buna önce çok şaşırmış, ama yazarın inanılmaz akıcı anlatımı ve hikayenin sürükleyiciliği karşısında anadilimin daha önce hiç duymadığım kelimeler ve cümlelerle bu alternatif kullanımına ilk sayfalardan sonra alışmıştım.

Anar'da Amat'da Kaçan'ın Ağır Roman'daki tarzına benzer şekilde çıkyor karşımıza; Nefessiz bir denizcilik jargonuyla okuyucuya çoğu zaman açıklama yapma gereği bile duymadan hikayesini anlatıyor ve kahramanlarını konuşturuyor. Kitapları okurken olayların geçtiği mekanları, kahramanları, detayları hayalimde canlandırma ("Hayalimde somutlama" daha iyi tanımlıyor bu durumu aslında...) alışkanlığımdan olsa gerek itiraf edeyim önce biraz zorlandım. "Rüzgar yıldız tarafından eserken orsa çeken iki fırkateyn, yelkenlerini istinga etmiş ve burnu güneydoğusuna dönük olan Amat'ın kemere hattında, beş gomina kadar açıktaydı." cümlesinin betimlediği nasıl bir resimdi, "orsa çekmek, istinga etmek, kemere hattı" ne demekti ve "beş gomina" ne kadarlık bir mesafeyi tanımlıyordu? Kısa süren bir tereddütten sonra kendimi hikayenin akışına bıraktım, bir masal okuduğumu düşünerek Anar'ın cümlelerinden kendi resimlerimi çizdim kafamda, sonuçta beş gomina dediğin şey bir gominanın beş katıydı :)

Hikaye
Gelelim hikayeye... Amat'ı bir cümlede nasıl anlatabilirim diye düşünüyorum kitabı bitirdiğimden beri, mesela "Ölümsüzlük hakkında bir roman" desem anlamlı olur mu ya da "Alternatif bir dinler efsanesi" denilebilir mi bilmiyorum. Anar kitapta İsrafil'den Nuh'a, Süleyman'dan Kırmızı Başlıklı Kız hikayesine pek çok gönderme yapıyor ve hikayenin tamamını deşifre etmek de bu yüzden biraz zaman alacak gibi görünüyor. Kitap daha yeni yayınlandığından olsa gerek, nette de hakkında tanıtım yazısı dışında pek birşey bulamadım (Aslında sadece Google Efendi'ye buyurdum o aradı). Bu noktada Ogo'nun ve kitabı okuyan ya da okumaya niyetlenen diğer arkadaşların izlenimlerini de çok merak ediyorum doğrusu...

Bu yazıyı yazdığımın ertesi günü Hürriyet Gazetesi Pazar Keyif ekinin "Kitap/Haftanın Yenileri" sayfasında Ayşe Gür'ün Amat ile ilgili olarak yazdığı tanıtım yazısına rastladım. Ayşe Gür de Amat üzerine konuşmanın zorluğundan bahsediyor;

"Yazarın diğer eserleri gibi bunu da anlatmak zor. Bu yazıyı yazmak için büyük bir hızla okudum romanı; Dönüp dönüp tekrar okuyacağımı biliyorum. Çünkü binlerce farklı şekilde okunacak romanlardan biri "Amat". Bir gemicilik ve deniz romanı gibi, bir Tevrat hikayesi gibi, bir semboller denizi gibi, bir macera romanı gibi okunabilir, kim bilir İhsan Oktay Anar'ı sevenler onu daha nasıl okuyacaktır. Ama kimseyi hayal kırıklığına uğratmayacaktır."

Kapak Tasarımı
Kitabın kapak tasarımı Suat Aysu tarafından yapılmış; Tüm kapağı önden arkaya saran kırmızı ağırlıklı doku ve arka kapakta bu dokuya yedirilmiş remil falı figürleri kaplıyor. Ön kapakta yukarıdan aşağıya yazarın adı, kitabın adında sonra ana figür olarak bir ambarlı kalyon minyatürü (1720, Sûrname) kullanılmış. Arka kapakta ise sadece tanıtım yazısı var.

Bir önceki yazımda da kullandığım kitabın ön kapağını kitap sitelerinde gördüğümde beğenmiştim ama kitabın kendisini evirip çevirdiğimde kitabın adının ve kalyon minyatürünün seçilen fonda kaybolduğunu farkettim. Belki de seçilen fonttan ama dün kitabı almaya gittiğimde, kapağı daha önce görmüş olmama rağmen raflarda pek de kolay bulmadım; Yazarın ve kitabın adı bence kolay okunamıyor/seçilemiyor.

Kapakta tek figür olarak kullanılan kanyon minyatürü ise bence çok doğru bir seçim olmasına rağmen arka fon içerisinde kaybolmuş, minyatürün perspektifsizliği içerisinde yazarın adı, kitabın adı, minyatür ve yayınevinin adından hiçbirisi kendisini öne çıkaramamış, fon-ön plan ilişkisi doğru kurulamamış.

Minyatür mü..?
Bunların ötesinde kapakta kullanılan minyatürü biraz daha yakından inceleyince bu sanat ile ilgili olarak da bir okuma planı yapmaya ve ardından da bir yazı yazmaya karar verdim; Bana hep ilginç gelmiştir, bir yandan resmin/tasvir etmenin din tarafından yasaklanmasına boyun eğip diğer yandan da biraz da ulemâyı kandırırmışcasına tamamen insanın dünyayı algısına aykırı bir resim teorisi yaratıp, -bence- inanılmaz güzellikte ve son derece naif, bebeksi yüzlü adamlar olarak resmedilen orduların kanla kazanılmış zaferlerinin kağıda dökülmesi... Seçilen renkler, perspektifsizlik ve tıpkı Anar'ın yaptığı gibi kenardan köşeden göndermeler (Örneğin Kanunî Sultan Süleyman'ın cenaze töreninin tasvir edildiği minyatürde Mimar Koca Sinan'ın gözlerden uzak bir köşede mezar için ölçü alması gibi) bu yasak-savmak üzere tasarlanmış kurallarla yapılan resimlere bakan izleyicilere tıpkı bir masal okur gibi kendi hayal güçlerini kullanıp resimlenen olayları kendilerince tasvir etme şansı veriyor gibi geliyor bana.

Ve Bir Tavsiye
Ve minyatürler, Kanunî, Mimar Sinan demişken işte bir kitap tavsiyesi daha; Mimar Sinan, Kanunî dönemi ve İstanbul'un silüetinin nasıl tasarlandığına, Mihrimah Sultan Camii ve bir sanatçının/yaratıcının aşkını nasıl ifade ettiğine dair geçmişle bugün arasında gidip gelen müthiş bir roman. Yazarken bile tekrar okumak için heyecanlanıyorum..!



Işıkla Yazılsın Sonsuza Adım, Mehmet Coral
Doğan Kitap, 2001

"Bir gün mutlu padişahın başmimarı olan Abdülmennan oğlu Sinan, güçsüz bir ihtiyar olunca, tarih sahifesinde ad ve şan bırakarak, hayırlı duayla anılmasına vesile olmak üzere, kırık kalpli, değersiz, düşkün olan bu duacı Sai'den, nazım ve nesir olarak, hatıralarını yazmamı dilediler. Elinden geldiğince, bana büyük bir huzur ve sevinç kaynağı olan bu kırık ezgili armağanı hazırladım..."

"... Sinan'ın hacimlerinde yarattığı sessiz şiirin dizelerinde arıyorum, kuracağım yeni dünyanın sütunlarını. Yapıtlarında zamanı durdurur. Sinan. Anı yoktur o mekanlarda. Zamanı geriye doğru sayamazsın. Çünkü kavramsal olarak mevcut değildir. Hiç olmamıştır..."

Mimar Sinan'ın romanı... Tarihin ateşinde yanan kahramanların, koşut kurguyla, günümüzden geçmişe dek uzanan kozmik bir çizgide gelişen olağanüstü serüveni... Umarsız bir aşk ve şaşırtıcı bir son...

(Arka Kapak)

6 Ekim 2005

Amat | İhsan Oktay Anar

Kitapları bana hayaller kurduran, yıllar sonra bile en sevdiğim kitap sorulduğunda aklıma ilk gelen "Puslu Kıtalar Atlası"nın yazarı İhsan Oktay Anar'ın yeni kitabı "Amat"ın yayınlandığını az önce Pınar'ın sayesinde öğrendim ve yarın ilk fırsatta gidip kitabı alana kadar tanıtım yazısını buraya koymaya karar verdim.



"Olağanüstü" dünyaların yaratıcısı İhsan Oktay Anar yine, tarihin gizemli sayfalarını aralayan, adeta masalsı; ironik ama derin felsefi anlamlar yüklü, şaşırtıcı, sürükleyici bir romanla çıkıyor karşımıza...

Aynalar, atlaslar, okunması yasak sır dolu kitaplar, savaşlar, gülleler, yeniçeriler... üç direkli, iki güverteli ve 58 toplu bir kalyonda ilâhî düzeni bozmaya meyyal bir kaptan, karanlığa ve kırmızı atlasa sarılı bir deniz seferi...

Kıyıda ise üç direkli, iki güverteli ve 58 toplu bir kalyon, o karanlıkta usturmaçalarını puta edip iskeleye palamar vermişti. Yelkenlerin sarılı olduğu serenler hisa edilmiş ve tez zamanda yola çıkacağını ilân için mizana direğine mavi bayrak çekilmişti. Esrarengiz adam, kalabalığı yarıp elinden tuttuğu İsrâfil'le iskeleden gemiye doğru yürümeye başladı. Kalyonun dikmesinin palangalarına asılan ve tıraka tutan gemicilere vardiyan, Yisa, sizi gidi sütü bozuk sünepeler! Yisa beraber! Varda ruhsuzlar! Varda! Bre aman! Laşka! Laşka!? diye feryat ediyor ve hurçların, sandıkların ve fıçıların ambarlara usûlünce istifine nezaret ediyordu. Güneşin doğmasına 7 saat kala esrarengiz adam, sürme iskeleden kalyonun çukur güvertesine çıkmak istedi. Fakat eline ne kadar asılırsa asılsın Eşek İsrâfil yerinden bir türlü kımıldamıyordu. O karanlıkta eline son bir kez daha asılıp Gel yâ mübarek diye nida eyledi. Bunun üzerine çocuk her nedense inat etmekten vazgeçti. Ne var ki, sürme iskelenin kayganlığından dolayı düşmemek için midir, İsrâfil'in kuşağına 40-50 yaşlarında, iri yapılı, sırma işlemeli siyah kaput giymiş biri yapışmıştı. İşte bu adam kuşağı bırakıp küpeşteye tutundu ve güverteye ayak bastı. Bunun ilâhi düzenin bozulması demek olduğunu hiç kimse bilmeyecekti.

(Arka Kapak'tan)

4 Ekim 2005

Gandy Phoebus | Blips

Gandy Phoebus'un "Aynı yatakta yatmak güzel, ama aynı rüyaları görmüyoruz" konulu ödevi için hazırladığı canlandırma videolarına mutlaka göz atın! Ben "Plus" adlı çalışmayı beğendim!

Ödev hazırlamak için ne kadar keyifli bir konu..!

Link:
Gandy Phoebus

2 Ekim 2005

Med-Cezir | Elif Şafak **

Yazmanın sadece ya da temelde "yaratmak" anlamına geldiğini sanmak hayli nahifçe bir yanılgı. Yazmak aynı zamanda "yıkmak" demektir. Yaratmak kadar yıkmak da yazıya içkindir. İlle de her zaman insana bir şeyler katmaz, kazandırmaz yazı. Öyle zamanlar var ki verebileceğinden çok daha fazlasını talep eder senden. Vermezsen eğer, arsızlaşır, zorla alır ellerinden, benliğinden. Eksiltir çoğalttığı kadar. Parçalar bütünleştirirken dahi. Çekip alıverir ayaklarının altından dünyayı. Bir bakarsın boşluktasın, salınıyorsun, sarkaç misali. *



Elif Şafak'ın "Mahrem"i okuduğum en güzel roman olmadığı söyleyebilirim ama sıkılmadan okuduğumu hatırlıyorum bir de sonu ile beni şaşırttığını. Dolayısıyla yeni kitabı Med-Cezir'i almama sebep olan şey Elif Şafak okuru olmam değildi, her ne kadar gazetelerde söyleşilerini okumuş olsam ve "Bit Palas"ın enteresan tanıtım kampanyasını hatırlıyor olsam da Med-Cezir'i bunlar için almadım.

Med-Cezir'i en sevdiğim kitapçıdaki yeni kitaplar rafında farketmemi sağlayan şey kitabın adını desteklercesine sade ama çarpıcı bir şekilde tasarlanmış olan kapağıydı. Sürekli takip ettiğim kitap sitelerinde ya da gazetelerin kitap eklerinde kitaptan bahsedildiğine rastladığım hatırlamıyorum, içerisinde Eylül 2005'de yayınlandığı yazsada sanırım kitapçılara bile dağıtımı yeni yapılmış. İlk kez elime aldığım her kitaba yaptığım gibi Med-Cezir'in de önce ön kapağını, sonra sırtını sonra da arka kapağını dikkatle inceledim. Arka kapağında kitapla ilgili bir metin bulamayınca yine her zaman yaptığım gibi kitabı hafifçe ortasından kıvırdıktan sonra sayfaları önce doğru hızlıca çevirerek -ki bunu yaparken yeni kitap kokusunu içime çekmek çok hoşuma gidiyor- ön kapağın içinden başlayarak ilk sayfalara ulaşmak isterken kitabın bazı sayfalarının siyah renkte basıldığını farkettim.

Yazarın Aries, Radikal Kitap, Milliyet Sanat dergileri ve Zaman gazetesinde yayınlanmış yazılardan oluşan kitapta her yazının ilk sayfası siyah fon üzerine beyaz (renksiz) karakterlerle basılmış. Ve bu siyah sayfaların her birinin sağ üst köşesine bir Ay ya da daha doğrusu sırayla Ay'ın halleri (Hilalden dolunaya kadar...) eklenmiş.

İç sayfalardaki bu renk ve grafik tasarım oyunu kitabın üzerinde konuşulacakları "Kapak tasarımı"ndan çıkarıp "Kitap tasarımı"na getiriyor. İç kapak içerisindeki bilgilerden kitabın Semih Sökmen tarafından tasarlandığını öğreniyoruz. Daha önce de kapak/kitap tasarımı konusunun üzerinde konuşulmaya değer bir konu olduğundan bahsetmiştim ama Semih Sökmen Med-Cezir'de Türkiye'de basılan romanlarda pek de alışık olmadığımız ama görünce kitabın içeriğinden de ayrı olarak mutlaka kütüphanemde bulunsun diyebileceğimiz yeni bir algılama modu yaratıyor. Bu çok önemli çünkü bir anlamda artık yazarın ürününe bir kapak yapmaktan çok okuyucuya "yazarın ve tasarımcının ürünü" olarak bir kitap sunuyor.

Biraz araştırınca Semih Sökmen'in Metis Yayınları'nın kurucu ortağı olduğunu öğreniyoruz. Semih Sökmen kendi yayınevinde yayınladığı pek kitabın görsel ve teknik yönetmenliğini yapmış ama sanırım Med-Cezir'i farklı bir yere koyarsak kendisine de haksızlık etmeyiz.

Kitabın içeriğinden henüz bahsetmediğimden farkındayım çünkü kitabı okumayı bitirmeden tasarımı hakkında yazmak için sabırsızlandım açıkçası... Sürekli okuru olmadığımdan yukarıda da bahsetmiştim ama daha ilk birkaç yazıda bile Elif Şafak niye yazı yazdığını, dünyanın farklı noktalarında iç dünyası ve dış dünya ile ilişkilerini bazen alt cümlelerle zorlaşan ama okudukça kendine has anlatımı okuyucuya aktarıyor.

Kitaptaki yazılardan daha henüz yarısına bile gelmeden aktarmak istediğim pek çok detay -mesela bir şeylerden kaçılarak varılan ya da gün gelip de kendisinden kaçılan şehir ve devamı- ve Elif Şafak'ın Med-Cezir vesilesi ile öğrendiğim ilk kitabı "Kem Gözlere Anadolu" var ama Med-Cezir'in tamamını okuduktan sonra yazacağım.

* Med-Cezir, Elif Şafak
LXVII Med ile Cezir Arasında Bir Dem
Metis Yayınları, 2005

** Bu yazı yazıldıktan sonra edit edilmedi.

Link:
Metis Yayınları

1 Ekim 2005

Atmasyon Spekulatif : Uzayda sarapcilik ve turizm

Ogo, "Şarap mı..?" başlıklı yazıma da göz kırparak, dünyanın üçüncü uzay turisti Greg Olsen'in Kazakistan Baykonur Uzay Üssü'nden uzaya doğru yola çıkarken yanına asma fidanları da aldığının haberini veriyor..!